İlk defa İrlanda'nın en melankolik kenti Dublin'de, Sean Moore Parkında tanıştık. Hiç olacağıma, şair oldum diyen bir adamdı karşımda ki. Açıkçası merak etmiştim onu. Heybetli biri değildi belki ama cezbeden bir yanı vardı. Kahvesini içerken natürmort bir tablo gibi duruyordu sanki. Ona merhaba dediğimde, bacak bacak üstüne atmıştı. Uzak denizleri seyre dalmış devrimci edasıyla durması başımı döndürüyordu. İtiraf etmeliyim ki, daha evvel hiçbir erkeğe bu denli ilgi duymamıştım. Oturabilir miyim dedim. Oturamazsın dedi. Ey Allah'ım! O kadar mı çirkindim? O kadar mı zayıftım? Bir insan hem bu kadar küstah hem de bu kadar nasıl naif yürekli olabilirdi? Eğer bir tabancam olsaydı alnının çatısından vururdum o an! Sanatçılar hoyrat olurlardı belki ama bu kadarı da fazlaydı. Fransızca küstahlık yapma manasında Fais pas le malin, toi diyesim vardı o an. Ama şapkasının altından gülümseyen o masum tebessümü görünce nasıl diyebilirdim ki? İçimden en militan kelimelerimle saldırmak geçmesine rağmen tek kelime bile edemedim huzurunda. İlk defa düşüncelerimi fiile dökemediğim için müteessirdim ama işin garip olan yanı umurumda bile değildi. Serdar SENGİR'de en çok merak ettiğim şeylerden biri de, evinin bir odasını insanlardan aldığı değersiz şeylerle doldurup, gerçekten 'Değersizlik Müzesi' haline dönüştürüp, dönüştürmediğiydi.
Onunla iki yıla yakın zaman geçirdim. Sanatının ve yaşamının önemli bir kesimine şahitlik etmeme rağmen hala ben onu yakinen tanıyorum diyemem. Ama bazı izlenimlerimi edebiyat ve sanat çevresiyle paylaşmaktan kıvanç duyduğumu da ifade etmeliyim. Belki, Irene Nemirovsky olup Anton Çehov'u anlatmaktan daha zordur Serdar SENGİR'i anlatmak ama, protez bacaklı şairi anlatmak için ona kendi dilimde Sanatın Macnair'i (Varisin oğlu) diyerek sözlerime başlamalıyım sanırım...
İnsanlar tarafından, bazen seküler zannedilir, bazen radikal anarşist, bazen fundamentalist. Bazen gazel yazan gazelhan, bazen devrim türküsü haykıran bir proletarya, bazen suskun bir devlet yanlısı, bazen sistem karşıtı bir savaşçı, bazen demokrat, bazen hatip, bazen avam. İçinde ki çocuğu asla büyütmemeye kararlı entel bir demokrat. Hem değil mi ki, insan her yaşta çocuktur, değişen sadece oyuncaklardır der V. Hugo. Bazen Arapça, bazen Fransızca, bazen Grekçe, bazen Farsça yazar. Bazen Ortaçağ Avrupa coğrafyasında yaşarken, bazen de Osmanlı devrinde yaşayan yeniçeridir. İspanyol ressam Francisco de Goya’nın dediği, Lux ex tenebris (Işık karanlıktan doğar) hakikatini ülkesinin felsefesine uygulamak için çırpınmıştır. Bazen sömürüye uğrayan bir çingene çocuğu, bazen münevver bir devlet adamı, bazen devlet politikalarını eleştiren nihilist bir adam. Şiiri ve davayı karısı olarak gördüğünden, evlenmemiştir. Zaten, şiirin üstüne kuma gelmeyi kimse kabul etmemiştir esasında. Evladından, davasından ve sanatından daha mukaddes bir eş arzuladığı için beklentilerine insanların cevap veremeyeceğini anladıktan sonra, bütün kadınlara tepeden bakmayı şiar edinmiştir. Hem kadınlara mukaddes manalar verirken hemde onlardan ölesiye nefret etmesine şaşırmamalı doğrusu. Kadınların ayağına bütün İran halkını köle yapacak kadar uçuk, Hazar kıyılarından yük trenleri ile kadınına inci taşıtacak kadar da zalimdir şiirlerinde. Onu tanımak için yapılması gereken tek hakikat, ezoterik sanatına ve sürrealist ufkuna kulak vermek olacaktır.
Bazen Anton Çehov, bazen Spinoza, bazen Ahmet Kaya, Bazen Necip Fazıl, bazen Nazım Hikmet, bazen Şinasi, bazen Fuzuli, bazen Allah’ın şeriatına karşı gelen ahmakları eleştiren dindar bir adam. Entrikalara, baskıya ve adaletsizliğe uğramasına rağmen asla pes etmedi. Birkaç kez yaralandığı halde davasından asla vazgeçmedi. Geçirmiş olduğu soruşturmalar, fişlemeler, uğradığı haksız mesnetler onu asla yıldırmadı. Diktatöryal rejimlerden, sömüren zihniyetten ölesiye nefret ettiğine ve mücadele ettiğine çok uzakta bir İskoçya'lı olarak ben bile şahit oldum. Ülkesi için istediği en büyük ideallerden biri, anaların çocukları yerine tabutlara sarılmamasıydı. Yüzünü dağlara dönen bir toprağın çocukları olmak istemediğini yüzünden anlayabilirdiniz. Eylemleriyle bütün kentleri, sokakları, caddeleri ve hayatı kuşatan bir ideolojiye tamah etmiştir çoğu eserlerinde. Hayatı boyunca bir uçan balon hediye edemeyen ama uçan balondan başka her şeylerini veren kadın kırıntısı aşklarına içten içe acımıştır. Jacob Burckhard'ın 'Ehrgefühl' diye betimlediği şeref kavramından yoksun insancıkları, kendi iç hegemonyasında oluşturduğu krematoryumda yakacak kadar asil yüreklidir. İspanyol sevgilisi Alejandra'ya sadece karanlıkta güzelsin diyecek kadar da ileri gitmiştir ayrıca.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta