Sadece Yüce Tanrı'ya, inanırız. Ve sanılarımızla umarız, ummalıyız da, o kadar. Kimseye, Yüce Tanrı'ya izafe ettiğimiz, kişisel anlama zanlarımız, direştirilir değildir. Bu mantık, Hıristiyan, Yahudi Tanrı anlayışının bir ayet demesi, ya da Budist Mabut’un kendini kabul ettirirlik veya Zerdüşt’ün aynı söyleminin bir benzeşme ifadesi değil mi?
Böyle ifadeler, inandırmanın birinci ve ikinci koşulunu, temelsiz bir öznel düşünceci anlatımla ortaya koyuyor. Ben diyorum ki, Yaratan vardır, mutlak ve egemendir. Asla bilinemezdir. Kişilerin anlamalarına göre kişi içinde bilinmelerle öznel bilinirdir. Bu kişi davranışına yansır güzeldir. Ama toplumsal üretişinizin bir anlaması ve kriteri olamaz bunu şiar edinmeliyiz. Tanrı'nın ne söyleyip söylemediği, birilerine söylenip duyurularak anlaşılır değildirler. Yüce Tanrı'nın yarattığı varlık ve var oluş sürekliliğinde, bizler iyi kötü, sürekli üretip bilgilenerek, bir önceki yaşayış, bir sonraki ile eksik kusurlu kılışla, süreçleşecek bir anlam ile bireysel inanırlıklarımız, Tanrı anlayışımız olacaktır. Bu anlamalar kişisel manevi cezai sorumluluğumuzun olgunlaşması olarak değerleyebiliriz.
Sürecin gelişmesi ile anlayışımız da gelişip yeniden üretilecek. Burada şunu iyi bilmeliyiz. Hiçbir aşamadaki Tanrı anlayışı aşamamız, Yüce Tanrı'yı bilmek olmayacaktır. Ancak bilir oluşun sonsuz sürüşlükteki, çok çok küçük bir kısmı biriktirilir eleştirilir olacaktır. Biriktirilir oluşu, diğer bireylerle paylaşılır ve öğrenilir yönüdür. Ha keza eleştirellikte öyle.
Bu Yüce Tanrı'yı eleştirmek değil, kendi anlayışımızı, kendi izafelerimizi ve zanlarımızı eleştirmektir. “Yüce Ruh böyle dedi”” dediğimiz zaman, eleştirinin muhatabı Yüce Ruh yapılmakta. O şey üretimsel yönetimin özeğine konup tanrısal olmayan anlamayı Tanrı'sal olan nesnelin karşısına koyup, Tanrı'sal olanı yadsıtıp, Tanrı'sal olmayan vehimlerimizi de Tanrı'sal göstermiş oluyoruz. Bu da, o kadar yanlış, saçma ve hatadır ki akla aykırıdır. Böyle bir inanma, sonunda eleştirmemeyi getirecektir. Bu da tek başına yeter bir nedendir toplumun donuklaşması için. Söyleyeni insan olduğu halde, bu tutum gizlenecektir. Eleştirmemenin kabul edilirliği nedeni ile İnsana anlayamama sorgulayamama körlüğü yaptırılacak. Bunlar da bize, evrensel akıştaki yaratılışa göre İlahi İrade'ye aykırı olacağı, kanısını, düşündürür.
Diğer türlüsü sanki ikide bir, Yüce Ruh şunu dedi, Yüce Ruh bunu dedi denmesi; Tanrı: insanca bilinirmiş gibi, bir insanın anlayabileceği somutlukmuş gibi ve tarif edilirliği varmış yanılsamasını içerir. Tanrı'nın eleştirilirliğini, Ya da inanmanın akılı perdelemesini doğurur. Oysa inanmamız, bizim toplum içindeki, toplum talebine girmeyecek ve hem de, toplum talebine rağmen olamayacak, alanlarda insan-insan ve birey-içsel duyuş ilişkilerimizi düzenleyen, bir davranış şekillenmesidir. Şu da gerçek ki Hiçbir insan toplum gelişmesini bir sonraki durumunu bilir değildir. Bu toplumun bizden bağımsız olan bizim dışımızdaki belirleyemeyeceğimiz nesnel oluşudur. Ancak akışı anlayarak şekiller, dönüşümler üretiriz.
Bu toplumsal ve nesnel yasaları anlayıp uygulayışımız, zaten Yüce irade'nin dileme ve yaratış zorunluluğuna, olduruş iradesine, bizim uymamız olacaktır. Nasıl ve ne şekil olacağı da, sonsuz süreçte, sonsuz yol alış şekillerinden, bizim yaşayışımızdaki zaman koşullarını, anlama davranması ile sınırlı edimlerle; öznel nesnellik tercihlerimize göre, yolların belirleyeceği yasallıklardır. İnancımız bunların önünde gidecek insanlığımızdır
Bireysel talep inancımız da, öznelliğin “bir yanılma gerektirme “”çaba ve gayreti olacaktır. İnanç, bir gerekmedir. Bireyseldir, çünkü toplumsal talep, çok kere bireylik taleple çatışır. Örneğin çalışmadan, bedavadan, köşe dönme, öznel talebimizin oluşunun toplumla çatışır olması gibi. Şu da unutulmasın toplumsal talep kişinin talebi değildir, kişi belki de yaşamı boyunca gereksemeyeceği halde, hiç onkoloji hizmeti almayacaktır, Ya da normal görür olduğundan görme cihazı onu hiç ilgilendirmeyecektir. Ya da sağır olduğundan radyoyu dinleyemeyecek, kör olduğundan TV izleyemeyecek ama Toplumsal istek ve toplumsal emek bunları ortaya koyacaktır. Hem de, bir hak ve özgürlük olarak. Bu talep bir gün biz de bu duruma düşersek diyen, psikolojik faydaya göre de değildir. Bu iyi anlaşıla. Bu toplumda körlerin sağırların, görenlerin işitenlerin olması nesnel gerçekliğinin somutudur.
Aforizma: “”Felsefenin en ana konusu olan epistemoloji kapsamında, bilginin gerçeklik, doğruluk ve temellendirilebilirlik ilkelerine göre çıkış noktasını vererek başlaması gereken bir yazı bu. Kendisine ait epistemolojiyi verirken tartışılan diğer bilgi kuramlarına da eleştiri getirebilmeli.””
Bu çalışmam, temellendirirlik ilkelerine göre, bir bilgi sistematiği içindeki insicamla değil de, bir tematik tutumla ve yeri geldikçe başvuruldu. Eleştiri getirmekten ziyade, bir dikkat çekiş Ya da yeni bir bakış tutumu ortaya koyuştur bu. İnanç reddedilmiyor. Toplum kavramını, iyi bir düşündürtüp, düzenlemelere yen anlamalarla gidiliyor.
Örneğin halk ve toplum çok ayrı yapılardır. Birisi tüm, üreten üretmeyen insanların dışrak, toplumsal üretimin güvencesindeki yapılanışlarıdır. Bu oluşum toplumdan farklı tutumlar da geliştirebilmektedir. Tamamen ve özgün, insanın kişisel soyut üretimlerinin ve tamamen tüketimlerin alanıdır. Bir yaşam ünite zenginliği iken, toplum birey ve nesneli ile bambaşka tam bir dinamikler devinim alanıdır. Devamlı bir organik, inorganik bir organizma dokudur. Halk toplumun birey ayağını sağlar. Ve bireyin toplumda getirdiği refahını, farklı duygu ve yaklaşım ilişkilemeleri ile tüketim süreçleriyle yeniden üretimi, artı üretimin tüketimde, bir zenginlik tetiklemesi olarak topluma dönmesini sağlar. Buna tanımlılık kavramı getirilmeli. Birbiri olmayan ama bir birine temellenmiş iki yapı iç içe için dışında bir yapı. Biri asıl ve temeldir. Bunların yeniden kavramsal hatırlatması yaptırılıp, her şeyin yerli yerindeliğinde olmasına dikkat çekmekle, inancın toplumsal temelli olmadığını ve olamayacağını ama özneliğin bir zorunluluğu olduğunu söylemekteyim.
