Çocuğunu evlendiren bir öğretmen abimizin daveti üzerine düğüne gitmiştik o akşam. Gökyüzü berraktı. Tebessüm edercesine yıldızlar parlıyordu ipil ipil. Havanın ideal sıcaklığı düğünün sıcak atmosferine karışıp bizleri mutlu anların ülkesinde gezdiriyordu aheste aheste. Zaman hızla akıyordu, gökte kayan yıldızlara nispet yaparcasına. Düğün merasimi daha bitmeden bazı arkadaşlarla damadı tebrik ederek salondan çıktık. Eve vardığımda neşeyle üstümü değiştirip oturma odasına geçtim. Saat 22.30 civarındaydı. Açık olan televizyonda garip bir görüntüye ilişti gözüm. Bir ana yolda biraz tank, biraz da asker görüntüsü. Detaya bakmadan geçtim. Fakat içimde galiba Afrika Kıtası’nda az gelişmiş bir ülkede gene sıkıntı var, diye düşündüm. Birkaç kanalda alt yazı olarak tekrar gördüğüm haberin Türkiye’de olabileceğine dair hiçbir ihtimal yoktu zihnimde.
Demokrasi yolunda ciddi adımlar atmış, ekonomik olarak her yıl büyüyen, gelişen ve dönüşen bir ülkede askeri darbe kimin aklından geçebilirdi ki? Askeri darbeyi gerektiren ekonomik, siyasi, askeri, sosyolojik açılardan kayda değer hiçbir gerekçe görünmüyordu. Müslüman ülkelerin rol model aldığı; tüm dünya ülkelerinin olumlu gelişmesine gıptayla baktığı Türkiye’de askeri cunta kavramı tarihin tozlu raflarındaydı artık. Kim, neden, niçin darbe teşebbüsünde bulunsun ki? Zihnim cevabını bulamadığı, anlamadığı soruların karanlık dehlizlerinde debelenip duruyordu. Evdekilerin sorularına, isteklerine hiç cevap veremeyecek kadar hissizleşmiştim o anlarda. Bir anda Atatürk Havaalanı yazısı ilişti gözüme. İnanamadım. Bir daha, bir daha baktım. Aman Allah’ım! Olamaz! Hayır olamaz böyle bir şey! Dizlerimde derman, gözlerimde fer tükendi o an. Öfkeden kaskatı kesildi her tarafım. Koyu bir kasvet kapladı sol yanımı. Üzerimdeki şoku atlattığımda Başbakan’ın ilk demeci düştü haber kanallarına. Mesele netleşmişti artık. “Kimin? Niçin?” bu ihanete yeltendiğini şaşkınlıkla, esefle ve öfkeyle öğrenmiştik.
Hızlı bir şekilde giyindim. Fakat gözümün önünde duran elbiselerimi göremez olmuştum. Elimdeki malzemeleri başka yerde arar oldum içimde depreşen öfkenin şiddetinden. Çocuklarıma hazırlanmalarını söylediğimde eşimin yalvaran sesini duydum: “Durum çok vahim, ne olursun çocukları götürme!” dedi. Eşimle göz göze geldiğimde ne kadar öfkeli ve kararlı olduğumu gördüğünde sadece “sen bilirsin” diyebildi. Alev alev yanan gözlerime bakarak: “Lütfen beni habersiz bırakmayın,” diyebildi. On yedi yaşındaki büyük oğlum Akif ile on üç yaşındaki oğlum Asım’la beraber dışarı çıkarken eşimle bir daha göz göze geldik. Tek kelime etmeden beden diliyle vedalaştık. İsmini Merhum Mehmet Akif’ten alan ve İsmini Mehmet Akif’in müjdelediği Asım’ın Nesli’nden alan iki gencin böyle zor zamanlarda dışarı çıkmamaları kabul edilir bir şey mi? Merhum üstadın kemikleri sızlamaz mı? Böyle bir gece için büyüttüğüm iki oğulla karanlık gecenin kalbine ok gibi fırladık. Özgürlüğümüze, irademize ve dalgalanan bayrağımıza ipotek koyanlara karşı ölümüne yürüyorduk. Telefonda konuştuğum öğretmen arkadaşlarla bir araya geldiğimizde sayımız yirmi civarındaydı. Bir saat içerisinde sayı binlere ulaştı. Her saniye büyüyen, vatanına, istiklaline ve istikbaline düşkün kalabalığı zapt etmek iyice zorlaşmıştı. Belediye başkanımız, yangın alevinden daha gür olan kalabalığın öfkesini, tepkisini kanalize etme konusunda büyük gayret sarf etti o akşam. Çoğu belediyelerin yaptığı gibi belediyemiz de o akşam askerlerin tüm çıkış yollarını kapatmıştı belediyenin araçlarıyla. O gece yazılan destanda belediyelerimizin büyük payı vardı.
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta