Senin beni hiçbir zaman sevmeyeceğini, daha doğrusu sevemeyeceğini seninle ilk kez aynı geceyi paylaştığımda anladım. O zamana kadar bir bağ vardı bizi birbirimize yakınlaştıran. Bir tılsım..... bir büyü... bir bilinmezlik..... hatırla ilk günler ne kadar da huzurluyduk bu şehrin her yerinde. Ne kadar da gerçekçiydi aramızdaki o çekim... yüzüme baktığında büyüyordu göz bebeklerin. Ve bana umut veren en güzel şey de buydu. O anlarda seni tahmin edemeyeceğin kadar benimserdim. Ne güzel konuşurdun sen! Sesin nasıl da aşka çağırırdı beni.... ama ne olduysa böyle bir günün sonunda oldu. güleryüzle dağılacakken evlerimize, sen beni kendi kalene davet ettin... pişmanlığının, nefretinin, bir türlü gömemediğin geçmişinin yaşadığı o yere... evine ilk kez konuk olduğumda, şekerli kahve teklifinin ardından bir düş kırıklığı yaşayacağım aklıma gelmezdi... aklıma gelmezdi o evde senin mutsuz-umutsuz gençliğinin yaşadığı... ben kahvemi içip gidecektim oysa... nerden bilebilirdim, büyüyen gözbebeklerinin, aşka çağıran sesinin, ve ipek kadar yumuşak ellerinin içinde senin yıkılmışlığının varolduğunu. Bunu bilmeden girmiştim evine... ben senin o gülen yüzünde, o güldükçe insanın içinin ısıtan gamzelerinde kendi yaralarımı sararım diye düşünüyordum. Ben bir bakıma senin evine, sana teslim olmak için gelmiştim....
Saatler ilerledikçe, birbirimizin yüreğinde yaptığımız yolculuk daha da derinleşiyordu... aramızdaki o tılsım, o büyü, o bizi birbirimize bağlayan bilinmezlik ister istemez keşfe çıkarmıştı bizi. Radyo da ilhan irem çaldığında yakalanmıştım sana... kültablasında yanan sigaramı unutup, yeni bir sigara yakışımdan ve içkimi hızlı yudumlayışımdan anlamıştın beni. yaramı sana göstermiştim farkında olmadan.... ve sen beklediğim sözü söyledin: “anlat bana onu.....! ”
Hayatımın en zor anlarından birisiydi şüphesiz... bunca kaybetmişliğin verdiği soğukkanlılıkla sana beş yıllık bir hikayeyi beş dakikada anlatmıştım. Bunu nasıl başardığımı ben de bilmiyorum. Ama kısa kesmem gerekirdi hikayemi. Çünkü konuştukça, sana kendi geçmişini kendi yaranı hatrlatıyordum... o pişmanlığını, kaybolmayan nefretini... bir şeyler yapmalıydım bu havayı dağıtmak için. Bu sefer de ortaçgil çalmaya başladı..... şimdi yakalanma sırası sendeydi. “ben bu şarkıyı çok seviyorum biliyor musun” derken her ne kadar gülen yüzünle saklamaya çalışsan da gözlerine inen geçmişi, başaramıyordun.... işte o anda ben senin yaptığın hatayı yapmadım. Sana “bana onu anlat” demedim. Çünkü ben onu dinlemeye değil, sana teslim olmaya gelmiştim!
Üç setlik tavla maçıyla dağıttım o havayı. Kaybeden bakkala gidip alkolü tazekeyecekti... ben kazanmıştım. “kumarda kaybeden aşkta kazanırmış” dediğinde; “ikisi aynı şey” diye cevap vermiştim.... biz belki de o an kaybetmiştik....
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla