İlkler-32 (Hikmet Dede 'nin İlkleri - 4)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-32 (Hikmet Dede 'nin İlkleri - 4)

Sırlara İlk Dokunuş

Değdiği yeri bıçak gibi kesen kış rüzgarı akşam ezanından sonra çıktı. Birbaşlarına kalmış karlı sokaklar, perdelerini ıssız sokaklara kapatmış evler, karın karnı altında nereye gideceğini bilemeyen gariban yollar, kardan yapraklar kuşanmış ağaçlardaki iğreti yuvalarında ötmeye korkan kuşlar rüzgarın egemenliğine çarçabuk giriverdiler.
Durgun gözlerle önündeki ocağın yükselip alçalan, yelpirdeyen, dönen dolaşan, esneyip yaylanan alevlerine dalıp gitmiş olan Hikmet Dede, önce kulaklarının seslendiğini sandı, sonra soluğunu tutup kapıya kulak verince, donmuş tahtalara inen yumruk seslerini rüzgarın ulumasından ayırabildi.
- Güm… Güm… Güm…
- Kimdir o?
- Tanrı ‘nın bir konuğu Dede ‘m… Bir Tanrı Adamı… Bir garip…
Hikmet Dede duvardaki gazlambasını asılı durduğu çividen alıp arkasına devimsi gölgeler bırakarak fersiz adımlarla yürüdü ve rüzgarın zorladığı kapıyı açtı.
Rüzgarın etkisiyle alevi pırpırlamaya başlayan lambanın kirli sarı ışığı altında elifi elifine kendisine benzeyen yaşlı bir adam durmaktaydı. O da ak-pak saçlı, ak-pak sakallı, o da orta boylu, o da esmer, o da yorgun-bitkin, o da fersiz-takatsiz, o da yıpranmış, ellerindeki lekelere, yüzündeki kırışıklıklara rağmen o da sevimliliğini koruyabilmişti. Aralarında, birinin hafif terlemişliğiyle, obirinin buza kesmişliğinden öte tek fark yoktu.
- İçeri gel, konuk. Tanrı ‘nın her konuğunun, her Tanrı Adamı ‘nın ve her garibin başımın üstünde yeri var. Hoş geldin, hoşluklar getirdin.
Hikmet Dede elindeki lambayı düşürmemeye çalışarak kapıyı sürgülerken ocakbaşına doğru ilerlemekte olan benzerine seslendi:
- Dede olacak yaşta bulunduğumu nasıl bilebildin, kapalı kapının arkasından?
Konuk gülümsedi:
- Nasıl bilemiyebilirim ki? Ben senim. Kaldı ki; bunu sesinden sezebilmek de hiç zor değil.
- Ss yaşın kanıtı mıdır?
- Yaşın kanıtı olan sesin kendisi değil, kaynağıdır.
- Başka ne biliyordun içeri girmeden önce?
- Adının “Hikmet” olduğunu ve beni beklediğini.
- Peki, dayanağın nedir?
- Bunun dayanağı; yaşlılıkta, insanın kendisinden başka bekleyebileceği kimsenin olmamasıdır.
Hikmet Dede, konuğuna ocakbaşında yer gösterdi. Tokalaşmak için elini uzattı. Ama o, gösterilen yere oturmayı pekilenmekle birlikte, kendisine uzatılan ele el uzatmayıp bunu tatlı bir gülümsemeyle önledi. Hikmet Dede, bir şey yapabilmiş olmak için, pek de gerekmediği halde, omuzlarına bir örtü alıp konuğunun karşısına oturdu:
- Doğru. Dedi. Ben seni yani kendimi bekliyordum. İşte; sen bensin ve benim kendimsin. Ama bunun nasıl böyle olabildiğini yeterince bilemiyor, yeterince anlayamıyorum.
Tanrı konuğu yanan ocağın başındaydı ama ısınmak için ellerini alevlere uzatmaya bile gerek görmüyordu. Oturduğu yerde gülümseyip durmaktaydı:
- Oysa bunu anlayabilmen hiç de zor değil.
- Nasıl?
- Dede ‘m, madde atomlardan oluşmuştur. En basit atom hidrojen atomudur. Bilinen evrenin yaklaşık yüzde doksanı hidrojen atomlarından ibarettir. Hidrojen atomunda bir çekirdekle tek elektron vardır. Çekirdek yani proton artı, elektron ise eksi elektrik yüklüdür. O eksi elektrikle yüklü elektron, protonun çevresindeki bir yörüngede dönüp durmaktadır.
Konuk ocakta yanan kütükleri görmüyor ve onların yanarken çıkardıkları çıtırtıları duymuyor gibiydi:
- Şimdi buna eşdeğerli bir başka atom düşünelim: Bu yeni atomumuz da yine bir çekirdekten ve tek elektrondan ibarettir, ancak; çekirdeği eksi ve elektronu artı elektrikle yüklüdür. Bu da bir hidrojen atomudur ama önceki atomun tersidir. Yani bir antihidrojen ve yani bir karşıhidrojen atomudur ve bu iki atom bir fotoğrafın negatifiyle pozitifi gibi birbirlerine benzerler. Bu düşünceden yola çıkarak diyebilirim ki; maddenin bir karşımaddesi ve evrenin bir karşıevreni mevcuttur. Bunların tümünün elektrik yükleri aynı değerli fakat karşıt olduklarından, bir hidrojen atomuyla karşıhidrojen atomu, maddeyle karşımadde ve evrenle karşıevren birbirlerine değip dokunduklarında, ortaya çıkacak birer patlamayla yok olup giderler. Anlatabildim mi Dede ‘m?
- Pozitifin kim olduğunu söylersen anlayabileceğimi sanırım.
- Pozitif sensin.
- Şimdi anladım: Sen KarşıHikmet ‘sin. Yani AntiHikmet ‘sin ve ne ben sana değip dokunabilirim, ne de sen bana. Biz ancak birbirimize bakıp durabiliriz böylece.
- Fazlasını da yapabiliriz Dede ‘m. Birbirimizde kendi kendimizi yaşayabiliriz ve karşılıklı oturup söyleşebiliriz.
- Öyleyse sen bunun için gelip konuk oldun bana, Muhterem
- Sanki sen de bunu özlemiyor muydun?
İki yaşlı adam büyük bir ilgiyle birbirlerini incelerlerken kendilerini alamayarak gülümsediler. Hikmet Dede, bakışlarını konuğundan ayırmaksızın sordu:
- Bu koşullar altında sana bir KarşıHikmet anlamında “Temkih” diyebilir miyiz?
Konuk soruyu başıyla onayladı:
- Diyebileceğimizi sanırım.
Hikmet Dede gülümsemeler içindeydi:
- Karnın ac mı Muhterem? Dedi. Getirsem mi bir şeyler? Yaratan ne verdiyse.
Konuk Hikmet Dede ‘nin bu sorusunu gülerek yanıtladı:
- Söylediklerimi yeterince anlayamadığını görüyorum Dede ‘m. Ben acımdan ölüyor olsam bile, senin evreninden tek lokma, tek yudum alamam. Zira; ben senin evreninde değil, onun yansıması olan bir karşıevrendeyim. Zaten, önemli olan da; bedensel açlık değil, ruhsal açlıktır. O bakımdan yiyecek konusunu bir kenara bırak da, sadece karşımda otur. Farkında değil misin? Sana beni bekleten, bana seni görmemi isteten tek şey karşılıklı söyleşme gereksinimidir. Esasen, sen benimle ve ben de seninle söyleşemezsek başka kiminle söyleşebiliriz ki? Benim senden, senin de benden başka kimsemiz yok.
- Bana sorarsan; yalnızlık mevhumdur yani yalnızlık diye birşey mevcut değildir. Çünkü; birbaşına sanılan insan aslında ikibaşınadır.
- Peki Dede ‘m, insan için böyle olsa da, gerçekte birbaşınalık yok mudur?
- Sence var mıdır?
- Bence vardır.
- Peki kimdir?
- Yaratıcı ‘dır.
KarşıHikmet ‘in bakışları Hikmet Dede ‘nin gözlerinin içine dikilmişti. Duvar dibinde oturur gibiydi ve sırtını da duvara dayamış görünmekteydi. Başının üstünde kalan gazlambasının kirli sarı ışığı altında saçları ıslak ıslak, yıldız yıldız parlıyor, yüzü ve sakalı tam seçilemiyor, ocakta yanan çam kütüklerinin oynaşan alevleri karşısında bedeni bir aydınlanıp bir kararıyordu. Sesi ılımlı, tatlı, etkili ve büyüleyiciydi:
- Var oluşundan bu yana insanoğlu, yanıtlayamadığı sorular içinde bunalıp durmaktadır. Gerçekte, bunlar onun değil, aklın soruları, aklın bunalımlarıdır. Soruları akıl sormakta, yanıtları o aramakta ve bulamadığında da o bunalmaktadır. Ne yazıktır ki; akıl aklına güvenemez. Zira; soruyu sormak kolay görünse de, yanıtı bulmak zordur. Ve evrenlerde bir büyük akıl, o aklın içinde de bir sonsuz akıllar dizisi vardır. Ve hiçbir akıl bir başka akıl kadar akıllı değildir.
KarşıHikmet kısa bir an durup Hikmet Dede ‘ye baktı, sonra sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Birbirinden değişik sonsuz aklın en belirgin ortak yanı; sorularının aynı oluşudur ve soruları şunlardır: Evren var mıdır? Varsa; evren nedir? Nasıl bir şeydir? Düz müdür, küresel midir? Sonlu mudur, sonsuz mudur? Kendiliğinden mi vardır, yoksa yaratılmış mıdır? Önceli mi yoksa öncesiz midir? Sonralı mıdır, sonrasız mıdır? Kendiliğinden varsa; varlığının dayanağı nedir? Yaratılmışsa; yaratıcısı kimdir, nasıl yaratmıştır, neden yaratmıştır? Dünya ve obirdünya var mıdır? Başka dünyalar var mıdır? Sonsuzluk mevcut mudur? Mevcutsa; nedir? Cinlerle, perilerle, şeytanlarla ilgili söylencelerin kaynağı ve bunların gerçek karşısındaki durumları nedir? Boyut nedir, uzay nedir, zaman nedir? Yaratılış var mıdır, yok mudur?
Hikmet Dede ‘nin bakışları ocağın alevlerinde ve bir eli bembeyaz sakalındaydı:
- Ve daha başka yüzlerce, binlerce soru. Akıl bu sorulara verilmesi gereken yanıtları bulamadığı için bunalımdadır ve mutsuzdur, açtır ve eksiktir. Her işin yolunda olduğu sanılan anlarda bile huzursuzlanması, bilineni bırakıp bilinmeyeni araması, yeniliklere çabuk alışıp onları doğallaştırması bu yüzdendir. Doyum ise, eksiğin tümlenmesinde bekler. Mide açlığı bedenle, beynin açlığı akılla ilgilidir. Akıl her soruşunda sırlar kapısını yumruklar ve onu aralamaya, açmaya çalışır. Ama bu çabalar gerekli oldukları kadar da, boşuna çabalardır. Çünkü; kapı arkası her akıl için değildir. Yanıtlar oradadır fakat girebilse de; her akıl orada aradığını bulamaz, bulabildiklerini de tanıyamaz. Yanıtları bulabilmek ve tanıyabilmek bir düzey ve yetenek işidir. Gerçekte, kapının arkası bir varsıllıklar sergisidir. Yanıtlar rengarenk ambalajlar içinde tezgahlara sıralanmıştır. Onlara ulaşabilmek ve onları anlayabilmek yeterince zor olmasaydı; sen de bu sekseni bulmuş yaşında ve böylesine bir ocak başında benim buraya gelmemi bu denli özlemez, bu denli beklemezdin. Yanlış mı sözlerim?
Hikmet Dede titrek bacaklarla yerinden kalktı. Bir sehpa bulup koltuğunun yanına çekti. Üstüne bardağını, tabağını, şekerini, küllüğünü, sigarasını koydu. Ocağın taşındaki suluğundan-demliğinden çayını doldurdu ve yerine oturdu:
- Elbette ki yanlış değil Muhterem. Dedi. Tam seksen yıldır gözlerim yollarda, kulaklarım kapıdaydı. Birgün acı rüzgarlarla gelip kapımı yumruklayacağını biliyor ve bekliyordum. Bunca yıldır sorularımla baş başa yaşadım ve yanıtsızlığa cömertçe dayandım. Ama artık yaşım zirveye tırmandı ve geçip giden her günüm ömrümden kopan bir yıl oldu. İvedilikler içindeyim. Gemi rıhtımdan ayrılmak üzere. Hem gemiye yetişmek, hem de yanıtlarımı almak istiyorum. Bana bunu yapabilir misin? Yanıtlarımı verip beni uğurlayabilir misin?
- Zaten bunun için burada değil miyim Dede ‘m?
- Önce bana şunu söyle, Muhterem. Kırın-kışın içinden gelip bu eve girdiğin ve şu ocağın karşısına oturduğun halde, neden ısınmak için ellerini ocağa hiç uzatmadın?
- Bunu anlarsın sanmıştım Dede ’m. Zira; senin diyişinle ben “Temkih” im yani KarşıHikmet ‘im ve bir karşıevrende yaşıyorum. Bu nedenle sen senin evreninde, senin dünyanda karı-kışı-geceyi yaşarken ben yazı-güneşi-gündüzü yaşamaktayım.
- Ya şu saçlarında yıldız yıldız parlayan ıslaklık?
- O kar ıslaklığı değil Dede ‘m, ter ıslaklığı. Sen ocak başında ısınmaya çalışırken, ben güneş altında ter döküyorum.
İkisi aynı anda yorgun yorgun gülümsediler ve ilk ciddileşen Hikmet Dede oldu:
- Şimdi anlat bana Muhterem Dedi. Evren nedir?
KarşıHikmet cebinden çıkarıp yanına koyduğu tabakadan bir sigara çıkardı, dudaklarının arasına sıkıştırdı, kibritiyle yaktı:
- Dede ‘m… Diyerek söze başladı. İnsanın duygularıyla algılayabildiği ve algılayamadığı her şeyi içinde bulunduran çatıya ben “Evren” diyorum. Ve evrenin sonlu mu yoksa sonsuz mu olduğunu, biçimini inceleyerek bulabileceğimizi düşünüyorum. Evren nasıl bir biçimdedir ve boyutlarıyla bu biçim arasında nasıl bir ilişki vardır gözden geçirmek istiyorum. Bunu yapabilmem için de, her şeyden önce boyutlar üzerinde durmak gerektiğini biliyorum.
Tanrı konuğu sigarasından derin soluklar çekip ocağın alevlerine doğru üflerken Hikmet Dede de, dudakları arasına bir Birinci Sigarası sıkıştırmıştı. Sanki birlikte daha bir iyi gidermiş gibisinden, hem sigarasından soluklar, hem de çayından yudumlar alıyordu ve sadece gözleri değil, kulakları da konuğundaydı:
- Senin ve benim evrenlerimize baktığımda; bunlardaki tüm varlıkların üçer boyutlu olduklarını görmekteyim. Nitekim; her varlığın bir boyu, bir eni bir de yüksekliği yani derinliği vardır. Üçün içinde iki de bir de yer aldığından, evrenlerimizde iki ve tek boyutun da bulunacağı açıktır. her nedense; ben bunları aklımla kavrayabiliyor fakat üç boyut kadar gerçek bir biçimde algılayamıyorum. Zira; ideal sivrilikteki bir ucun bir yüzeye bırakabileceği bir izin tek boyutlu olduğunu algılayabilmek pek de kolay bir şey değildir. Sadece enden ve boydan ibaret olduğu için iki boyutlu varsayılan bir düzlem parçası da böyledir. Üç boyut ise; bu ikisinden de daha değişik ve daha gerçektir. Çünkü; onu görebilir, sezebilir, tutabiliriz. Bu yüzden bu iki evrenin bir veya iki boyutlu olamayacağını, en azından üç boyutlu olması gerektiğini biliyorum. Bence; Einstein ‘ın, Görelik Kuramı ‘nın uzay-zamanında diyagrama katıp dördüncü boyut olarak ileri sürdüğü, zaman, zaten bilinen üç boyuta fazla bir şey ekleyememiştir. Zira; zamansız bir üç boyut esasen varolamaz. Fakat bunun böyle olması, bir dördüncü, bir beşinci ve giderek bir sonsuzuncu boyutun varolamayacağını da göstermez. Dede ‘m, buradaki “Sonsuzuncu Boyut” u “Sonsuz Boyut” anlamında kullandığımı belirtmek isterim. Gerçekte, birbirinden değişik sonsuz boyutun varolmamasını gerektiren herhangi bir neden yoktur. Bunu, maddenin devinimini göz önünde bulundurarak söylüyorum. Nitekim; bizim üç boyutlarımızda maddeyi sonsuz devindirdiğimizde, onu algılama alanlarımızın dışına çıkarabilmekteyiz. Çünkü; devinim sonsuza yanaşırsa; boy sıfıra iner ve madde bizim için artık yok olur. Ama o, kendi devinimiyle ilgili boyutunda yine de vardır.
Hikmet Dede, dalgınlığı yüzünden parmaklarını yakan sigarasını bir silkişte ocağın alevlerine atarken eline yeni bir sigara alıp mırıldandı:
- Bu bana ağır geldi Muhterem. Biraz daha anlaşılabilir biçimde anlatamaz mısın?
- Anlatabilirim. Örnek vereyim: Herhangi bir cismi, durmakta olan bir santrfüj kazanının içine koyarsak; biz bunu o anda tüm boyutlarıyla birlikte görebiliriz. Ama kazanı büyük bir hızla devindirdiğimizde; içi bize boş görünür ve biz maddeyi artık göremeyiz. Zira; hız sonsuza yaklaştırılmış, boy da sıfırlanmıştır. O yine oradadır ve kendi deviniminin gerektirdiği kendi boyutundadır. O boyut onun boyutudur ve artık bizim kendi boyutumuz değildir ve boyutumuzdan çıkmış maddenin yeni boyutu bir üst boyuttur. Boyutu boyut yapan devinimdir. Devinim üst boyutlarda alt boyutlara oranla daha azdır. Büyük hızla giden bir otomobilin devinimi, yaya yürüyen birine oranla çok fazla ve yayanın devinimi otomobile oranla daha azdır, daha hantaldır. Bu nedenle, otomobil yayanın tümünü gördüğü halde, yaya otomobili ayrıntılarıyla göremez. Çünkü; her boyut kendi devinimine egemendir. Bu; her devinimin kendi boyutuna özgü olduğu anlamındadır.
Hikmet Dede çayını yudumlarken sordu:
- Peki, biz kendi dünyalarımızda ve kendi evrenlerimizde kendi boyutlarımızın üstünde boyutlar bulunup bulunmadığını bilebilir miyiz?
KarşıHikmet işaret parmağını Hikmet Dede ‘ye doğru salladı:
- Evet Dede ‘m. Bunu bilebiliriz. Bunu yapabilmek için varolduklarından kuşkumuz bulunmayan alt boyutlara kısa bir yolculuk yapmamız yeterli olacaktır sanırım. Şimdi düşünelim: Üçüncü boyut, ikinci ve birinci boyutları içerdiğine göre; acaba, birinci boyut da bize benzer veya bizden değişik varlıklara sahip midir? Buna hemen “Hayır” deyip geçebiliriz. Ya ikinci boyutta? Onda da öyle. Zira; iki boyutun kendisi canlıya engeldir. Nitekim; kendisine “Düzlemcanlı” diyebileceğimiz iki boyut canlısının sindirim sistemi, en azından kendi bedenini ikiye ayıracak ve onu varoluşundan önce yokedecektir.
