Tıpkı kafasını masaya çarpışta, masayı döven çocuğun, masanın canını acıtmak için, masaya vurması da; masayı kendi gibi canlı sanmasındandır. Böylece mana algılaması dediğimiz “animist” kanıları vardı. İşte travma, bu animist sanısını, ağacın koruyuculuğu ile bütünleyip, içinde; o ağaca karşı, bir saygı sevgi seli oluşturacaktır. Hatta orayı kutsal sayıp, zamanla tabulaştıracaktır.
Bu saygı duyuş, “artık zamanın” eğlence ve oyunlarında, aklına geldikçe bir takım hareketlerle, hatırlama davranışları ile saygılaşma yâd edişlerine neden oldu. Sonrada tekrarlanabilir tutumlarla bu tavrını kurallaştırdı. Üzüm üzüme baka baka kararırdı. Artık bir etkileme ve etkilenme, taklitsel süreçleri devreye girerek, inançsal, büyüsel, tutumları doğmaya başladı.
Burada ikinci bir asıl konu, “artık zaman”, hünerlerin ortaya konup, geliştirilmesini de sağladı. Bu hem “gelişme”, he de yeni bir “yapı” idi. Yapı kendi içinde; saban bulanı, sabanı kullananı da çıkarmıştı. Yani sabansız yapının içinde, sabanlı yapı çıkmıştı.
Ama bir sorun vardı. Sabanın devamlı üretilmesi gerekiyordu. Daha henüz yeni ortaya çıkan saban, “yapısı”, hemen sorun olmuştu. Bu aşılmalıydı, ama nasıl? Sabanın üretiminden, sabanı yapana pay vererek, bu sorun da, yapının içinde yapının kendisi ile çözüldü. Yani, “yapının kendisi çözüm” olmuştu. Hiçbir dış karışması yoktu. Bu bir kendi kendini organize idi. Doğrusu, “yapı”, “yapı içinde” çıkıyor; “yapının kendisi sorun” oluyor; “yapı kendi sorunu çözüyordu. 'Bilimsel söyleyişle dissipatif süreçsel oluşumdu.
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.