Beyaz porselen kâsede yakut kırıntıları gibi ışıldayan nar tanelerini seyre daldığımda hiç görmediğim hâlde şefkatli kız kardeş kadar tanıdık olan bir kentte kaybolmak istedim. Battaniyenin altında titrerken ılık bir Akdeniz şehrinin hayaline düşmemin sebebi, sadece pencereden sızan lodosun yanık yanık bal kokan esintisi değildi. Günlerdir başucumda camii avlusundaki miskin güvercin sessizliğiyle duran İskenderiye’nin ilk cümleleriydi dost evinde hissettiren: “Benim hayalimde İskenderiye’ye giden tren yavaş bir trendi ve orada zamanın hiçbir önemi yoktu. Ben bu treni liman kentine doğru sakince salınan, açık pencerelerinden sıcağın ve güneşin nüfuz ettiği, koridorlarında sineklerin ve toz zerreciklerinin dolaştığı, yolcuların varış noktalarına ulaşıp ulaşmamayı neredeyse umursamadan uyuya kaldıkları bir sıra demiryolu vagonu olarak resmetmiştim.”
Akdeniz üçlemesinin yazarı gazeteci Nicholas Woodsworth, kayıp bir “zaman gezgini” gibi anlattığı gerçek hikâyesine böyle başlıyordu. Daha ilk cümlelerinde karşısındakinden etkilendiğini gizlemeyen cilveli bir kadın edasıyla “Ben bu adamla Akdeniz’i eğlenerek, öğrenerek, okuma hazzını yaşayarak dolaşırım” dedirten kışkırtıcı anlatımı oldu.
Yazar trendeki yol arkadaşına Akdeniz’in doğu kıyılarında dolaşmasının gerçek sebebinin izah edemiyordu. Kendisine ait gerçek bir tarihi olmadığı için Akdeniz’in ona bir tarih armağan etmesini istiyordu aslında. Woodsworth, yaşam stili dergilerindeki Provence yazılarının “lavanta, keçi peyniri” duygusallığıyla anlatmamıştı bu şehri gerçekten. Akdeniz’deki liman şehirlerinin kendilerine has duygusal yaşantısını, insanların etraflarındaki basit şeylerle kurduğu akrabalığı, asırlar boyunca itinayla korunan görünmez alışkınlıkları hissedebilmişti. Böylece derin vadimin kuytularında dinlenen çok tanıdık bir ürpertiyi merhametli sözcükleriyle uyandırdı: “Limandaki hayatın içinde esen o bozulma ve çöküş havasında karşı konulmaz bulduğum bir şeyler vardı beraberinde pişmanlık ve çoktan yok olup gitmiş ve artık geri gelmeyecek şeylerin esintisini getiriyordu.”
Bir bakıma benim de aradığım “kayıp hazine” buna benzer ifadelerin arasında gizleniyordu. Anlattıklarında, meltemlerle salınan palmiye ağaçlarından, seyyar satıcıların, gecenin soğuğunda battaniyelere sarıldığı kabalalık pazarlardan, eklektik bir oryantalizmle tekrar inşa edilmiş “yeni bir şehirden” fazlasını gördüm. Bir şehri keşfetmek, estetik ameliyatlar geçirdiği hâlde çökmüş bir kadına acıyarak bakmaya benzememeli, dedim kendime. Böyle acı turunç kokan bir yolculukta, asırlardır üst üste yığılmış farklı kültürlerin, rıhtım kahvelerinde dilden dile aktarılarak çoğalan hikâyelerin, efsanevi aşkların daha anlamlı bir karşılığı olmalıydı hayatımızda.
Vaktiyle ticaret yapan, bir liman şehrinde yaşamış bükün kavimler, yaşadıkları coğrafyada dillerinin, felsefelerinin, inançlarının, lezzetlerinin, müziklerinin izlerini bırakıyorlardı. Baharatlı hikâyelerle gerçekliğin harmanlandığı o kıvrımlı yollarda, kendimi dünyayla güçlü bağlar kurabilen gerçek bir Akdenizli gibi hissettim mi, belki biraz... Ve eğer öyleyse bunu bana bütün bir uygarlığın bir zamanlar bu şekilde birarada tutulmuş olduğunu hatırlatan yazara borçluyum.
Eğer kaderin cilvesiyle İskenderiye’de esir kalmış E.M. Forester’ın şehri medcezirli hisleriyle sevişine, bu sene yüzüncü yaşı kutlanan romancı Lawrence Durell’ın baharatlı diliyle edebî kıldığı coğrafyanın manasına, Batı tarihini kökten değiştiren dinî tercümeleri yapanların sırrına, üç ciltlik Geographia’sıyla coğrafyayı Homeros’a özgü bir sanat olmaktan çıkaran Erastotones’in tılsımlı yeteneğinin kaynağına vâkıf olamazsam, dünyanın ilk ve en büyük metropolisi olan İskenderiye’yi nasıl hakkıyla tanıyabilirdim.
Bilinen bütün alfabelere ait bükümlü harflerin duvarlara kazındığı yeni İskenderiye Kütüphanesi’nin anlamını veya artık var olmayan iki bin senelik antik deniz fenerinin ruhunu kavrayabilmek pek öyle kolay değildi. Yedi asır boyunca depremlerle yavaş yavaş yerle bir olan Pharos’tan kalanlar, şimdi bir liman denizin derinliklerinde uyurken rüyalarında kendi yıkılmamış suretlerini görüyorlardı. İskenderiye, ruhuna acı veriyor bile olsa geçmişini unutmak istemeyen melankolik bir âşık gibi göründü bir an. Antik ve modern hayatlar arasında salınan o kibirli tanrıça, İskender’in düşlerinde dolaşıp ona dünyanın en güzel liman şehrini kurduran Homeros sayesinde var olmuştu efsaneye göre.
Bir şehri hayalleri, hatıraları ve rüyalarıyla tanımak, uğultulu kalp atışlarını duyabileceğim sokaklarda doluşmak kıymetli bir tecrübeydi. Efsanelerin zihni kamaştırdığı müphem yerle, gerçeğin başladığı keskin çizgi arasındaki boşlukta durup bir şehri tanıyabilme özgürlüğünü tattırdı bana çünkü.
Veda etmeden evvel onlar gibi Durrell’ın vaktiyle yaşadığı metruk villaya baktım buruk bir kederle. Muhtemelen yıkılacaktı. “İpeksi mayi” deniz, sürprizli esintilerle suyun öteki yakasından hakikaten binlerce ihtimali getirecek gibi parlıyordu. İyi ki yazı var, diye mırıldandım son sayfayı çevirirken. Onu duydum yine; Durell, geniş taraçada uzanmış anlatıyordu: “Kuş sesleriyle uyanmadan önce bütün kenti kaplayan sessizliğin üzerine yoğun çiğiyle çizilen o ilkyaz şafağında, Ebed’i okuyan kör müezzinin minareden yayılan sesi çınladı kulağımda İskenderiye’nin yükseklerinde, palmiye serinlikli havada bir saç teli gibi duran sesi...”
(Mayi Kıta-İskenderiye, Nicholas Woodsworth, Everest Yayınları, Çev. Aslı Mertan)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 29.2.2016 14:55:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!