İlkler - 7 (Hikmet Çocuk 'un İlkleri - 7)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler - 7 (Hikmet Çocuk 'un İlkleri - 7)

İlk Yanlış Adım

Hikmet Çocuk evden eşine zor rastlanır bir şaşkınlık içinde haykıra haykıra fırladı:
- Beybam osurdu… Beybam osurdu… Beybam osurdu…
İçerideki işini-gücünü bırakan ana, rüzgarlar gibi uzaklaşan oğlunun arkasından bağırmaya başladı:
- Hikmeeet… Oğluuum… Ayıptııır… Rezil-rüsvay etme bizi ele-güne karşııı…
Hükmet Çocuk bahçeye, bahçedeki meyve ağaçlarına, ağaçların dallarına-yapraklarına, dallarda ötüp duran kuşlara, otlar arasında cırlayan böceklere, tozlu-tozaklı sokağa, sokaktaki evlere, evlerin duvarlarına, Ermeni maşatlığına, Küpeli ‘den gelen yola, gördüğü-karşılaştığı herkese ve her şeye olayı duyura duyura Cumhuriyet Alanı ‘na doğru vurdu gitti, vurup koştu, uçtu:
- Beybam osurdu…
Alanda oyun oynamakta olan bir alay çocuk oyunu-moyunu bir anda bırakıp onunla birlikte koşmaya, turlar atmaya, uçmaya, bağrışmaya koyuldu. Lokomotifi ne yana giderse; o yana giden, ne yana kıvrılırsa; o yana kıvrılan, ne yana dönerse; o yana dönen, ne yana kayarsa; o yana kayan bir vagon katarını andıran çocuklar, öylece Hikmet Çocuk ‘un arkasından koşuyor, onu izliyor, ona atılıyor, ona saldırıyorlardı.
- Hikmet ‘in beybası osurmuş, koşuuun…
Hikmet Çocuk, arkasındaki çocuk alayıyla birlikte alçacık ve yıkık çevre duvarını aşarak Ermeni maşatlığına atladı. Sanki; güçlü bir rüzgarda gökyüzüne dikilip o yana-bu yana kafa atan uçurtmalara dönmüştü ve ardındaki çocuklar da, onun uzun, renkli ve hareketli kuyruğu olmuşlardı. Uçurtmanın kellesi uçmaktan ve kafa atmaktan yorulup uçurtmasıyla birlikte maşatlığın kuru otları arasına düşünce, kuyruk da onun çevresine düşüp yerlere serilmek zorunda kalmıştı.
- Bu senin beybanın osuruğu essah mı?
- Ne zaman osurdu beyban?
- Peki, beyban saat kaçta osurdu?
- Ula valla yalan, beybanın osurduğu kuyruklu yalan.
Hikmet Çocuk, eşi-benzeri görülmemiş bir sevinç, eşi-benzeri görülmemiş bir şaşkınlık ve eşi-benzeri görülmemiş bir gurur içindeydi. Tadına doyamadığı bir şey yemişçesine habire dudaklarını yalıyor, habire çevresindekilere küçümseyen bakışlarla bakıyor, habire olayı anlatma konusunda nazlanıp sabırları habire sulara düşürüyordu. Olur ki; anlatmaktan cayar korkusuyla çocuklar onu kızdırabilecek her sözden, her davranıştan kaçınıyor ve anlatmasına elverişli havayı yaratabilmek amacıyla elden gelen özeni göstermeye çabalıyorlardı
Ve kral, en sonunda lütfedip ayağa kalkarak beklenen konuşmasını yapma inceliğini gösterdi:
- Tanrı8 ‘nın varlığına ve birliğine andlar içerim ki; Nacar marka saatimizin zili sekizi çaldığında, ben beybamla birlikte evden çıkmaya hazırlanmaktaydım. Beybam sol ayağını yerden kaldırıp merdivenin basamağına koydu. Kundurasının bağını bağlayıp ayağını yere indirdi. Sonra obir ayağını yerden kaldırıp basamağa attı. Ayakkabısının bağını bağlamak üzere öne doğru eğildi ve işte o anda da osurdu.
Andın inandırıcılığı olayın inanılmazlığının kanıtı gibiydi. Fakat her andın her inanılmazı inanılır yapmaya yetmediği de ortadaydı. Zira; anında çevreden tepkiler yükselmişti:
- Yalan…
- Hemi de guyruklu yalan…
- Ula oğlum, eyle yalan söyle ki; daş osursa, deve güle.
- Yalan ki, ne yalan…
- Sen nereden anladın yalan olduğunu?
- Eyle de bir anarım ki; hemi de şıp diye. Beybalar osurur mu lan?
- Senin Tanrı ‘ya inancın yok mu be? And içtim. Daha ne yapayım, inanasın diye? Resmen osurdu Beybam. Ben de tıpkı senin gibi; beybaların osurmadıklarını sanıyordum. Ama kesinlikle söylüyorum ki; osuruyorlar arkadaş.
- Ula oğlum, sen oni aha benim bu külahlıma anlat. Kanıtın nedir? Duydun mu sesini gulahlarınnan?
- Elbette durdum.
- Boşver, boşver. Ben beni bildim bileli, benim babam bir kere bile osurmadı. Beyban nerden osuracak?
- Öyle de bir osurdu ki, top gibi.
Hikmet Çocuk yerinden kalktı. İnanan-inanmayan arkadaşlarının arasından bir kral çalımıyla geçti ve maşatlığın arka duvarına doğru yürüdü. Kalanlar bir süre onun gidişini izlediler, sonra ipi kopan tespih taneleri gibi dağıldılar.
Hikmet Çocuk, yaşının küçüklüğünü bir yana bırakarak bildiğini sandığı şeyleri yeniden sorgulamaya başladı: Kaleden kaleye bir adımda atlayabileceğini sandığı beybası, yoksa atlayamaz, düşer, bacağını mı kırardı? Evrendeki her şeyi ıcığına-cıcığına kadar bildiğini sandığı beybası, yoksa bazı şeyleri bilmiyor muydu? Yoksa onun da bilmediği ve ileride de bilemeyeceği bazı şeyler mi vardı? Yırtıcı bir aslanı bir yana sıkıştırıp evire-çevire, sille-tokat dövüp haşat edebileceğini zannettiği beybası, yoksa aslanın tek bir gürlemesini ta uzaklardan duyup tabanlarını mı yağlardı?
Beybası Hikmet Çocuk ‘un gözünde bir şey değildi, her şeydi. Güçlüydü, becerikliydi, korkusuzdu, bilgiliydi, akıllıydı. İstese; bir dikiş iğnesinin deliğinden bile geçebilir, rüzgarla yarışıp onu yolda bırakabilir, parmağını yerden uzatıp gökteki aya değdirebilir, bir deveyi dişleriyle havaya kaldırıp başının üstünde bir-iki döndürdükten sonra fırlatıp atabilirdi. Beybası büyüktü, en büyüktü. Beybasından daha büyük olan sadece ve sadece Tanrı ‘ydı. Beybası susamaz, acıkmaz, yorulmaz, uyuklamazdı. Acıktığı, susadığı, kendisini uyku tuttuğu için değil de, sadece gerekli gördüğü için beybasının yemek yediğinden, su içtiğinden, uyku uyuduğundan emindi. Bunların tümü zaman zaman aklından geçmişti ama beybasının osurabileceği, tuvalete gitmek zorunda kalabileceği o ana kadar aklının ucundan bile geçmemişti.
Olay ortadaydı: Ayağını merdiven basamağına koyup kundurasının bağını bağlamak için öne eğildiğinde beybası resmen ve resmen osurmuştu.
Hikmet Çocuk, tek bir osurukla temelinden sarsılıp yıkılan ve bir anda darmadağın olan kendi değer yargılarını yeniden gözden geçirmek zorundaydı. İşin ilginç yanı şuydu: Bu olay onu zerre kadar üzmemiş, üstelik de aklına-hayaline gelmeyecek bir ölçüde gururlandırmıştı. Zira; bu, beybasının her konuda kendisinden hiç de farklı, hiç de üstün olmadığının kanıtıydı. Bu yüzdendir ki; beybaya hiçbir hususta erişilemezlik, en azından bir hususta erişilebilirlik anlamına gelmişti.
Ermeni maşatlığının arka duvarından ekilmemiş tarlalara atlarken özellikle zorlandı ve “Cız” diye osurdu. Sonra maşatlık duvarının çevresinden dolanıp oracıkta uzuneşek oynayan ylınayak-başıkabak çocukların arasına katıldı.
- Uzuneşek…
- Yorgan-döşşek…
- Saat kaç? ...
- Beş…
- Bir, iki, üç, dört, beş…
Birini-ikisini değil, tüm oyunları oynadılar: Uzuneşek, Güvercin Taklası, Domino, Tütünüm Eğri, Saklanbaç, Alman-İngiliz-Fransız, Körebe, Sobe, Çizgi, Beştaş, Cüz, Dama, Çlik-Çomak, Bezirganbaşı, İp Atlama, Birdirbir, İpçekmece, Köşekapmaca, Karınca, Uzunatlama, Çömlek Patladı, Issı Hamam Kubbesi, Sıra Çekici, Tellikavak, Kız Taklası, Taş Sürme, Merdiven Basamağı, Düz Sekme, Mezara Gömme, Dul Avrad Taşlama, Mendilim Düştü, Eşim Eşim Seni Süren Kim, Leppik, Elsende, Elim Elim Epenek, Çimdik, El Üstünde Kimin Eli, Tekme, Fındık Atma, Bilye, Mile, Papel, Aşık, Sürmeçekme, Mandallama, Dirsek Döğüştürme, Bilek Güreşi, Cirit Atma, Cep Doldurma, Hırsız-Polis, Kız Kaçırma, Evcilik, Koltuğa Verme.
Gün bitmiş, bedenler eskimiş, güçler tükenmiş fakat oyunlar tükenmek bilmemişti. Oyun bedenin ve ruhun acılarla, sorunlarla, baskılarla, yokluklarla alay etmesiydi. Az biraz dışa kapanma, az biraz içe açılmaydı. Oyun zaman içinde zamansızlığı yaşamaktı. Oyun; gelecekteki rol yapma gereksiniminin haldeki araştırmasıydı. Hikmet Çocuk, oyunun bir hareketli uyku hali olduğunu düşünmekteydi.
Akla karanın birbirinden zor seçildiği vakitlerdi. İlçe, evleriyle, bahçeleriyle, sokaklarıyla, caddeleriyle, alanlarıyla, tarlaları ve çayırlarıyla karanlıklara gömülmeye hazırlanmaktaydı. Herşey ve herkes sabahleyin erkenden uyanabilmek için akşamleyin erken yatmak zorundaydı. Zira; “Tanrı, gündüzü uğraşıp didinmek, geceyi de yatıp uyumak için yaratmış.” tı. Yakın evlerden sık sık uyarılar gelmekteydi:
- Ahmeeet…
- Mehmeeet…
- Mustafaaa…
- Receeep…
- Aliii…
- Abdurrahmaaan, gelsene artııık… Yerler mühürlendiii… Dar vakittiiir… Kapıyı kapatırsam sabaha kadar kalırsın oralardaaa…
Çocuklar, başına çullandıkları yemleri yerken, küçük bir tehlike yüzünden herbiri bir yana kaçan serçeler gibi uçuştular.
Hikmet Çocuk eve, bir sıkışmanın en son deminde ulaşabildi. Maltataşı döşeli taşlıkta kimsecikler yoktu. Ortadaki sehpaya koyulmuş bakır şamdanda bir mum yanmakta, mumun kirli alevi o yana-bu yana dalgalanmakta, ışık duvarlarla tavanda gezinip durmaktaydı.
Tuvalet, taşlığa içerden eklenen üç duvarla yapılmıştı. Tahtaları zamanla aralanmış, kağşamış, tahtalarında yer yer budak delikleri oluşmuştu.
Hikmet Çocuk ‘un eğilecek, kunduralarının bağlarını çözebilecek, onları çıkarabilecek, takunyaları bulup giyebilecek ve ancak ondan sonra tuvalete adım atabilecek zamanı kalmamıştı. İlk oyundan bu yana birikmiş olan sidiği körpe leyleği çoktan amaca uygun duruma getirmişti bile. Ne eğildi, ne kunduralarının bağlarını çözdü, ne onları çıkardı, ne takunyaları takındı, ne de tahta kapıyı açıp tuvalete girdi. Altına işememek için, görülmemiş bir ivedilikle yuvasından çıkardığı leyleği budak deliklerinden birinden içeriye soktu. Sokar sokmaz da attırmaya başladı. İşte o attırma anındaydı ki; beybasının öfkeli fakat şaşkın nağrası evi zorlu bir deprem gibi sarstı:
- Ulan hayduuut… Ben buradayııım… Tuvaletteyiiim… Dur ulaaan, üstüme attırıyorsuuun… Naimeee, koş durdur bu itiii, imdaaat…
Neye uğradığını bilemeyen Hikmet Çocuk, leyleği delikten çıkarır çıkarmaz, tertemiz taşlığı sidik içinde bıraktı ve can korkusuyla basamaklardan aşağı koşup karanlık kilere sığındı.
Yukarıdan açılıp kapanan kapıların gıcırtıları, koşuşan ayak pat-patları ve anayla babanın sesleri gelmekteydi:
- Aman Hüseyin Bey, ne bu saçlarının, yüzünün-gözünün, omuzlarının hali Tanrı aşkına? Ne oldu? Niçin bağırıyorsun? Neden imdatlar istiyorsun? Borular-morular mı patladı, sular içindesin?
Hikmet Çocuk beybasının kahkahalarla güldüğüne tüm yaşantısında daha ilk kez tanık olmaktaydı:
- Ne suyu kızım? Sidik, sidik. Senin bu Deli Dumrul üstüme işedi. Tuvaletteydim. Şamdanı içeri alamadığımdan, oğlan boş sanmış olmalı içeriyi. Neye uğradığımı anlayamadım. Tuvalete girmedi. Leyleği budak deliklerinden birinden soktu, sokmasıyla üstüme attırması da bir oldu. Budak deliğinden birdenbire bir leylek çıkabileceği aklıma mı gelirdi? Sonra kaçtı. Sanırım; şu anda da kilere işiyordur. Git getir şunu, acıkmıştır.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 149-156/219

Devam edecek...

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 2.3.2007 23:12:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu