İnanç Laiklik Hoşgörü 09 Şiiri - Bayram ...

Bayram Kaya
2924

ŞİİR


14

TAKİPÇİ

İnanç Laiklik Hoşgörü 09

Mekke'nin tesliminden sonra, kervan vurma dönemi kapanmış oluyordu. Göçebe enerjisi artık dışarıya yöneltilecekti. Bu enerji ile başka toprakların fethine yönelimdi. Artık islam Müslüman kabileleri, birbirine saldırmıyor, savaş gücü yabancı düşmana karşı, arzuyla yöneltiliyordu.

Ancak bu yönetimin tam anlamıyla bir devlet olduğunu söylemek mümkün değildir. Silahlı güç dışında, devletin en önemli kurumları oluşmamıştı. Bir devletin oluşmasında en önemli etken, silahlı güçtür. Çünkü devlet silahlı güç kullanma tekelidir. Ama bir devlet sadece bu güçten oluşamaz. İktidarın uzun bir süre sadece bu güce dayanarak korunması, istikrar kazanması düşünülemez. Devletin diğer organlarının oluşması gerekir. İşleri yürüten bir bürokrasi, devletin işleyişini belirleyen kurallar, gelenekler vb. gerekir.

Oluşan devlet, bu geleneklerin gelişmesi için gerekli zamanı bulmuşsa, bunlar o ülkede de oluşabilir. Ama oluşum hızlı ise, gelişmeler süratliyse, geleneklerin dışarıdan alınması gerekli ve zorunludur. Geleneklerin dışarıdan alınması da tesadüfe bağlı olarak olmaz. Temasta olunan bir toplumdan ihtiyaca göre, gerekli uyarlamalar yapılarak alınır.

Sınıflaşma süreci daha tamamlanmamıştı. Kabile şeflerinin otoritesi henüz hissediliyordu. Tek bir hükümdarın, mutlak yönetimi, tam anlamıyla yerleşmemişti. Ama zamanla, fetihler ve elde edilen toprakların zenginlikleri, servetin eski adetlere göre, yönetilemeyecek kadar birikmesine neden oldu. Toplumsal farklılaşma ileri boyutlara vardı. O nedenle artık yeni yasalar, yeni kurallar gerekiyordu.

İhtiyaç ''iktibas'' suretiyle, dışarıdan ''alımlaşma'' yoluyla karşılanır. İktibas yapacak toplumun, o iktibası yapacak toplumsal gelişme düzeyine varmış olması gerekir. İktibasın yapıldığı toplumun üretici güçlerinin, gelişmişlik düzeyine varamayan bir toplum, oradan iktibas yapma ihtiyacı da duymaz. O toplumlar karşı karşıya geldiklerinde, sonuç yıkıcı olur. Arap devleti, bu iktibasların çoğunu Sasanilerin bıraktığı mirasa yönelerek yaptı.

(haraç-cizye) kabul edildi. Aslında, İslam’ın temel dogmaları, onu benimseyenler arasında bir fark olmamasını gerektirir. O zamana kadar da İslamı benimseyenler sadece öşür adıyla tek bir vergi ödüyordu. Ama İmparatorluğun çıkarları İslamın ilk koyduğu kurallarla çelişmeye başlamıştı. Onun için imparatorluk düzenine uygun, tedbirler alınmaya başlandı.

Bu tedbirler Halife Abdülmelik zamanında alındı. Böylece pek çok alanda yeni uygulamalara gidildi. Örneğin, Halifelerden hiç biri Yedinci Yüzyılın sonuna kadar sikke kestirmemişti. Daha çok Iran ve Bizans paraları kullanılıyordu. Bu tarihten sonra kendi bastırdıkları paralar kullanılmaya başlandı. Halife Abdülmelik zamanına kadar devlet işlerinde, Yunanca, Aramice ve Pehlevi Farsçası kullanıyordu. Abdülmelik'in uygulamaya koyduğu reformlarla Arapça resmi dil oldu. Yine, Sasani geleneğinden alınan yerel yönetim kuralları uygulamaya kondu.

Abbasi halifelerinin Emeviler’e göre ayırt edici özelliği olan toplumsal tabanının genişlemesine, tek milliyetten çok milliyetli imparatorluk bakışına geçilmesine işaret eder. Iran aristokrasisi, Sasanilerin son dönemlerinde sahip oldukları hakları yeniden elde etti. Zamanla Arapları saray ve devlet idaresindeki görevlerden, hemen hemen tamamen sildiler. Sasani örneğine göre kurulmuş olan Sekizinci Yüzyılın sonlarında vezirlik makamı İranlı Barmakilerin mülkü oldu. Barmakiler bu makamdan sökülünce, yerine geçenler başka Iran soyluları oldu.

