3- Böylece doğaüstü güç kavramı ile insanları aldatmak başlar. Yüce Tanrı bundan azade ve münezzehtir.
4- Bu söylemler, zaten bunu söyleyenlerin, zaman ve tarih bilinçlerinin, olmadığını, hem kendi sözlerindeki anlamın temellendiği o günün bilgisine delil olarak oturmasından hem de gelişmeler açıkça ortaya koymakta. Şöyle açıklayayım. Bu rızık dağılımı anlatımında, sanki insanlığın ilkten beri böyle, içinde bulunduğu düzenle yaratılmış, şu anki kişi hali ile sadırla yaratılmışlar gibi, bir yanılsamayı, hiç çaktırmadan bize kabul ettirip, düşünme (inanma) temel zemini yapmaktalar. Bilmediğiniz sürece de, o öyledir de. Ufkunuz sizi oraya götürür.
Oysa onbinlerce yıl süren, insanın toplum olmadığı, bir yaşayışı vardır. Bu ilkel yaşamda, dağılmış bir rızık yoktu. Mal yoktu, mal olmayınca edinilmesi de yoktu. Ve dahi sahiplenme, zenginleşme de, yoktu. Develerle, atlarla, fillerle kervan ticareti olan bir rızık sahiplenmesi de yoktu. Üstelik sahibi olunan, deve ve filiniz bile yoktu. Sadece meyve toplayıcılığı ölü leş ve artık yemeler, yapabildiği kadar da av aktivitesi vardı. Tüm günü, karın doyurma ve av aramakla geçiyordu. Yorgunluktan bitap düşerek, günün sonunu getirirdi.
Bu soyut kurnazca bir düşünce üretimidir. Yani başlangıçta dağılmış bir rızık, edinilmiş mal da, yoktur. İnsanın özelleşen edinme emeği vardır. Bu emeği aletle (teknoloji ile) üretir. Bu nitelikli emeğin fazla fazla üretimi, biriktirmesi, artırması olmasaydı, zaten insanın doğada bulduğunun dışında bir rızkı da olamazdı. Tüm rızkı, bulabildiği meyve ve ölmüş hayvan leşleri ve yapabildiği avdı. Rızkı, karnını yarı aç, yarı tok, doymakla sınırlı idi. Sahibi olduğu hiçbir şey yoktu. Yüz binlerce yıl sürdü bu durum. Vaaz edenler bunu bilmediği için, insanların, içinde yaşadığı sosyal ekonomik şartları, genel geçer tüm geçmiş koşullarda da, biraz farklı da olsa, aynı biçimde var bulunduğunu, sanması ile söylenmiş bir yanılsama.
Bu da çevre durum algılamasıdır. Çevrenin beyne dayatmasıdır. Biz bile, içinde yaşayıp, bulunduğumuz çevreyi, hep böyle idi sanırız. Arabalı ve bilgisayarlı ortama gözünü açan çocuk, bu halin hep böyle olduğunu, sanması çok normaldir. Ta ki doğadaki değişmeleri biri ona söyleyip bunu görünen fenomenlerle birleştirene kadar bu böyle sürer gider. Bunun bir örneği de, ilk insanı var oluşu ile birlikte konuşur sanmasıdır. Oysa insan, toplumsal yapıya kavuşana dek kuşdili ile anlaştı. Dili alet kullanma ve toplumsal yapı etkileşmesi ile hızla gelişti. Hatta buna şunlarda eklenmeli. Bütün isimleri bilmesi, üstelik çiftçilik yapıyor olduğu doğması ve hep ilkten beri böyle olurluk zannıdır. Genel geçer oluş, algılatma yanılmasıdır. Tevrat İncil böyle söyler. Bu kurdu ile kuşu ile gelenek ve ilişkileri ile değişmeyen çevre algısının beyin kurgusudur.
Kendinden öncesinin, kendi somutu ile tamamen aynı gibi, yaşayış; olmadığını biliyor olsa da, mal edinilmemiş bir zamanın olacağını, aklının köşesinde bile geçirmiyordu. Var sayalım ki biliyor, o zaman da, böyle bir söylemle bilmeyi es geçmiş olacaktır. Bu da her düzmecenin, her yanlışın ipucu bırakmasıdır. İlkten beri, önceden beri rızıkların, inanılanca verilmiş olduğu inanması, bu körlüğü kendiliğinden verir. Biz bunu ne yap sakta değiştiremeyeceğimiz, hatta karşı oluşumuz, küfür ve inkâr olacağı da, baskılanmaktadır.
Bunda; ””Ağılda oğlak doğsa, ırmakta otu biter”” gözlemsel anlama yanılmasının da, etkisi olmuştur. Hâlbuki 5 birim tavşan olan yerde, bir tilki zor olacakken, bir doğumla yedi tilki yavrusu olmuşsa, yavrular bir süre sonra acı ile kıvranarak açlıktan öleceklerdir.