Temkih yorulmuşa benziyordu ama gözleri pırıl pırıl parlamaktaydı. Bir süre durup gözlerini ötede-beride dinlendirdikten sonra yeniden söze girdi:
- Yine de, ikinci boyutta iki boyutlu bir uygarlığın egemen olduğunu varsayalım. İki boyutta üçüncü boyut yani yükseklik bulunmayacağından, bu uygarlığın tüm varlıkları enden ve boydan ibaret olacaklardır. İkimiz de, sadece eni ve boyu olan fakat derinliği bulunmayan bir Düzlemhapishane düşünebiliriz. Düzlemuygarlığa yakıştırdığımız bu hapishane, biçimi nasıl olursa olsun; bir dörtgenden ibarettir. Hapishanenin duvarları bu dörtgenin kenarlarıdır. Düzlemuygarlık bu hapishanesine sadece bir Düzlemtutukluyu koyabilir. Eğer biz, yükseklik boyutuna da sahip bir üçüncü boyut varlığı olarak fazla bir sıkıntıya girmeden, o Düzlemtutukluyu bulunduğu yerden alıp korunaklı hapishanenin dışına çıkarırsak; olay o Düzlemuygarlık için, çözümü olanaksız bir bilmece halini alacaktır. Zira; tutuklu, hiçbir giriş-çıkış olanağı bulunmayan korunaklı hapishaneden kaçmıştır. Düzlemmantığa göre; tutuklunun hapishaneden kaçabilmesi için, duvarlardan birinde, en azından kendisinin geçebileceği büyüklükte bir delik açmış olması gerekmektedir. Duvarlara el değmediğinden olay aklı çok zorlayacaktır. Düzlemuygarlıkta böyle bir bilmeceyi kim çözebilir? Hemen belirteyim: Bunu ancak hem kafası çalışan, hem de az-biraz hayalci olan bir Düzlemdedektif çözebilecektir ve bu dedektif, en azından üçüncü bir boyuttaki uygarlığın işe elattığını, bu elatmada da yükseklik boyutundan yararlandığını anlayabilecektir.
KarşıHikmet sustu, sözlerinin Hikmet Dede üzerindeki etkisini araştırdı, sonra konuşmayı sürdürdü:
- Uslamlamayı böyle sürdürürsek; şöyle düşünebiliriz: Bizim dışımızda üstümüzde bulunan bilmem kaçıncı boyuttan biri, patlamak üzere olan apandisitimizi hiçbir kesmeye-biçmeye kalkışmadan yerinden alıp bizi kurtarabilir. Ve biz buna ancak, boyutumuzdan yukarıda boyutlar bulunduğuna inanırsak anlam verebiliriz. Çünkü; öylesi bir sağaltma, üç boyutlu dünyalarımız için birer mucizedir. Bu yüzdendir ki; bu mucizeyi, bir alt boyuta elatan bir üst boyutun ardında bıraktığı iz olarak tanımlamaktayım.
Her iki yaşlı, bir süre durup bakıştılar. Hikmet Dede çayını doldurdu, sigarasını yeniledi, örtüsünü omuzlarına aldı ve Temkih, ceketini çıkarıp yanındaki biryerlere bıraktı.
- Buradan evrenin biçimine geçmek istiyorum Dede ‘m.
- Geç Muhterem.
- Evren bence ya düz ya da küresel olabilir. Eğer küreselse; onun sonlu olduğunu söyleyebilirim. Bir bakıma onu sonlu bir sonsuz olarak da varsayarım. Fakat bunun anlaşılması ve pekilenilmesi sanıldığı kadar kolay değildir. O yüzden üç boyutu iki boyuta indirmek gerekecektir. Peki, üç boyutu iki boyuta nasıl indirgeyebiliriz? En ve boy her iki boyutta da varolduğundan, sadece üç boyutta varolan ve iki boyutta varolmayan yüksekliği yani derinliği ortadan kaldırırsak; bunu başarabiliriz. Öyleyse; ben, küreyi ideal biçimde prese edersem; üç boyutu iki boyuta indirgemiş olurum. Elde edebileceğim şey bir dairedir ve daire hem iki boyutludur hem de sınırları vardır, sınırlarının oluşu nedeniyle de sonludur. Fakat evrende birbirinden büyük sonsuz daire mevcut olabileceğinden; daire aynı zamanda sonsuzdur. Dairenin üç boyutlusu olduğundan, küre de böyledir. Kendi büyüklüğü açısından bir sona sahip bulunmakla birlikte, arandığında bir sonuna rastlanamayacağından sonsuzdur. Nitekim; herhangi bir kürenin üstünde ne denli yürürsek yürüyelim, bitecek ve oradan aşağı düşülebilecek bir sonunu bulamayız. Yanı sıra; birbirinden büyük sonsuz küreler mevcut olabileceğinden, kürenin sonsuz olabileceğini de söyleyebiliriz. Sonuç olarak diyebilirim ki; küresel bir evrenin sonlu sonsuz olması gerekmektedir. Ve bu, evrenin ömrüyle ilgili bir sonluluk-sonsuzluk değildir.
KarşıHikmet eliyle yüzünü yelpazelemeye koyulmuştu ve serinlemeye çalıştığını saklamıyordu:
- Dede ‘m, eğer evren küresel değilse ve kendi üstüne kapanık bir biçimdeyse; o zaman onun sonsuz olduğunu pekilenmek gerekecektir. Çünkü, böyle bir halde, hiçbir yönde onun herhangi bir sonuna rastlanmayacaktır. Burada, üzerinde durulması gereken bazı noktalar vardır: Evreni nasıl tanımlamaya kalkarsak kalkalım, biryerlerde yine her şeyin onun içinde bulunduğunu söylemekten kurtulamayız. Bu tür tanımlamalar, düşünenleri evrenin sonlu sonsuz olduğuna götürür. Zira; bir içi olanın bir de dışı olmalıdır. Ve üstelik, eğer evrenin dışı varsa; o zaman o dışın da başka bir için içinde olması gerekir. Evrenin yanından-yöresinden, altından-üstünden söz etmek de böyledir. Dışı olan bir evrenin bir başka için içinde bulunması zorunluluğu, yanında başka evrenlerin varlığı düşüncesini getirir. Ancak, sonsuzluğun varlığı, evrenden başka evrenlerin varlığı varsayımıyla bağdaşmaz. Zira; sonsuzluk içinde her biri sonsuz sayıda sonlu evrenler bulunabileceği düşüncesine engel değildir. Bence; bilinmesi ve pekilenilmesi gereken temel öge sonsuzluktur.
Hikmet Dede sordu:
- Peki, Muhterem. Sonsuzluk nedir?
- Sonsuzluk; hiçbir biçimde sonu olmamaktır Dede ‘m. Sonsuzluğun sonunu aramak, sormak, öğrenmeye ve bulmaya çalışmak sonsuzluğu anlayamamak demektir. Sonsuzu sonsuz olarak pekilenmedikçe ona bağlı kavramları anlayıp pekilenmeye de olanak yoktur.
- Biçimi yönünden sonsuz olan evren kimliği yönünden nedir Muhterem? Yaratıcı mıdır, yaratık mıdır?
- Onun ne olduğunu bize söyleyecek olan; yaşam öyküsüdür Dede ‘m. Eğer evren doğmuşsa ve ölüyorsa; bu onun bir yaratık olduğunu yani yaratıldığını gösterir. Nitekim; konunun uzmanları evrenin yaklaşık yirmimilyar yıl kadar önceki bir Büyük Patlama ‘yla ortaya çıktığını yani doğduğunu öne sürmektedirler. Demek ki; yaklaşık yirmimilyar yıldan öteye evren yoktur. Bu durum, evrenin bir öncesi bulunduğunu ortaya koymaktadır. Öncesi olanın sonrası da olması gerekeceğinden, evren sonsuza kadar var olamayacak ve bir yerde son bulacaktır. Evrenin doğumlu-ölümlü olduğundan yola çıkarak, onun bir yaratık olduğunu yani yaratıldığını söyleyebiliriz. Ama bu bize, evrenin bir kere yaratıldığını ve bir kere öleceğini yani son bulacağını söyleyebilme olanağını da vermez. Çünkü o Büyük Patlama anında evren, yoğunluğunun ve sıcaklığının doruğundadır. Patlamadan sonra haliyle dağılmaya başlamıştır. Dağılma aynı zamanda genişlemedir. Bu genişleme şu anda da sürüp gitmektedir. Öyleyse; şimdiki evren yirmimilyar yıldan önce son bulamayacaktır. Zira; çökmesi için gereken zaman, genişlemesine elveren zamanla aynıdır. Genişlemeye engel olamayan çekim gücü, genişlemenin gereksindiği hızdan az olduğu için, genişleme durmayacaktır. Genişlemeye elveren hız çekim gücünün altına düştüğünde; evren genişleyemeyecek, çökecek ve o Büyük Patlama anındaki durumuna dönecektir. Bence; bu gidiş-dönüş olayı bir kereye özgü değildir ve belki de birden çok kere vukubulmuştur ve vukubulacaktır. Yani evren belki de doğmuş doğmuş ölmüştür ve doğup doğup ölecektir. Bu açıdan bakıldığında; evrenin yaratılmış ilk evren olmadığını da söyleyebiliriz. Eskiler, evrenin statik yani durağan bir evren olduğunu öne sürmüşlerdir ama benim burada sözünü ettiğim durum bile, evrenin statik değil, dinamik bir evren olduğunu ortaya koymaktadır.
Hikmet Dede, otuduğu yerde, oturuşunu şöyle bir değiştirerek sordu:
- Peki Muhterem, şu sözünü ettiğin Büyük Patlama neresinde vukubulmuştur? Bunu da söyleyebilir misin bana?