Arapların fethettikleri ülkeler, ekonomik olarak Araplardan daha ileride idiler. Böylece bu ülkelerde belirmiş olan feodal ilişkiler gelişmeye devam etti. Halifenin idaresi altındaki topraklar, itibari olarak halifenin mülkü sayılıyordu. Ama fiilen halife hâkim sınıfın sadece bir parçasıydı. İran’da Halife'ye tabi olan aristokrat ailelerin çoğu, toprak mülkiyetini elde bulundurmaya devam ediyordu. Sasanilerin Irak'taki topraklarında Halife'ye direnen feodal beylerin mülklerine el konmuştu. Ama bir sınıf olarak yerel aristokrasiye dokunulmamıştı. Böylece yerel düzeydeki toplumsal yapı devam edebilmişti. Bu da merkezle olan ilişkilerin zayıflamasını, ayrılıkçı eğilimlerin güçlenmesini besleyen bir etkendi.””*

Laikliği anlayabilmek, için yapının temelini panoramik de olsa görmek gerekiyordu. Asalında söyleyecek çok konu var. Ama anlatılanlar konuyu fazla hacimli yapacaktı.

İnançlar, dıştan yaşama dikte edilen bir şey değil, zaten evrenin dışında ne var ki, dıştan olsundu. Her şey içten özden nüveden, çekirdekten, için dış olması, dışın iç olması ile zıtlanarak nicelenip tarih oluyordu. Her şey yapıdan çıkıyordu. Madde de, mana da... İnançlarımız dahi, bu her şey olmaktan, kurtulamıyor ve temelden çıkıyordu. Doğal olup, doğaüstü olamayandı.

Yapının kendisi irade idi. Dışında denen irade, yapıya uymuyor, bir fantezi olmaktan öte gitmiyordu. Sorunları tümden, tersten ortaya koyarak, hem çözümsüzlük, hem de baskı yaratıyordu.

Bunun nedeni; 1-İnancın, doğaüstü sayılıp, dokunulmazlaşıp tabu kılınmasıdır. Tartışılmaz olması doğmasıdır. 2- Zamanlar üstü sayılıp, her durum ve şartta geçerli olduğu doğmasıdır. 3- İnançların değişmez bir karar, baştan ilkten söylenen söz olması doğmasıdır.

Bu sanı inançlar; inanca, yapının kendisi olması şansını tanımayıp, yapının sorun üretip, kendinin çözüm olmasını önlüyordu. Gelişmeye karşı bir statik hep nasılsa öyle, kalmayı bir varlık nedeni bilen dünya anlayışı olmasıdır.

İnanç güneşin battığı yerde oluşur, karanlıkta gezinip, tekrar aydınlıkla karşılaşan gezimli duygudan doğar. Hem karanlığı, hem güneşi bilmek isteyiştir. İnanç bu ikili anlayışın karşılıklı çatışmasında doğar. Bilemedikçe birinden birine taraflılıkla paradoks oluşturur. Güneşin ve karanlığın, aynı görünüşün birbirini gerçekleyen yanı olduğunu, buradaki zaman faz kayma frekansları, bizdeki aydınlıkta süt liman oluşla, karanlıkta tedirgin oluş karşılaşma çakışmamasının, inançsal alt yapısı değinme noktaları oluşturulur. Bu noktalar sizi çekeyle yoğunlaştırır ki bu duyuş bir yükleniştir.

İnanç yapının gelişmesinin sonucu idi. Arkaik olarak genlerden gelen duygularla çevreden gelen yansı algılar, yansı yaşantılar olarak var oluyordu, Bunlar insanın bedenin yaşamaktan asla kurtulamadığı duygular ve etkilerdi. Bedenindeki ve çevredeki, somut gerçekliklerin, kendini merkeze alan, her şeyi kişinin ve kendisinin çevresinde dönen durumlar olarak yorumluyordu. Bu da, kaçınılmaz bir şeydi.

Biz bile şu anda öyleyiz. Deprem olur, o anda paralize olup, bir an için çevremizde sanki hiç kimse yoktur. Sadece kendimiz için korkarız, canımıza sinişimiz vardır. Bir ölüm, bir kaza duyarız, vah vah! Derken daha, kendimizi bir an olayın merkezine koyup, kafamızda duyumlarla, kendimizi özdeşleştirerek, düşünme ve anlamalar geçiririz. Hani nerede ise, düşünmeye gark olan kanılarımız da bu siniş meyi, iyi ki ben değilim gibisine değerleriz. Gök gürler aynı şey. Bir silah sesi duyulur, önce kendimiz için korkar siper alırız, hatta şöyle durayım diye birden pozisyon alırsınız. Selameti sezince diğerlerini hatırlarız.

Sürecek 9

Bayram Kaya
Kayıt Tarihi : 20.6.2008 11:28:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Zeynep Nilgün Gökçeöz
    Zeynep Nilgün Gökçeöz

    Onaylayarak ve zevk alarak okudum....Hoşgörü...İşte kaybedilen en büyük değer......Kutluyorum.....

    Cevap Yaz
  • Osman Öcal
    Osman Öcal

    EMEĞİ İZİ TEBRİKLERİMLE VE TAM PUANLA KUTLUYORUM HOCAM.SELAM VE DU AİLE.

    Cevap Yaz
  • Cebbar Korkmaz
    Cebbar Korkmaz

    Akademik felsefi bir yorum sonderece güzel okunması gerekir diye düşünüyorum saygılarımla

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (3)

Bayram Kaya