İnsanın, kişinin, toplum olmazdan önce de, inancının var bulunduğu belirtildi. Bu basit sığ bir sanı kanıdır. Hiçbir zaman toplumsal ilişkilerin örülmesindeki anlamaları taşımamıştır, taşıyamazdı da. Yani inanç kişinin özneli ile toplum içinde de, kaşının kılı gibi, bulunmakta. Nasıl kaşının kılı toplumsal değilse, inançları da öyle. Nasıl toplum öncesi çevresel anlama ve yorumlamaları toplumsal değilse, çünkü toplum olunca toplumsal çevre anlaması bam tel başka olacaktır.
O ulaşılmazlıkla, ölesiye korkacak, övgüler dizip, kaderini göğün mavi elerine teslim eden kişi insan, artık toplumla uzayı hedefleyecektir. İnsan topluma, nasıl kaşının kılını bırakıp dökmeden geldi ise, öznelindeki inançlarını da, atamadan öylece beraber topluma geldiler. Toplumda, yaygınca, guruplar cemaatler oluşturduğu yazımda söylenmektedir. Toplum bu iki alanla başlayacaktı: El, akıl, araç doğa diyalektiği bir yanda, diğer yanda da yeni yaşantı gözlemlerindeki şaşma ile fantezilerini birleştirmek. Başlangıçta bu zorunludur. Sonra ikinci yanın alanı, halk yaşamına kayacaktı. Ama uzun süre halk yaşamı, toplumsal yaşamı denetir olmaya, özellikle de inanç anlamaları ile uzanacaktı. Kendisine yabancılaştırma buradan atılımla başlayacaktı.
Toplum olurluğun temeli, en yalın şekille, ekmek parasıdır. Ekmeğin (yaşama gereçlerinin) araçla (teknoloji ile) üretilir olması, kişileri; iş bölüşürüne götürdü. Ve kişilerin organize oluşunu, ortaya koydu. Bu ortaya konuş, kişilerin de birey oluşunu zorunlu kıldı. Bu emek yoğun karmaşma, önce kurallı (yasalı) olmayı gerektirdi.
Artık kişi toplum öncesi, inanç tasarımı olan, avcılık toplayıcılık yapan kişi değildir. Önce tarımcı ve çoban olarak iki öbekle BİREY olmuştur. Örneğin; a kişisi, saban tutan, b kişisi süt sağan, c kişisi tüzel olurluğu sağlayan, d kişisi saban demirini üreten, e kişisi yapağı dokumacılık yapan, f kişisi tacir, h kişisi hancı hizmet erbabıdır. Veya bir kaçıdır vs.yi bilen BİREYLERDİR. Toplum, sürecin oldurduğu bir olgudur. Ama toplumun da süreci belirlediği, yadsınmaz bir sürüşlüktür.
Örneğin izafiyet teorisini ancak toplum içinde ortaya koyabiliriniz. Ve bu toplumsal bir olgudur. Toplum ve birey oluşun ürünüdür. Bir toplumsal tavırdır. İzafiyet teorisini de, bu günkü birey oluş, bilim, teknik ve kuantik süreçler belirlenmiştir. Yani toplum oluş birey birikişleri sağlarken, birey birikimlerde toplumu ve toplumun yapılaşma gelişim değişimini belirler. Şimdi inanç üzerine ufak bir analize geçeceğim.
1-İnanç, tabiî ki, doğaüstü, aşkın güce inancın duygusudur. Bunu çevredeki icbarlardan almıştır. Ekmeğin sağlanmasında ve üretim araçlarının sağlanışında, dolayısı ile insanın toplumsal olgusunda, insanın toplumsal talebinin oluşunda, en ufak dahli ve katkın lığı dahi yoktur.
Artı emeğin üretilmesi ile bu değere ve bunu üreten üretim araçlarına, sahip olunma, köşe dönmesi bencilliği (ben içinciliği) ortaya çıktı. Toplumun bu artı emeğine ve üretim gücüne, hatta ideolojisine egemen olmak amacı tutum koyuşlar, toplumdaki huzursuzlukları ve mal ekonomik eşitsizliklerini artırdı. Merhamet, sadaka hak, adil olma, güzel, çirkin gibi yaşamın çelişmelerinden temelli anlamlar, yaşamsal işleyişler üretilmeye başladı.
Sürecek 50
Bayram KayaKayıt Tarihi : 6.4.2008 10:52:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Bayram Kaya](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/04/06/inanc-ve-toplumsal-istem-talep-50.jpg)
1. Yazın sanatı yönünden okuduğum metinlerin nitelenmesi...
Yazının birinci bölümünü okuduğumda sanki yazarın şu şekilde bir cümle kullandığını anımsıyorum..
''Bu yazı bir başka yazıya eleştiri olarak başlamasına karşılık zaman içinde müstakil bir hüviyet kazandı...''Bu mealde bir sözdü sanırım ...
Bu ifade bize okuduğumuz metin serisinin yazın sanatı açısından ne şekilde bir format içinde geliştiğine dair en önemli ipucunu da vermiş oluyor..
Bilinen düz yazı çeşitleri şunlar..Roman, tiyatro,öykü, masal, makale, deneme, fıkra,eleştiri,mektup,biyografi, otobiyografi, bilimsel tebliğ ve tezler.
Günümüzde anlatımı takviye maksadıyla mensur olarak addedilen bu edebi formlardan nazım şekli ile etkileşenlerinin de mevcut olduğu bilinmektedir..
Bu kısa temellendirmeden sonra bu metinler dizisine gelirsek doğrusu ben hem üslup olarak , hem içeriğin üsluba ve sunumdaki formata uygunluğu yönünden bir şeylerin eksik olduğunu tevehhüm ediyorum kesinlikle..
Esasen bir tez içeriğindeki mevzu, bir makalenin bile keskinliğinin ötesinde içine bir fikri bir öfke bulaşmak suretiyle akıp gidiyor..
Yer yer denemeyi , yer yer sohbeti andıran bölümleri ile biçimsel ve biçemsel homojenitesini yitiriyor..
Bunun nedeni kanaatimce yazarın hedeflerine ait kurmacayı yukarıda bahsi geçen nedenden dolayı baştan yapmamış olmasından kaynaklanıyor.
2. Metinlerde gördüğüm müteferrik (ayırıcı) vasıf
Okuduğum bir makalede şöyle bir iddia vardı..Bir çok önemli edebi eserin ana dilinden başka dille yazan yazarlar tarafından yazıldığı söyleniyordu bu makalede bir çok latin ve amerikalı yazar sayılıyordu tez güçlendirilmek için..
Bunları şunun için yazıyorum..Türkçemizde de bir çok işlek zekaya sahip yazın insanı bazan darlanarak yeni kelimeler icad etme ihtiyacı duyuyorlar..Hatta bir çok kelimeyi aktüel anlamından ziyade zihinleinde keşfettikleri yeni kavramlar için kullanıyorlar..
Deleuze buna felsefi derinlikte insanın ''kekeleme'' zarureti diyor....
Gerçekten su gibi akıp giden konuşmaları irad eden hatiplerden kolay kolay derin düşünce adamı çıkmamıştır..
Yazarda içinde tıkılı duran anlamları görünür kılmak için bu tür dil ve kelime aranmaları,ıkınıp sıkınmalarını gördüm ki bu fikirde içtenliğin en büyük belirtisidir..
3.Muhteva yönünden...
Bu konudaki düşüncemi en başta iletmiştim..
Ama açmak için aklıma şu an oğuz atayıngüncelerinde geçen ve yazdığı tiyatroda kullanmak üzere not ettiği bir ibare geldi hatırıma...
Diyordu ki oğuz atay, akıl muhafazakardır tedbircidir, şüphecidir, gericidir ...Sevgi ise ilerici değiştirici ve devrimcidir...
Şunu söylemek istiyorum aslında..Bu yazısı dizisinin çıkışındaki tez başta da söylediğim gibi toplumsal ilişkilerin rasyonalist ve determinist bir yapıyla yani akılcılıkla var ve sağlıklı olabileceğini söylemek istiyor..
Ama inanın yazarın bu tezi savunmak için duyduğu heyecan ve duygulanmanın şiddeti o kadar yüksek ki yazı baştan başa idealize edilmiş bir nesnelcilik haline dönüşmüş...
İdealist nesnelcilik ne demek istiyorsa onu söylüyorum..
Mevlana ancak bakış açımızdakileri görebiliriz diyor...
Bilgiyle bilgisizlik arasındaki at gözlüğü hepimizin problemi...Meşhur galat ı kelamda denildiği gibi en büyük bilgi bilmediğimizi bilmek..
Tasniflerin sonu yok...
nesnel sosyolojinin ağababası kabul edilen İbn i haldun uygarlıkların en büyük doğuş nedeni olarak ''göç''ler olgusunu vurguluyor..
Çinlilerin bir zamanlar okuduğum bir kitapta o kadar değişik tasnifleri var ki hayretler içinde kalırsınız..
Çinliler dedim de aklıma geldi..
aslında şu anda yazılı tüm felsefe kitapları akdeniz uygarlığı dediğimiz ve halihazırda ümmeti bulunan üç dinin inançtan kültüre doğru evrilmiş bilgilerinin ayrıksı ve müttefik unsurlarından oluşma fikirlerinin egemenliği altındadır..Akdeniz dinleri( musevilik, hristiyanlık, islamiyet) zaten birbirinin birbirinin tenakuzu olmaktan çok mütemmimi bir yapı arzeden konumdadır..
Alfabeleri bile aynı harflerin şive farkıyla başlar..elif, alfa, alef..satır düzeninde yazılırlar ve resim sembolizminden çıkarak ses sembolizmi evresine ulaşmışlardır
Oysa bambaşka bir uygarlık olan uzakdoğu sütun şeklinde yazar ve harf sembollerinde halen resimsel izler vardır..
Hinduizm veya çin gibi uzak doğu inanışları efsane oluş çizgisini aşarak felsefi tartışma metinleri içerisine girememişlerdir..
Bu aslında bir zamanlar engüzel ipeği barutu kağıdı yapan insanların eşyaya hükmetmede akdeniz uygarlığından geride kalışları neticesinde güçsüzlükleri oranında gündem dışı kalmalarıyla alakalıdır..
yazının muhtevası diye başlamıştık söze...
Bu anlam içinde okuduğum metinlerin din ve onun sosyal uzantılarına karşı oluşacak çatışmalara çözümün bilim olduğunu, akıl olduğunu ileri sürmek için kaleme alınmış..
Zaten uzlaşma ve bir sözleşme altında birleşmek için akıl mutlaka gereklidir.
kamusal ortak alanda uzlaşıların nasıl olacağı ise her ülkenin kendi şartlarına ait bir laiklik geliştirmesiyle olacaktır elbet..
Fransızların mezhep çatışmalarına karşı geliştirdiği laikliği ,Türkiye kendi ülke şartlarına uygun şekilde en mükemmele götürme çabalarını sancılarını çekiyor halen...
Bu ise dünyadaki sosyal konjöktür içinde gelecekte bu devletin nasıl bir rol oynayacağı ile de yakından alakalı..
Cenap şehabbettinin dediği gibi ''sağnak altında gülenle ağlayan pek farkolunmuyor''
Şu anda bu tartışmaların arkasında faraza düşman gözüken nicelerinin uzun stratejide müttefik , kısa stratejide düşmanmış gibi davrandıklarını da göreceğiz..
Son günlerde bir dostumun bir gazete haberine atfen söylediği gibi..
Kadının yedi yıllık kocası kadın çıkabiliyor..
Türkiye böyle setrelemelerin labaratuarı gibidir..
Bu yüzden bu muhteva hem oldukça soyut hem de felsefi, sosyolojik , stratejik anlamda sıralama ve söylemlerden kopuk olduğu için gereğinden fazla köpürmüş bir yazı izlenimi verdi benim için..
Samimi saygılarımla...
BELKİ DE SORUNLARA ALET EDİLMEYECEK TEK DUYGU İNANÇ OLSA GEREK....
İNANÇ BİRE BİR YARADILIŞIN ÖZGÜR TARİFİDİR VE BAŞLIBAŞINA BİR DUYGUDUR...
YAŞAMI DUYGULARI KOKTEYL YAPMADAN YAŞAMAK MANTIĞIN DEVAMIDIR ...
YAZILARINIZ EMEĞİN DELİKANLI DURUŞU GİBİ ....
ÇOK DEĞERLİYDİ HER ZAMAN Kİ GİBİ...
SEVGİLER...
TÜM YORUMLAR (2)