Bir de buna teknik güçteki çok yavaş gelişmenin, zamanla ne noktalara geleceğinin farkına varılamazlığı da eklenince, ilk insana trenin adının öğretilip öğretilmediği olgusu karşımıza çıkar. Öğretildi ise hiç bilmediği bir nesnenin adını külfetten tasarlayamayarak öğrenmiş olacak ki beyhudedir. Öğretilmedi ise, bu isim, nereden geliyor? Üstelik öğretilmedi ise, bu bile, gelecekte trenin bulunacağını, Yüce Ruh'un bilmediği yanlış kanısına bizi götürür. Zaten hep kendi yanlış ve kusurlarımızı Yüce Tanrı'ya mal etmeye bire birizdir.
5- a) İnsan doğadaki; “”birinin ölümü diğerinin yaşamı olur”” gidişatını, çok sonraları görür ve düşünür olmuştur. Yaptıklarından, müsterih olabilmesi için, öldürüp beslenmesini soyutlaması geliştikçe güya ahlakilikle inançlarına havale etmiştir. Rızkı olma, erekçi anlayışı, düşünmesi ile düzenleyerek, güya meşruiyetlik sağlamıştır. İnsan doğada meyve toplar, av peşinde koşar iken, öznel yansıma mülahazaları olmuştur. Bu çevrenin ona algılattığı bir durumdur. Gerek avlar gerek yeme nesneleri, açlığın doyurulması için girişilen yönelimdeki, şiddetli basınç duyumu, sonra sonra; toplumda hızla geliştirdiği soyutlama gücü ve toplumda sahip olduğu mal, rızık olarak, kendi içinliğini doğurmuştur! Emeği görülür gibi olmuşsa da, ikinci plana atılmış hatta yer yer unutturulmuştur.
Bu çevre etkisi kendi içinde oluşuna göre tek benci görüşünü ortaya koydu. Çevredeki yemesi içmesi gibi düzenlemeler algılaması bir çeşit Yüce Ruh'un ona hizmeti, nimeti,
Rızkı gibi, ben içinci, düşünme yansıması yapmıştır. Kendini tüm bu çekimlerin merkezine koyup olayları öyle yorumlar olmuştur. İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın, nasibinden fazlasına sahip olamazdı!
Bu hal, toplumda vicdan olarak da belirdi, bugün bile, bir deprem, bir kaza vs. duyumunda dahi, hemen kendimizi düşündürüp, bizde ürperti yaptırır. Hatta manevi suçlarımızın ödentisi olduğu telakkisine dahi giden, yanılsamalara kapılırız. Bu inanma, çakan şimşekle düşen yıldırımın, duyulan gök gürültüsünün, olan kıtlığın vs. kendini cezalandırmaya yönelik olduğunu algılamak, ilk insandan gelir. Bu çökelti toplum dışı yaşantılaştırmaları insanın topluma düşünme, alt yapı malzemesi ile gelmesidir. Toplayıcılık, avcılık ve mağara dönemi yaşamın öznel yansımalarıdır. Hatta rüya ve hayal ile gerçeği ayıramamanın da, bunda çok etkisi vardır. Manevi cezalanırlık, insanın toplum aşamasında inancına kattığı duygudur.
b) Rızkın eşitsiz dağıtılış sorunu, öznel anlaması; insanın toplum oluşu ile ortaya çıkmıştır. Toplumdaki üretim ve paylaşımın çarpık dağılımındaki, sahip olma şekli bunu iyice tetikledi. İnsanın daha önce, kafasında silik beliren tekbenci yapısı, toplumsal oluşumlarla manevi sorumluluk duyuşlarla, benmerkezci yapısı ve rızıkların ilkten dağıldığı yapısı zamanla toplumdaki çelişkilerin şidettlenmesi ile iyice şekillenmeye başladı.
Yani rızık anlayışının temeli:
1- Ruhsal olmanın değil, toplum olmanın ortaya koyduğu bir sonuçtur. (birey, ya da grup yaşayışında özel mal, yani rızık yoktur)
2- İnsanın toplum olma gücü ile üretim ve paylaşım yapması, sonradan kazançların, rızıkların eşitsiz paylaşımına dönüşmüştür. Örneğin Ali'nin ürettiği balık üç balık, ne şekilde olursa olsun, bir şekilde Veli'nin eline geçmesi ile mal (rızık) eşitsizliği başlamıştır. Yani rızık önce toplumda, toplumsal emekle mal olarak üretilmiş, sonra ki paylaşımda alicengiz oyunu ile hünerin verimin elde edilmesi ile yani rızık (mal edinme) eşitsizliği başlamıştır. Toplumsal emek artı değer ürettirir, Bu da bireysel emekle alet ilişkilenmesi ile ilgilidir, unutulmamalı. Bu ali cengiz oyununu örtmek için, rızkın eşitsiz dağılışı gibi bir hurafe algılatması, Ruh'a havale edilerek, eşitsizliğin bir toplumsal üretim ve mal paylaşımı hatası olduğunun toplumsallığı örtülmüştür. Üstelik karşı gelinmezlik, akıl ermezlik, güç yetmezlik kılıfına büründürülerek! Şüphesiz ki Tanrı'ya karşı gelinip güç yetirilemez. Bu düşünülemez bile. Değilse rızık; inancın dediği gibi, bilinmeyen, soyut, aklı zorlayan bir mesele değildir.
Sürecek 12
Bayram KayaKayıt Tarihi : 17.3.2008 11:09:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (2)