İlk İstiklâl Marşı
Bahar Hikmet Çocuk ‘u büyülemişti.
İlçede biri “İstiklâl”, obiri “İnkılâb” adında iki ilkokul vardı ve o, “İnkılâb” İlkokulu ‘nun birinci sınıfında okumaktaydı.
Başında, çevresi tek sırmalı siyah bir kep taşıyordu. Parlak siyah renkli pantolonunun paçaları çıplak dizlerinin üstündeydi. Sırtında parlak siyah bir önlük ve boynunda bembeyaz bir yakalık mevcuttu. Ayaklarına yeni alınmış olan beyaz yazlıklarını giymişti.
Ruhu, süt rengi çiçekler arasında cıvıldayarak kanat çırpan kuşlar gibiydi. İnmek, ayaklarını toprağa basmak bilmiyor, sürekli olarak uçuyor, uçuyor, uçuyordu. Evden okula gitmek için çıktığı halde, okula gitmesi gerektiğini bile unutmuştu. İki yandan yapılarla çevrilmiş olan toprak yolda, karşılaştığı her şeye bakıyor, baktığını-gördüğünü yercesine, içercesine, solurcasına içine sindirmeye çalışıyordu.
Kokuları ruhlara işleyen ve gönülleri sarhoş eden leylaklar, mor salkımlar halinde bahçe duvarlarının üstlerinde sere-serpe güneşleniyorlardı. Meyve ağaçlarının bembeyaz, taptaze, körpecik çiçekleri bahçelerin bayramlıklarına benziyordu. Evleri, bahçeleri, çiçekleri, çimenleri ve yemyeşil tarlaları sımsıkı kucaklayan günün taze serinliği daha yeni ısınmaya başlamıştı. Körpe gölgeler bir uçtan bir uca leylak kokuyorlardı. Çevresi ılık yeşil sürgünlerle kuşatılmış olan taş pınar leylaklar içindeydi. Güneşin ilk pırıltıları, taş oluktan taş yalağa akan duru suda yıkanmaktaydı. Kalbur dolusu serçe, yalağı bir kenara bırakmış, oluktan su içiyor ve pınarın oluğuyla taşları arasında pırpırlıyorlardı. Pınarın yanında birbirinden güzel, birbirinden körpe, birbirinden yaramaz iki köpek eniği altlı-üstlü oynaşıyor, sütdişleriyle birbirlerini ısırmaya çalışıyor, tırnaksız pençelerle birbirini pençeliyor, mini minnacık “Hev… Hev…” lerle birbirine bir şeyler söylüyordu. Ilık toprağa sereserpe uzanmış olan az ötedeki anaları, saklanmış bir gururla ve ilgisiz bir ilgiyle onları izliyordu.
Hikmet Çocuk köpeklerden hiç korkmuyordu. Zira; onlar masallarındaki “Köpek Kardeş” leriydi. Kendisi onları sevdiği için onların da kendisini sevdiklerinden emindi.
Alfabesiyle defterini sağ kolunun altından sol kolunun altına aktararak ana köpeğin önünde sevgiyle çömeldi ve eliyle başını okşamaya başladı:
Sen bir pınar köpeği misin? Kimsecikler bu duru suyu kirletmesinler diye mi bekliyorsun? Senin mini-minnacık yavruların mı var? Sen onların yaramazlıklarından mı hoşlanıyorsun? Senin yavruların çok mu güzel? Böylesine güzel yavruların var diye sen çok mu şımarıyorsun? Burada olduğunuzu bilseydim; etli etli kemikler getirirdim ben de size. Ne yazık ki; bu anda kemik falan yok yanımda. Çünkü; ben okula gidiyorum. Okula giderken kemikle gidilmez ki. Ben tertemiz gidiyorum okuluma. Bak, nasıl bir kesmişim tırnaklarımı, nasıl bir fırçalamışım dişlerimi, akıllım. Ne kadar şaşılacak şeydir ki; sen diş bile fırçalamadığın halde, senin dişlerin benim dişlerimden beyaz, senin dişlerin benim dişlerimden temiz.
Hikmet Çocuk, eniklerine elatmadan önce, ananın okşanıp sevilmesi gerektiğini biliyordu. Bu bilgisi doğru bir bilgi olmalıydı ki; köpek, eniklerinin birer birer kucağa alınmasına, sevilmesine bir tek kere bile karşı çıkmadı. Eniklere gelince; onlar tatlı tatlı mızıldandılar, sevilip okşanmaktan hoşlandılar ve körpe dilleriyle Hikmet Çocuk ‘un çenesini-yüzünü yaladılar. Ana, onların sevildikten, okşandıktan sonra yerlerine bırakılacaklarından emin gibiydi. Öyle de oldu. Hikmet Çocuk enikleri yere bırakıp uzaklaşırken, yavrular onun peşinden birkaç adım koştular, gitmemesi için “Veh… Veh…” lediler ve sonra yeniden kendi yaramazlıklarına döndüler.
Leylak kokuları içindeki çiçekli yol, az ötede inişe vurmuştu. Yaşlı bir kadın, elindeki yeşil bir dal parçasıyla önündeki ineği yokuş yukarı çıkarma kaygısındaydı. Hemen arkalarından gak-gaklayan ve paşa paşa yürüyen bir-iki kaz göründü ve kazlar kendisine değer bile vermeden, ağır ve güvenli adımlarla çiçekli bir yıkıntıda kayboldular.
Hikmet Çocuk, bir sağ ayağının, bir de sol ayağının üstünde seke seke ilerlemeye koyulmuştu. Okul görününce, bu sekmeli yürüyüş soluk soluğa koşuya dönüştü.
Okulun bahçesi pazaryeri gibi kalabalıktı. Önlüklü-önlüksüz bir dizi çocuk sevinçli haykırışlarla şuraya-buraya koşuşuyor, oyunlar oynuyor, birbirleriyle ayakta söyleşiyor, birbirlerinden bir şeyler kaçırıyor, birbirlerini kovalıyor, bir-iki dizesi olan fakat gerisi olmayan şarkılar söylüyorlardı. Okulunun önündeki çifte trabzanlı taş merdiven çocuk doluydu. Ve körpe bahar havasında yine körpe leylak kokusu vardı.
Bahçedeki körpe bağrışlar ve bitip tükenmeyen kaynaşmalar çalan zilin sesiyle bıçak gibi kesilivermişti. Zil sesinin ardından, elindeki kısacık ve incecik çubuğuyla başöğretmen okulun taş kemerli kapısında göründü. İçeriden birer birer çıkan kadınlı-erkekli bir öğretmenler grubu, başöğretmenin yanından korka-çekine geçerek ve taş basamakları birer birer inerek öğrencileri Atatürk büstünün önünde sıraya sokmaya koyuldular.
- Haydi çocuklar, sıralanın… Herkes kollarını önündeki arkadaşının omuzlarına koyup mesafesini ölçerek yerini alsın ve artık konuşmayın: Bayrak Töreni başlamak üzere…
Atatürk altındandı. Sabah güneşinin körpe ışıkları altında Atatürk Atatürk parlıyordu. Yüksek bir dayanağın üstünde Atatürk Atatürk duruyordu. Fakat kolları olmadığı gibi, göğsünden aşağısı da yoktu. Dayanağın tam altında “Türk, Övün. Çalış. Güven” sözcükleri yeralmaktaydı.
Hikmet Çocuk, Türk olduğu için önce övünmesi, sonra çalışması, çalıştığı için de kendisine güvenmesi gerektiğini, bu sözcükleri ilk gördüğü, bu okula ilk geldiği gün kendiliğinden öğrenmişti. Ama Atatürk ‘ün kollarının, ellerinin ve göğsünden aşağısının neden olmadığını kendiliğinden bir türlü bulup çıkaramıyor, kendiliğinden bir türlü öğrenemiyordu. Bunu kendisine birinin, bir başkasının öğretmesi gerekiyordu fakat kimse de öğretmiyordu. Evde beybasından sormuş, yanıtını alamamıştı. “Beyban hamal olsa ve gereken yanıtı bilmese; ne yapardın? ” “Kendim araştırırdım, kendim düşünürdüm, kendim bulurdum.” “Yap öyleyse dediklerini.”
- Öğrenciler, susun… Konuşmayın artık…
Okulun en uzun boylu öğrencisi Atatürk büstünün önünde durmaktaydı ve elindeki uzun çubukta büyükçe bir bayrak vardı. Bayrak “Bizim Bayrağımız” dı, “Türk ‘ün bayrağı” ydı. Uğruna seve seve kanımızı dökmemiz, seve seve canımızı vermemiz gerektiğini biliyordu. Ama bu bayrağın çubuğa takılı yerinin neden diklemesine beyaz, zemininin neden kırmızı, ayla yıldızın neden beyaz olduklarını, ayın neden yarımay veya dolunay olmadığını, yıldızda neden beşten az, beşten çok köşe bulunmadığını Hikmet Çocuk bilemiyordu. Öğretmenleri neden kendilerine bunları anlatmamışlardı? Bu bayrak Türk ‘e nereden bayrak olmuştu? Bayrak aslında Türk ‘ün nesiydi? Bayrak Bazan neden direklerde, Bazan neden yapıların balkonlarında-pencerelerinde, Bazan neden böyle uzun boylu öğrencilerin ellerindeki çubuklardaydı?
Öğretmenlerin tümü, yüzleri bayrağa dönük olduğu halde sıraya girmişlerdi. Onlardan sadece biri öğrenci dizilerinin önündeydi ve yüzü çocuklara, arkası bayrağı tutana doğruydu. Elinde bir çubuk vardı ve bu çubuk başöğretmenin elindeki çubuktan bile uzundu. Hem sağ eliyle bu çubuğu havada tutuyor, hem de öğrencilere seslenip duruyordu:
- Ben “Bir, ki, üç” deyince, hep bir ağızdan İstiklâl Marşı ‘mızı söylemeye başlayacağız. Hazırlanın. Dikkat. Bir, ki, üç.
Uyarıdan sonradır ki; tüm öğrenciler öğretmenleriyle birlikte marşa başladılar:
“Korkma, sönmez bu şafak…
Larda yüzen alsancak.
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak, o be.
Nim milletimin yıldızıdır parlayacak. O benim…
Dir, o benim milletimindir, ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal,
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celal, sana…
Olmaz dökülen kanlarımız sonra helal, hakkıdır…
Hakka tapan milletimin istiklâl.”
Öğrenciler, öğretmenlerinin gözetimi altında ve diziler halinde okula ve sınıflarına girmeye koyuldular. Hikmet Çocuk, yanındaki arkadaşlarının kimler olduğunu, basamakları ne zaman çıkıp bitirdiğini, sınıfına ne zaman girdiğini, Hayat Bilgisi dersinin ne zaman başladığını hiç anımsayamıyordu. Kafası allak-bullaktı. Arkadaşlarının her şeyi bildiklerini, sadece kendisinin hiçbirşeyi bilmediğini düşünüyor, bilmediklerini sormaya çekiniyor, başkalarına alay konusu olmaktan korkuyor, o sormadan da hiç kimse kendisine, o bilmek, o öğrenmek istediklerini söylemiyor, anlatmıyor, öğretmiyordu.
İstiklâl Marşı ne demekti? İstiklâl neydi? Marş neydi? Niçin İstiklâl Marşı ‘nı her pazartesi günü derse başlamadan önce ve niçin her cumartesi günü dersten sonra söylüyorlardı? Bayrak niçin İstiklâl Marşı söyleneceği zaman ortaya çıkarılıyor, başka günlerde de ortaya çıkarılmıyordu? Bu marş söylenirken niçin öğretmenler ve öğrenciler hazırola geçiyorlardı? Marşı söyleten öğretmenin elinde niçin o ince, uzun çubuk vardı ve niçin çubuğuna boşlukta ilginç hareketler yaptırıyordu? Marş okunurken herkes yüzünü bayrağa çevirdiği halde, o niçin bayrağa arkasını dönüyordu? “Korkma, sönmez bu şafak” neydi? “Larda yüzen Alsancak” ne demekti? “Sönmeden yurdumun üstünde” sözcükleri ne anlama geliyordu? Marşın bir yerinde niçin “Tüten en son ocak, o be” deniyordu? Neden “Nim milletimin yıldızıdır parlayacak o benim” diyorlardı? “ Dir o benim milletimindir ancak” ne anlamda söyleniyordu?
Yoksa; İstiklâl Marşı derslerin başladığını veya bittiğini vurgulayan bir simge miydi?
Marşın sonunda neden “İstiklâl” den söz ediliyordu?
Hikmet Çocuk, ilçede iki ilkokul bulunduğunu, kendi okullarının adının “İnkılâb”, obir okulun adının da “İstiklâl” olduğunu anımsadı ve yetersiz de görünse; sorularına az-çok bir yanıt bulabilmenin sevincini yaşadı. Bulmacayı çözmüştü: Kendileri İnkılâb İlkokulu öğrencileri olarak her pazartesi ve her cumartesi günü, onların marşını yani “İstiklâl Marşı” nı söylerken, onlar da aynı günlerde kendilerinin marşını yani “İnkılâb Marşı” nı söylüyor olsalar gerekti. Okulunda bu marş “İstiklâl” diye bitirildiğine göre; İstiklâl İlkokulu” nda da aynı marş “İnkılâb” diye bitiriliyor olmalıydı. Belki de ortada bir centilmenlik yani bir incelik anlaşması vardı.
Hikmet Çocuk başını kaldırdı. Hayat Bilgisi Öğretmeni üstüne eğilmiş, onun beş numaraya vurulmuş başını okşamaktaydı:
- Hikmet… Yavrum, acaba kimlerin camını kırıyorsun hayalinde? Acaba hangi kuşu vuruyorsun sapanınla? Acaba hangi kapının zilini çalıp kaçıyorsun?
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 129-136/219)
Devam edecek...
İsmet BarlıoğluKayıt Tarihi : 1.3.2007 14:30:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!