- Söyleyebilirim Dede ‘m. Zira; bunu yanıtlamak sandığın kadar zor değildir. Çünkü; zaman, evrenin bir özelliğidir. Bu nedenle evren yoksa; zaman da yoktur. Büyük Patlama ‘dan önce de zaman mevcut değildir. Bu yüzden, evrenin ölümünden yani çökmesinden sonra da zaman olmayacaktır. Einstein ‘ın dördüncü boyutunu ister oluştursun, ister oluşturmasın; zaman görelidir. Yani olay zamanı onun gözlemcisine göre değişir. Hiçbir yapay denkleştirme bunu değiştiremez. Örnek vereyim: Saatte 216 kilometre yapan çılgın bir oto sürücüsü, her saniye başını çevirip yana baksa; ona yerden ve dışarıdan bakan birine göre; 60 metrede bir başını çevirip bakmış olacaktır. Zira; o arabanın saniyede alabileceği yol bu kadardır.
Tanrı konuğu başını geriye atarak bir süre yukarılara baktı, sonra cebinden bir mendil çıkarıp alnında biriken terleri sildi ve daha sonra konuşmasını sürdürmeye koyuldu:
- Başka örnek vereyim Dede ‘m. Aynı hızla yan yana gitmekte olan iki oto sürücüsü, birbirlerine göre; duruyor gibi olurlar. Oysa; gerçekte, gitmektedirler. Durur gibi olduklarından, açık pencerelerinden birbirleriyle konuşabilirler, birbirlerinden bir şeyler alıp verebilirler. Bu, aynı otodaki bir sürücüyle bir veya çok yolcu arasında da böyledir. Zira; tümü aynı devinmektedir. Bu hal, otodaki bir yolcuyla yolcunun elindeki bir gazete için de geçerlidir. Yolcu ve gazete başka hızlarda devinselerdi; onun gazete okumasına elbette ki olanak kalmazdı. Gidiyor oldukları konusundaki alışılmış bilgileri bir yana, onlardan hiçbiri gittiklerini bilemezler. Ama gitmekte olduklarını araçlar dışındaki bu veya şu noktalarda bulunan gözlemciler görürler, anlarlar, kavrarlar. Bu anlattıklarımın tümü, ortada mutlak anlamda bir zaman bulunmadığını gösterir. Sonsuzluğa uzanan yolun şu veya bu noktasında bir Büyük Patlama vukubulduğunda, evren bu patlamayla ortaya çıktığına ve patlamadan önce evren bulunmadığına göre; evren yaratıktır yani yaratılmıştır. Ve hiçbir yaratığın, yaratılmadan önce var olduğu düşünülemez. Evrenin kendiliğinden varolabilmesi, yaratık oluşunun özüne aykırıdır. Öyleyse; evren Yaratıcı değildir, kendiliğinden var değildir ve içerdiği varlıklar da kendisi yönünden yaratılmış değillerdir. Her yaratığın bir Yaratıcı ‘sı olması gerektiğinden, evrenin de bir Yaratıcı ‘sının olması gereklidir.
Hikmet Dede düşünceler içerisindeydi ve kendisine anlatılanları sindirmeye çalışmaktaydı. Hiçbir şey söylemeden, fersiz dizlerine yüklenerek yerinden kalktı, suluğunu-demliğini-bardağını-tabağını küçük fakat temiz lavabosunda yıkadı, suluğunun tümünü, demliğinin yarısını suyla doldurdu ve içine çayını atıp üst üste bindirerek ocağa yerleştirdi, bulunduğu yerde bazan hafif, bazan etkin yelpirdenen perdesini yana açarak pencerenin camı önünde öbeklenen kara baktı, soğuk kış rüzgarının çatıdaki ulumalarına az-biraz kulak kabarttı, yerine oturdu ve meraklı gözlerle KarşıHikmet ‘e baktı:
- Yaratıcı ‘sı varsa; kimdir evreni yaratan ve kendisi nasıl bir şeydir?
Hikmet Dede ‘nin davranışlarını sevgi ve ilgi dolu bakışlarla izlemekte olan Temkih, soruların yanıtlarını sergilemekte zamana gereksinmiyordu:
- O Yaratıcı ‘dır Dede ‘m. Diyordu. Şu veya bu dinsel görüşteki insanların O ‘na şu veya bu adı vermesinin hiçbir önemi yoktur. Esasen ad; benzeşen ve birden çok olanlar içindir. İnsanları insanlardan ayırabilmek yani onları belirleyebilmek için “Ahmet”, “Maykıl”, “Mirza”, “Edmon”, “Yasef”, “Petrof”, “Fatma”, “Janin”, şu, bu deriz. O tektir ve bir ikincisi bulunmadığından kendisine ad gerekmez. Herkesin “Yaratıcı” anlamında dediğidir. Varlığı neyde cana gelir, neyde görünürse; o O ‘dur. Yaratıcı kavramı tıpkı sonsuzluk kavramı gibidir. Sonsuzluğun öncesini, sonrasını sormak, aramak, bulmaya çalışmak nasıl onu anlamamak ve kavrayamamaksa; Yaratıcı ‘nın da öncesini, sonrasını sormak, aramak, bulmaya çalışmak O ‘nu anlamamak, O ‘nu kavramamak ve O ‘nu yaratık düzeyine indirgemek demektir. Yaratık olmadığı için Yaratıcı ‘sı yoktur. Doğum-ölüm yaratıklara özgü olduğundan doğmamıştır, ölmeyecektir. Kendisi, cevheri yani özü itibariyle vardır. Kendiliğinden var olmak O ‘nun cevheridir. Var olmasaydı; aranmasına gerek kalmazdı. Varlığı özüyle çelişmediğinden çelişkisi söz konusu edilemez ve çelişiklik gibi görünen çelişkiler O ‘nun değil, yaratıkların kendi çelişkileridir. Çünkü; sonsuz özellikler sonlu özelliklerden ayrıdır. Onlar bir ve aynı olarak pekilenilemezler. Bu, bir uzunluğu hem metreyle hem de litreyle ölçmeye benzer. Saçmadır. Sonluya göre; çelişiklik; bir şeyin hem içinde, hem dışında olmaktır. Sonsuzluk bu çelişkiden beridir. Bu nedenle denebilir ki; Yaratıcı, yarattığı evreninin hem içinde hem dışındadır ve bu O ‘nun varlığının bölünmesi, tekliğinin çoğaltılması değildir. Sonluya göre; bir şeye gereksinmek o şeyden yoksunluktur. Sonsuza göre; bu böyle pekilenilemez. Bu bakımdan, Yaratıcı ‘nın gereksinmesi yoksunluğunu çağrıştırmaz. Yaratıcı, yarattığı evrenin içinde, dışında, onun her yerinde, her zerresindedir. O ‘nun her yerde olması, O ‘nun durağanlığına yani hareketsizliğine işaret etmez ve cevvaliyetine set çekmez. Zira; merkezi her yerde olan ve çapı hiçbir yerde olmayan bir daire gibidir. Zaman, evrenin özelliği olduğundan ve Yaratıcı ‘nın özelliği olmadığından, O zamansızdır fakat zamana egemendir. Buradaki zamansızlık zaman bakımından sonluk anlamına alınamaz. Çünkü; O, zamanı da içeren, onu yaratan ve ona hükmeden bir varsıllıktır. Yaratılmış olan herşey gibi zaman da bir yaratıktır. Mutlak değildir, görelidir. Zaman, evrenin çökmesiyle son
bulacağı halde, Yaratıcı kalacaktır. Yalnızlık Yaratıcı ‘nın sıfatlarındandır ve en önemlisidir. Bu sıfat da yoksunluğu değil, varsıllığı ve tekilliği niteler ve bu nitelik, aklı Yaratıcı tekilliğe götürür. Buna dayanarak diyebilirim ki; Yaratıcı ‘dan öte yaratıcı yoktur. İkinci bir yaratıcının pekilenilmesi olasılığı, hem başka yaratıcıların varlıklarını da gerekli kılar, hem de onları yaratığa indirger. O yüzden saçmadır. Öylesi bir düşüne evrensel tekillikleri de ortadan kaldırır. Oysa; tekillikler mevcuttur ve onların mevcudiyeti Yaratıcı ‘yı da tekil kılar. Bunlara yaslanarak öne sürebilirim ki; Yaratıcı tektir ve O ‘ndan öte yaratıcı olamaz. Benzersizliği bu yüzdendir. Sonlunun O ‘nu sonlu gibi pekilenmesi olası olsa da, yanlıştır. Yani; sonlu, Yaratıcı ‘yı nasıl biçimlendirmek isterse istesin; bunu başaramaz. Çünkü; tasarlaması olanaksızdır. Yaratıcı dışarıdakidir yani zarftır ve yaratık içerdekidir yani mazruftur. Zarfsa; mazrufa sığmaz.
- Peki, bu neden böyledir Muhterem?
- Bu böyledir, zira; sonlunun sonsuzu idrak edebilmesi olanaksızdır. Çünkü; sonsuz, sonluyu içerir. Diyelim ki; bedenin kan yapıcı kemik iliğinde gerçekleşen alyuvarlardan veya çekirdekli akyuvarlardan yahut mikroskopik başka canlılardan bir dậ hi olsaydı; ömrü elverseydi; başından ta ayakparmağının ucuna kadar senin bedeninin her bir zerresini gezip görebilse, tanıyabilseydi; acaba dışının şöyle bir Hikmet Dede olduğunu, Hikmet Dede ‘nin biçimini-görünümünü, gelmişini-geçmişini ve şu anda bir KarşıHikmet ‘le söyleştiğini bilip anlayıp ortaya koyabilir miydi? İşte Dede ‘m onun için bu böyledir. Yaratık Yaratıcı ‘yı göremez, bilemez, anlayamaz, kavrayamaz, varlığını ancak izinden-eserinden sezer, tanır. Her insanın Yaratıcı ‘ya inanma eğilimi vardır. Çünkü; sahipsiz bir evrende yaşamak anlamsızlıktır, hiçliktir, geleceksizliktir, umarsızlıktır. Aslında O ‘nu pekilenmemek pekilenmektir. Zira; yokun pekilenilmemesi gereksizdir. Yaratıcının bedendeki yeri, sanıldığı gibi kalp değil, akıldır. Uslamlamayı yapacak olan odur ve uslamlamasız pekilenmek akla dirsek çevirmek, imana sığınmaktır.
Temkih Hikmet Dede ‘ye uzanırcasına oturduğu yerde öne doğru eğildi:
- Dede ‘m. Dedi. Sana matematik bir örnek vermek isterim: Senin bu dünyandaki göksel dinlerin kutsal kitapları; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur ‘an ‘dır. Davud Peygamber ‘e indirildiğine inanıldığı için Zebur ‘a “Mezamir-i Davud” da denir. Ve Zebur, sayısı yüzelliyi bulan yiğitlik konularından oluşur. Yahudi ‘lerin Tevrat ‘ı Yaratıcı ‘yı “Yehova”, Kristiyan ‘ların İncil ‘i “Baba” ve Müslüman ‘ların Kur ‘an ‘ı da “Allah” diye adlandırır. Allah sözcüğü, Kur ‘an ‘ın dili olan Arapça ‘da; bir elif, iki lam ve bir mim harfleriyle yazılır. Her harfe bir sayısal değer biçen Ebced Hesabı ‘nda elifin değeri bir, lamın değeri otuz ve mimin değeri kırktır.Kırktan otuzu ve kalan ondan biri çıkardığımızda elde kalan değer dokuzdur ve dokuz Allah ‘ı sembolize eder. Zira; doğal sayılar dokuz rakamdam ibarettir ve dokuzdan büyük doğal sayı yoktur. Sonsuza uzanan tüm sayılar birden dokuza rakamların permütasyonundan başka bir şey değildir. Dokuza gelince; onu doğal sayılardan hangisiyle çarparsak çarpalım; o hep kendisini ortaya koyar. Nitekim; bir kere dokuz dokuz, iki kere dokuz onsekiz, üç kere dokuz yirmiyedi, dört kere dokuz otuzaltı, beş kere dokuz kırkbeş, altı kere dokuz ellidört, yedi kere dokuz altmışüç, sekiz kere dokuz yetmişiki ve dokuz kere dokuz seksenbir eder ve çarpım sonuçlarımızda yapacağımız tüm toplamlar bizi dokuza götürür.
Hikmet Dede çayını yudumlamaktaydı:
- Bu yaşıma kadar yanıtını arayıp durduğum fakat bulamadığım bir sorum var Muhterem. Beni bu sıkıntıdan kurtarmanı çok isterim.
Temkih tatlı tatlı güldü:
- Bekle biraz Dede ‘m. Dedi. Sen kar-kış içinde, yanan ocak karşısında bir hayli rahatsın ama ben hiç de öyle değilim. Sıcak bir yaz ayında, kızgın bir güneş altında perişanlıklardayım. İzin ver, önce şu hurmalıklara geçeyim, sonra yine sor sen sorularını.
KarşıHikmet yerinden kalktı, Hikmet Dede ‘nin uzağında bulunan fakat onu cepheden görebilecek konumda olan bir yere geçti ve onun bu yer değiştirmesi Dede ‘ye fazla ilginç görünmedi.
- Gördün mü, ne kadar serinmiş burası. Oh, karşıdünya varmış. Sor şimdi Dede ‘m soracaklarını.
Hikmet Dede sordu:
- Yaratıcı, evreni yaratmadan önce ne yapıyordu? Şimdi ne yapmaktadır ve gelecekte ne yapacaktır Muhterem?
Temkih ‘in yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamıştı:
- Dede ‘m. Diye başladı. Akmak nasıl suyun ve aydınlatmak nasıl ışığın bir özelliğiyse; yaratmak da Yaratıcı ‘nın öyle bir özelliğidir. O nedenle diyebilirim ki; Yaratıcı, evreni yaratmadan önce, yine yaratıyordu. Şimdi yine yaratmaktadır ve gelecekte de yine yaratacaktır. Yaratıcı ‘nın öncesi-sonrası yoktur. Yaratıcılık O ‘nun özelliği olduğundan, yaratma işlevinin de öncesi-sonrası söz konusu edilemez. O bakımdan bu işlev, sonsuzla sonsuz arasında süregelmiştir ve süregitmektedir. Bu noktanın kendine özgü bir önemi vardır. Zira; yaratılışın sürekli olması evrimi ortadan kaldırır ve yaratıkların evrile evrile bugüne geldikleri yolundaki savları-kuramları yıkar. Bu yüzden; evrilmiş yaratıkların, evrilmemiş yaratıkların evrilmişi olmadıklarını söyleyebilirim. Basit yaratıklar basit yaratıklardır.İleri yaratıklar ileri yaratıklardır. Her yaratık kendi dönemine, kendi yerine, kendi zamanına göre yaratılmıştır ve yaratılmaktadır. Hiçbir yaratık kendi döneminin, kendi yerinin ve kendi zamanının dışında yaşayamaz. Hiçbiri birbirinden evrilerek gelemez. Zira; evrende herşey ilktir. Hiçbir şey ikinci veya birkaçıncı değildir. Yaratış sürekli olduğundan, evrimi Yaratıcı ‘nın kendisi gerçekleştirmektedir. Yani; basiti de, evrilmişi de O yaratmaktadır. Böyle olmasaydı; Yaratıcı ‘nın tek bir yaratışla yetinmesi, her şeyi evrilmeye bırakması ve işlevsiz kalması gerekirdi. Oysa; işlevsizlik yani atalet Yaratıcı ‘nın bir özelliği değildir. O, hiçbir çağda o çağın koşulları dışında, hiçbir mekanda o mekanın koşulları dışında ve hiçbir zamanda o zamanın koşulları dışında bir şey yaratmaz. Bunu antik çağlarda yaşamış olan ve günümüzde artık yaşamayan yaratıklara el atarak kanıtlayabiliriz.
Hikmet Dede, araya girmek istercesine parmağını Temkih ‘e uzattı:
- Muhterem, izin verirsen; anlayabildiklerimi şöyle bir özetlemek istiyorum:
- Özetle Dede ‘m.
- Anladığıma göre; sence, Darwin ‘in öne sürdüğü anlamda bir evrim yoktur. Yani yaratıklar evrile evrile bugüne gelmemişlerdir. Ortada bir evrim değil, bir yaratılış vardır. Yaratıkları Yaratıcı yaratmaktadır. Ve O, birbirinden evrilmiş sanılan her yaratığı ilk ve yeni olarak yaratmaktadır. Esasen; evrende herşey ilktir, ikini yoktur. Bu nedenle bizim “Evrim yoktur”, evrilmiş olarak yaratılanlar vardır.” dememiz gerekmektedir.
- Evet Dede ‘m. Eğer ortada Darwin ‘i doğrulayan bir evrim olsaydı; yaratıklarda kusur yani eksiklik bulunması gerekirdi. Oysa; yaratıklar kusursuzdur ve kusurlu yaratılmış sanılanlar da kusursuzdur. Bir yaratığın şu veya bu bireye göre kusurlu görünmesi önemli değildir. Anımsarsın: İnsana çelişkili gelenin Yaratıcı ‘ya çelişkili gelmeyeceğini önceden de söylemiştim. Bunu bir de şöyle belirteyim: Kusur, yaratılıştaki kusursuzluktur. Çirkini yaratmak için harcanan çaba, güzeli yaratmak için harcanan çabadan büyüktür. Özetle; eğer bir kusur eksiksiz bir biçimde yaratılmışsa; bu, kusursuzluktur. Çünkü; Yaratıcı her şeyi güzel hesaplayıp kitaplayıp güzel planlamıştır. O ‘nun zerreye sığdırılmış devimsi planları vardır. Gereklilik yönünden “Bu niçin yaratılmamış? ” denebilecek hiçbir şey yoktur. Yarattıklarının her bir türü en varsıl kolleksiyonlardan taşabilecek sayıdadır. Gülden devedikenine, mikroskopik balıktan balinaya, arı küçüklüğündeki kuştan devekuşuna, mercanyılanından pitonlara kadar uzanan varsıl sergi gözler önündedir.Ve herşey en güzel biçimde varedilmiştir. Kristian Dior hiçbir kadını, Yaratıcı ‘nın bir çiçeği giydirdiği kadar güzel giydiremez. Karun, adamlarını, Yaratıcı ‘nın bütün bir evreni yedire-içire doyurduğu kadar doyuramaz. Buffon, Yaratıcı ‘nın san ‘atını taşıyan, terleyen, üşüyen, soluyan, acıkan, susayan, yiyip içip doyan, doğuran, ölen bir yaprağı laboratuarında varedemez, Valaskez, Yaratıcı ‘nın suyla-ışıkla yaptığı canalıcı tabloların bir tekini bile dünyanın tüm boyalarıyla yapamaz. O, her yaratığı bir başka yaratığın dayanağı olarak yaratmaktadır. Çünkü; tümü bir genel dengenin ögeleridirler. Pire fili, fil pireyi tamamlar ve tüm yaratıklarda olduğu gibi, onlarda da aşılmaz sınırlar vardır. İkisinin de tohumlarını göremezsin ama birisi; büyüyüp fil olabildiği halde, obirisi pireliği geçemez. Hiçbirinin hesabında-kitabında bir yanlışlık, bir eksiklik bulamazsın. Gözün göremediği görkemli planlarda mikroskopik bir yanlışlık olsaydı; kimbilir, sağrısında gözleri olan ne fillerle karşılaşabilirdik.
- İnsanın en güzel biçimde yaratıldığı doğru mudur?
- Evet. İnsan gerçekten en güzel biçimde yaratılmıştır. Dede ‘m, insan bir düşünülemezdir, bir yapılamazdır. Eşi-benzeri görülmemiş bir biçimde donatılmıştır. Kendisine görmesi için göz, duyması için kulak, tadması için dil, koklaması için burun, değmesi, dokunması, sezmesi için deri ve parmak gibi organlar verilmiştir ve bu organları, onlara komuta eden beyne en yakın noktalara yerleştirilmiştir. Bu sayede beyin, organların aktardıkları duyuları en kısa yoldan alır, değerlendirir, yapılması veya yapılmaması gereken komutları anında verir. Boyu isabetlidir. Bu boy, örneğin; gereğinden uzun tutulmuş olsaydı; ayak parmaklarından birine bir zararvericinin değip dokunması halinde; beyni, onu bu zarardan koruyacak komutları vermekte geç kalırdı. İnsan bedeni, her bir zerresiyle etkiye tepki verebilecek deriyle örtülmüştür. En etkili sondaj bile doğanın her bir yerinden bir damla bile su çıkaramazken, bir iğne ucu insan bedeninin her bir noktasından kan çıkarabilir. Zira; beden, akıllara durgunluk verecek bir kan şebekesiyle sulanmaktadır. En küçük bir kent bile, bir o kadar zamanda her bir yanıyla yenilenemezken, insan bedeni beş yılda bir her bir hücresine kadar baştanbaşa yenilenmektedir. Beden bir sistemler evrenidir: Kemik, sinir, damar, kandolaşımı, sindirim, solunum, salgı ve düşünce sistemleri bunlardan birkaçıdır. Uygarlık varlığını bedendeki tek bir aşıkkemiğine borçludur. Çünkü; bu kemik, sürünen-emekleyen insanı iki ayak üstüne dikmiştir ve emeklemekte kullanılan ellerin uygarlığı yaratmasını sağlamıştır. İnsan, aynı ağızla üfleyerek sıcağı soğutabilmekte, hohlayarak soğuğu ısıtabilmektedir. Aynı elle, yerinde, vurduğunu yıkmakta, yerinde bir kılı bile tutabilmektedir. Kendisi, başka yaratıklara verilmemiş olan üç ayrı ve üstün yetenekle güçlendirilmiştir. Bunlardan birincisi; gülebilme yeteneğidir. Nitekim, mikroptan file kadar hiçbir varlık gülemediği halde, insan gülebilmektedir. İkincisi; düşünebilme yeteneğidir. Nitekim, mikroptan file kadar hiçbir varlık düşünemediği halde, insan düşünebilmektedir. Üçüncüsü; düşkurma yani yaratma yeteneğidir. Mikroptan file kadar hiçbir varlık düşkuramadığı halde insan düşkurabilmekte, varolmayanı varedebilmektedir. Buradaki varetme yeteneği elbette ki; Yaratıcı ‘nın varedişi değildir. Sadece hayalde olmamışı oldurmak, eksik kalmışı tamamlamak, yanlışı düzeltmek, olamayacağı olabilirlemektir. Her canlı yaratık gibi insan da kendi kendisini teksir edebilmektedir. Ancak, bu görünüştedir. Yaratmayla ilgisi bulunmadığı gibi, genetik bir hafızanın hüneriyle de ilgisi bulunmamaktadır. Nitekim, canlı yaratıklardan birçoğunun kendisini teksir edemediğini biliyoruz. İşte bu durum bile başlıbaşına, Yaratıcı ‘nın tekelinde bulunan yaratma işlevinin aralıksız sürüp gittiğinin ve yaratılmanın sadece O ‘nun tasarrufuna ve okeyine bağlı olduğunun kanıtıdır.
Hikmet Dede ‘nin çayını içerken buruşan yüzüne, Temkih ‘i dinlerken tatlı bir gevşeme yayılmaktaydı:
- Kulaklarımı kapılara vere vere, gözlerimi yollara çıkara çıkara, bunca yıldır seni beklememe gerçekten değdi Muhterem. Diyordu. Neden “İnsan en güzel biçimde yaratılmıştır.” dendiğini şimdi daha bir iyi anlıyorum.
- Dahası var Dede ‘m. İnsan kafası bir kafatabanından bir de kafakubbesinden oluşmaktadır. Kafakubbesine “Kafatası” da denir. Kafatasında beş yassı kemik vardır. Bunlar; iki şakak kemiği, bir yankafa kemiği, bir artkafa kemiği ve bir de alın kemiğinden ibarettir. Kafatası oval bir kemik kutuyu andırır ve bu kutu beyni taşır ve korur. Sözünü ettiğim kemikler birbirlerine kemik dikişleriyle bağlanmışlardır. Dikişlerin yanları girintili-çıkıntılıdır ve birbirlerine tarak dişleri gibi geçerler. Şimdi bu kafa, beş yassı kemikten değil de, tek bir kemik küreden ibaret olsaydı; herhangi bir yerinin zarar görmesi veya kırılması halinde, onun tamamının kaldırılıp atılması gerekmez miydi? Kafatası oval bir kemik kutusu biçiminde değil de dört köşe bir kemik kutusu biçiminde olaydı; içinde beyin taşıyan kafatasının korunması ve onunla yaşanabilmesi çok zor olmaz mıydı? Kafada, biri sağ, obiri de sol olmak üzere; iki kulak mevcuttur ve bu kulaklar, bilinen yerlerine gelişigüzel oturmamışlardır. Onlar bu yerlere, bir döpol yani iki kutup oluştursunlar diye yerleştirilmişlerdir. Gözler de öyledir ve insana streoskopik görüş sağlarlar. Bana beyni sorma Dede ‘m. O birbaşına, eşi-benzeri olmayan bir başyapıttır. Uygarlık onun yerini tutabilecek bir beyin yapabilseydi; içine sığdırabilmek için yerde-gökte uçsuz-bucaksız alanlara gereksinmek zorunda kalırdı. Zira; senin ve benim dünyalarımız için işlevli beş duyu organı, bazan yüz yılı bulan yaşam boyunca her an çalışmakta, aldıkları izlenimler bellekte depolanmaktadır. İmgeler, sesler, kokular, tadlar ve dokunuşlar, kayıtlara alınabilmeleri için sonsuz sayıda kaset gerektirirler. Ve en elverişli sanılan arşiv veya depo bile bu tür bir gereksinime yanıt veremez. Beynin akıl zorlayan işlevlerini yapmak küstahlığına kalkışan bir yapay beynin, çalışırken oluşturacağı sıcaklığın nasıl soğutulabileceğini düşünmek ve yanıtını bulmak hiç de kolay değildir. Öylesi bir soğutmayı sağlayabilmek için, o yapay beynin üstünden binlerce Kızılırmak geçirmek gerekeceğini düşünebiliyor musun Dede ‘m? Ayrıca, yapay beynin çalışırken çıkaracağı o akıl almaz gürültüyü susturabilmenin ne denli olanaksız olduğunu tasarlayabiliyor musun? İşlevler sırasında ortaya çıkacak o yoğun posanın nice bir sorunlara yol açabileceği konusunda bana olumlu bir yanı verebileceğine güvenebiliyor musun? Farkında mısın ki; doğal beyin bu sorunların akılalmaz bir biçimde üstesinden gelebilmektedir. Çalışırken insanı rahatsız edebilecek gümbürtüler çıkarmaz. Önü-sonu gelmeyen algılamaları inanılmayacak küçüklükteki arşivine pekilenir, kolaylıkla ulaşılabilecek yerlere sıralar. Oluşan sıcaklığı soğutabilmek için hiçbir Kızılırmak ‘a gereksinmez. İşlevler sırasında ortaya çıkan posayı, birbirine tarak dişleri gibi geçmiş kemiklerin arasından dışarı atar. Arşivlediği imgeleri, sesleri, kokuları, tadları ve dokunuşları her gerektiğinde incelemeye ve değerlendirmeye verir ve bunu yaparken de şaşılacak ölçüde kolaycı davranır.
- Çok doğru Muhterem. Bazan bir küçük esinti bie, bana çok uzun yıllar öncesindeki herhangi bir şeyimi anımsatabiliyor. Bir tek silgi kokusu, ilkokula özgü bir anımın canlanmasına yetiyor. Bu nasıl bir olaydır? Düş müdür gerçek midir, anlayamıyorum.
- Gerçeğin ne olduğu bilinebilen bir şey değildir Dede ‘m. Düşün ne olduğu bellidir ve bilinmektedir. Söylediklerin ise; ne düştür, ne gerçektir. Sadece bir dramatizasyondur yani canlandırmadır.
- Sana göre; gerçek, bilinmeyen bir şey midir?
- Hiç kuşkun olmasın. Dünyalarımıza özgü gerçeklerimiz yargıları beş duygudan kaynaklanan gerçeklerdir. Duyguları eksik bir insanın gerçeği, duyguları kusursuz bir insanın gerçeğine benzemez. Uzatmaya gerek görmeden söyleyebilirim ki; gerçek objektif yani heryerde, her zamanda, herkese göre tıpkı olan, değişmeyen bir şey değildir. Tam tersine; subjektiftir yani afakidir ve yani görelidir. Akıllar bir olmadığından gerçek de bir değildir. Onun için, neyin gerçek olduğunu ve neyin olmadığını kesinlikle söyleyebilmek olanaksızdır. İdeal anlamda sesten soyutlanmış bir kabinde, damarlarında dolaşan kanın şırıltılarını duyabilirsin. Bu sana göre; gerçektir. Aktif yaşamda ve gürültüler arasında aynı sesi duyamazsın. Bu da sana göre gerçektir. Parmağının ucuna iğne batırıldığında bunu sezersin, aynı yere lokal anestezi uygulandığında sezemezsin. Mikroskopun, dürbünün, gözlüğün, camın gerçekleri çıplak gözün gerçeğinden farklıdır. Senin kulak düzengecini gözüne bağlasam; sen sesi görürsün ve bu, onu görmeyen beni, gerçek bakımından senden ayırır. Monitörde veya televizörde devinen ve konuşan imgeleri görürsün. Bunlar da sana gerçek gibi gelmektedir. İncelediğinde; orada yani ekranda hiçbirşey, hatta elektrik bile bulamazsın. Çünkü; aygıtta mevcut olan sadece elektriğin vuruş değerleridir. Sonuç olarak diyebilirim ki; bu içinde yaşadığımız evrenle karşıevren bile tümüyle bir yanılsamadan ibarettir ve ortada gerçek yoktur.
- Ben, aklımın bunları aldığını pek söyleyemem Muhterem. Gündüz gökyüzüne baktığımda güneşi, bulutları, beni çevreleyen doğayı, gece ayı ve yıldızları görüyorum. Etkilerini seziyorum. Bütün bunlar nasıl bir yanılsama ürünü olabilirler?
- Bal gibi olabilirler Dede ‘m. Şimdi sana, aklına hiç de inanılır gelmeyen bir şey söyleyerek işe başlayayım: Sen gündüz gökyüzüne baktığında, varsa; güneşi, tüm aydınlığıyla ve tüm sıcaklığıyla gördüğünü sanıyorsun ve işte bunun için “Güneşin Gerçeği” diye sarılıyorsun. Oysa; güneşin gerçeği bu değildir. Zira; gerçekte güneş kapkaranlıktır.
- İki yudumluk çayımı boğazımda koyma Muhterem. Apaydınlık, sımsıcacık güneş nasıl karanlık olabilir?
- Açıklarsam anlayabileceğinden eminim Dede ‘m. Güneşin ışığı bildiğin ışıklardan değildir. O solarize ışıktır. Yani soğurulmuş ışıktır veyani karanlık ışıktır. Bu ışık ancak bir atmosfere çarptığında orayı aydınlatır ve ısıtır. Atmosfersiz gökcisimlerinde güneşin aydınlığı ve sıcaklığı yoktur.
- Ben bunu anlayamadım Muhterem.
- Karanlık bir gecede yaya yol alan bir adam, yol kıyısındaki trafik levhalarını göremez Dede ‘m. Ama bir levhaya bir otomobil farı vurursa; görür. Karanlık güneşin aydınlık ve ısıtıcı ışığının sırrı budur.
- Muhterem, ben zor anlayışlı bir insanım. Anlattın ama ben yine yeterince anlayamadım. Nedenim de var: Isınıp ısınmadığı bir yana, ben geceleyin ayı aydınlık görüyorum. Çünkü; bana güneşten aldığı ışığı yansıtıyor. Güneşin soğurulmuş ışığı yani karanlık ışığı ayı nasıl aydınlatabiliyor? Ayın bir atmosferinin bulunmadığını bilmiyor muyuz?
Temkih eliyle yüzünü yelpazelemekteydi:
- Dede ‘m. Dedi. Ayın bir atmosferinin bulunmadığı doğrudur da, güneşin onu aydınlattığı yanlıştır. Ay bize, güneşten aldığı solarize ışığı yansıtır ama bu yansıma yolda bizim atmosferimizle karşılaşır. Biz ayı bu yüzden aydınlık görürüz. Ama görebildiğimiz şey; sadece ayın ön yüzüdür. Dünya ayın arka yüzünü göremez.
- Şaşılacak şey. Uydumuz olan ay, dünya çevresinde bir tam tur yaparken kendi çevresinde de bir tam tur yaptığı halde, biz nasıl olur da onun arka yüzünü göremeyiz?
- Şaşırmana hak vermemek elde değil Dede ‘m. Bu olay da evrenin sırlarındandır. Önce şunu belirtmeliyim ki; herhangi bir kontrol noktasına veya sistemine başvurmadan benim bunu sana anlatabilmem ve senin de bunu anlayabilmen pek kolay değildir. Ay, çevremizdeki bir tam turunu, bize sürekli olarak ön yüzünü göstere göstere tamamlar. Arkasını dönmediğinden obir yüzünü göremeyiz. İşin buraya kadar olan kesimi böyledir. Bir de bundan sonrasına bakalım: Sonraki kesimi kavrayabilmemiz için bir kontrol noktasına veya sistemine gereksinmek zorundayız. Bu kontrol noktamız, örneğin; güneş olsun. Ay çevremizde dönerken yörüngesinin güneşin karşı uzağındaki bir noktasında güneşe ön yüzünü, karşı yakınındaki bir başka noktasında da arka yüzünü göstermektedir. Dolayısıyla; dünya, çevresinde bir tam tur ve kendi çevresinde de bir tam tur yapan ayın sadece ön yüzünü görebildiği halde, kontrol noktamız veya sistemimiz olan güneş, dünya çevresinde dönen ayın her iki yüzünü görebilmektedir. Bu da, ayın bize arka yüzünü göstermediği anlamındadır. Bu olay aşağı-yukarı parçacık fiziğini andırmaktadır. Yıllar öncesinde senin bu dünyanda ve benim bu karşıdünyamda maddenin en küçük parçasının atom olduğu sanılmaktaydı ve o parçaya “Bundan daha fazla parçalanamaz” anlamında ”Atomos” denmekteydi. Çağ, koşullar ve teknik olanaklar değişince; “Atomos” un “Tomos” yani parçalanabilir olduğu anlaşıldı. Artı elektrik yüklü protona ve eksi elektrik yüklü elektrona ulaşıldı. Sonrasında; bunların da daha küçük parçacıklardan oluştukları fark edildi ve bu yeni parçacıklara “Kuvark” adı verildi. Kuvarklarda yani atomun en küçük parçacıklarında birer dönme özelliği mevcuttur. Parçacıkların kesinlikle pekilenilebilecek birer eksenleri bulunmamakla birlikte, birer eksen etrafında döndükleri varsayılabilir. Gerçekte, bu dönüşler birer dönüşü değil, parçacıkların başka başka yönlerden nasıl göründüklerinin anlatımıdır. Bunlardan her birinin nasıl döndüklerini yani değişik açılardan nasıl göründüklerini anlatmam hem uzun sürer, hem de gereksizdir. Ben, şunu belirtmek istiyorum ki; parçacıklardan bazıları kendi çevrelerinde bir tam tur döndükleri halde bile aynı yani tam görünmezler. Tam görünebilmeleri için onların bir değil, iki tam tur dönmeleri gerekir. Oysa; insan, kendi önünde veya kendi çevresinde bir tam tur yapan her şeyin her yanını görebileceğini sanmaktadır. Ki; bu kanı yanlıştır.
- Şaşılacak şey Muhterem. Ben bunu hiç akıl edememiştim.
- Sadece sen değil, gelmiş-geçmiş niceleri bunu akıl edememişlerdir Dede ‘m ve ileride de edemeyenler olacaktır. Zira; sırlar herkes için değildir.
- Peki, ya az önce adlarına şöyle bir değip geçtiğin yıldızlar? Onların temel gerçekleri nedir?
- Dede ‘m, bu konu için kitaplıklar dolusu yazı yazılmıştır. Yıldızlar konusundaki yetkili ağızlar, o işin uzmanlarına aittir. Bu nedenle ben, yıldızların temel gerçeklerinden değil, bizim yıldızlarla olan ilişkimizden az-biraz sözetmek istiyorum: Geceleyin gökyüzüne baktığımızda; gördüğümüz, yıldızların kendileri değil, ışıklarıdır. Yıldızların bize ve birbirlerine olan uzaklıkları ölçülerimizle ölçülemeyecek kadar büyüktür. O yüzden bu uzaklıklar en büyük hız varsayılan ışık hızıyla ölçülmektedir. Işığın bir saniyede alabildiği yol üçyüzbin kilometredir. Bu, bir yılda aşağı-yukarı ontrilyon kilometre yapar. Senin dünyana en yakın yıldız Proxima Centauri ‘dir. Dünyaya 4.3 ışıkyılı ötece bulunduğunu söylersem; bu sana, senin dünyanla en yakın yıldız arasındaki uzaklık konusunda az-çok bir fikir verebilir. Dede ‘m, bizim bir yıldızı görebilmemiz için, onun ışığının gözümüze kadar ulaşabilmesi gerekmektedir. Aradaki uzaklık yuvarlak hesap dört ışıkyılı olduğuna göre; bizim bugün gözümüze ulaşan ışık Proxima Centauri ‘den dört ışıkyılı önce yola çıkmış olan ışıktır. Bu şu demektir Dede ‘m: Işığı gözümüze geldiğinde; biz, Proxima Centauri ‘nin bugününü değil, dört ışıkyılı öncesini görmüş olmaktayız. Bunu bir de şöyle söyleyeyim: Biz bu yıldızın ışığını şimdi gördüğümüzde; o yıldız belki de, bu geçmiş dört ışık yılının herhangi bir anında tükenmiş, bitmiş, sönmüştür. Durum tüm uzak yıldızlar ve tüm evren için böyledir. İnsan olarak maddeyi karanlıkta göremeyiz. Onu görebilmek için ondan yansıyacak ışığa gereksinmek zorundayız. Işığı gözümüze ulaştığında görebildiğimiz için, biz maddenin şimdisini değil, ışığın ondan bize ulaşmasını gerektirecek yol kadar geçmişini görürüz. Bir bakıma; genç olarak gördüğümüz, ışık hızı üzerinden bize olan uzaklığı kadar yaşlı, taze gördüğümüz bayat, lezzetli gördüğümüz lezzetsiz, güzel gördüğümüz çirkindir. Çünkü biz, yok olanı var gibi de görebilmekteyiz. Böylesine bir gerçek olmayan gerçeğe nasıl inanabilir, nasıl güvenebiliriz?
- Öyleyse Muhterem; yıldızlarla dolu gökler altında yaşadığımızı sanırken, belki de kapkaranlık bir evrende yaşamakta ve bunun farkında bile olamamaktayız. Söylediklerinden anlamam gereken bu mudur?
- Odur Dede ‘m. İçinde bulunduğumuz şu 2000 yılını temel aldığımızda; bizden (5,143,550,400,000,000) kilometre uzaklıktaki bir yıldızdan bizi izleyebilmesi olası kimseler, bu senin ülkenin bugününü değil, İstanbul ‘un 1453 yılındaki fethini göreceklerdir. Ve o, bizim için geçmiş olduğu halde, onlara şimdileri gibi gelecektir. Bu yüzden, öylesine büyük uzaklıkları gözlemleyebilmek aslında tarihi gözlemlemektir. Bu koşullar altında yalın gerçekten söz edebilir miyiz? Beni bırak, sen söyle.
- Söyleyemem Muhterem. Söyleyemem.
- Söyleyebilseydin şaşardım.
- Gerçeğin gerçeği bu olduğuna göre; düşün gerçeği nedir Muhterem? Bana biraz da düşten sözet.
- Sözedeyim Dede ‘m ama önce, düşler konusunda senin neler bildiğini bir öğreneyim.
- Başkalarının bildiklerinden farklı şeyler bilmiyorum. İnsanların geleceklerini düşlerinden çıkarabileceklerini, düşlerin yoruma gereksindiğini, iyi yorumlandığında; kötü düşlerin bile iyilik getireceğini, düşlerin birer haberci ve birer uyarıcı olduklarını, Tanrı ‘dan, inançtan ve ruhtan kaynaklandıklarını sanıyorum.
Temkih, Hikmet Dede ‘nin anlattıklarını tatlı gülümseyişlerle dinlemekteydi:
- Ve çok büyük bilim adamlarınca düşler konusunda kitaplar yazıldığından, ansiklopediler hazırlandığından, yorumlarına ilişkin yapıtlar çökertildiğinden, cahil evkarılarına varıncaya dek birçoklarının düş yorumunu meslek edindiklerinden, bunun sanayini kurduklarından ve bu sayede büyük paralar götürdüklerinden de haberdarsın.
- Haberdarım.
- Dede ‘m, Dede ‘m. Düş bir evren sırrıdır. Düş konusu, insanı yüzyıllardan bu yana ilgilendirmiş, uğraştırmış, büyülemiş, ardından sürüklemiştir. Ve daha da sürükleyeceğe benzemektedir. Yaratıcı ‘nın başka yaratıklara vermeyip sadece insana verdiği yeteneklerden söz ederken,, yaratma yeteneği üzerinde de durduğumu anımsarsın. Burada adını andığım yaratma eylemi bir yoktan varetme olmayıp varlardan yola çıkarak yokları varedebilme eylemidir. Yaratık kendi yaratma eylemini, Yaratıcı ‘nın önüne koyduğu varlardan yola çıkarak gerçekleştirir ve bunu iki biçimde yapabilir. Birincisi; uyanıkken gerçekleştirilebilen yaratmadır. Ki; ben buna “Hayalkurma” diyorum. İkincisi; uykuda gerçekleştirilebilen yaratmadır. Ki; ben buna “Düşgörme” adını veriyorum.
- Yani sana göre; düşü yaratan insandır?
- Evet Dede ‘m, düşü yaratan insandır. Ancak düşü yapan-eden aynı değildir. Bunu şöyle söyleyebilirim: Hayal kuran bilinç olduğu halde, düş gören bilinçaltıdır. Hastalıksız bir bilinç düş göremez ve bilinçaltı hastalıksız da olsa hayal kuramaz.
- Peki düş nedir?
- Dede ‘m, düş; bilinçaltının değişik etkenler altındaki izlenimleri ve saptanmış kayıtlarıdır. Açıklamasına geçmeden önce, şunun altını çizmek isterim: Düş gelecekle değil, geçmişle ilgilidir ve o nedenle de geleceği değil, geçmişi gösterir.
- Yani kitaplar dolusu düş yorumları ve yorum uzmanlarının görüşleri değersiz midir sence?
- Hem de kaldırılıp çöpe atılacak kadar. Düşün, sakal görüldüğü için kederlenmekle, balık görüldüğü için ferahlamakla uzaktan-yakından ilgisi yoktur. Düşlerin temelde iki şeyle ilgisi vardır. Bunlardan ilki cinsel duygularla olan ilgisidir ve ikincisi de, organik isteklerle olan bağlantısıdır. Cinsel istekler bireyin gizliliklerinden oluşurlar. Organik istekler ise; bireyin ulaşmak istediği halde ulaşamadığı şeylerin demetidir. Düşlerdeki gizliliklere simgeler giydirilmiştir. Bu nedenle onların çözülebilmeleri simgelerden arındırılmalarına bağlıdır.
- Muhterem, düşü nasıl gördüğümüzü bilip anlamadıkça açıklamalarının altından kalkabileceğimi sanmıyorum. Sen önce, nasıl düş gördüğümüzü bana şöyle bir anlatsan diyorum.
- Anlatmaya çalışayım Dede ‘m. Önce hayalimizde sıradan bir kutu canlandıralım ve bunun “Bilinç” denen şey olduğunu varsayalım.
- Canlandırdık ve varsaydık.
- Şimdi bunun altına, bununla bağlantılı ikinci bir kutu yerleştirelim ve bunu da “Bilinçaltı” olarak pekilenelim.
- Yerleştirdik ve pekilendik.
- Bu iki bağlantılı kutuyu kapaksız ve onlardan daha büyük bir kutunun içine koyalım ve bunu da “ Bilinçdışı” olarak adlandıralım. Gerçek ve derin morfolojiyi bir yana bırakırsak; en basitinden ve en kolayından bir beyni böyle tasarlayabiliriz. Bunlardan bilinç; kendi öz varlığıyla bu varlığının dışındaki dünyayı sezme, değerlendirme ve kavrama gücüdür ve bir kendini yönetme mekanizmasıdır. Bir bakıma arı dikkattir. Bu dikkatin yani bilincin temel ögeleri; ideler yani fikirler, algılar, duygular, istekler ve hayallerdir. Bilinçaltına gelince; o bir mekanizmadır ve bireyin tüm ruhsal durumları bu mekanizmanın içindedir. Buna bir yetersiz dikkat deposu gözüyle de bakabiliriz. Büyük kutuyla bu kutu içindeki üst üste iki küçük kutu arasında kalan boşluktan ibaret bilinçdışı; bilinçten sızan ve ondan kurtulan ruhsal olguları bünyesinde bulundurur ve tutar. Bilincin bir de önbilinci mevcuttur. Bilinç, zaman içinde kendine özgü bir elektrik gücüyle işlev gerçekleştirir ve gücünü tüketirse; etkinliğini de yitirir. Yeniden işlev yapabilmek üzere; yeni elektriksel güçlere gereksinir. Bilinç hastalıklı değilse; birey, kendi pekilendiği gerçeklerle baş başadır. Elektriksel gücü tükendiğinde; bilinç dinlenmeye geçer ve aynen bir kondansatör gibi elektrik gücü depolamaya çalışır. İşte bizim “Uyku” dediğimiz şey budur. Uyku; birisi hafif ve obirisi derin olmak üzere, çift viteslidir. Birey düşünü her iki viteste gerçekleştirebilirse de, genelde düşün yeri hafif uyku halidir. Düşü oluşturan kaynak ruhsal olgulardır ve bunların gerçek yurdu bilinçtir ama bu ruhsal olguların bilinçten bilinçaltına sızması bireyin düş görmesine yol açar. Kaçınılmaz olan; bilinçaltının bilincin yerine geçmesidir ve bu geçme otomatik olup bilincin elektriksel gücünü tüketip dinlenmeye her çekilişinde kendisini gösterir. Bireyin uykuya geçmesi halinde, işbaşı yapan artık bilinç değil, bilinçaltıdır. Bilinçle bilinçaltı arasında büyük fark vardır. Zira; bilinç; arılık, duruluktur, bilinçaltı ise; karışıklık ve bulanıklıktır. Bilinçte zaman ve yer yani mekan kavramları mevcut olduğu halde, bu kavramlar bilinçaltında yoktur. Bilinç kendi kendini bazı yükümlülükler ve sorumluluklar altına sokmuştur, bilinçaltı böyle bir sorundan uzaktır. O bir Deli Dumrul ‘dur ve her istediğini yapabilmektedir. Bilinç yasakları dikkate alır, bilinçaltı yasakları asla pekilenmez. Bilinci inciten, gururunu kıran, utandıran, ruhunu ürperten, korkutan, çekindiren hiçbir şey bilinçaltını etkilemez. Bilinçaltının tek ereği; gizlilikleri, utanmazlıkları, elatılan haramları, işlenen günahları, çiğnenen yasakları ve benzerlerini bilince iletebilmek ve ondan, onları biteyin yararına değerlendirmesini istemektir. Bunlar; genellikle baskı nedeniyle bastırılmış isteklerdir. Onları bile bile bastıran, sansür eden ve taşkına yol açtığı zaman bilinçaltına sızdıran bilincin ta kendisidir. Uyanıklıkta bilinç, bilinçaltının iletme konusundaki zorlamalarını pekilenmez, onlara sansür uygular ve gizliliklerin ortaya dökülmesine fırsat vermez. Bu işlevler sırasında önbilincin yardımlarından yararlanır. O yüzden, ereğini gerçekleştirebilmek için bilinçaltının pusuya yatmaktan, fırsat kollamaktan öte umarı yoktur. Bilinçaltı bu fırsatı, elektriksel gücünü tükettiği için dinlenmeye çekilmek zorunda kalan bilincin bu gafleti sırasında yakalar ve elinde-avucunda ne kadar gizlilik varsa; tümünü bilince intikal ettirir. İşte Dede ‘m, bu intikalin adı “Düş” tür.
- Demek ki; düş bu imiş Muhterem.
- İzninle az-biraz ötesine geçeyim: Bilinç ancak ölüm halinde tümden tükenir. Uyku hali ise bir ölüm hali değildir. Ancak ve elbette ki; beynin güçsüz halidir. Bu durum karşısında, önbilincin yardımına gereksinen bilinç, bilinçaltının ilettiği gizlilikleri doğrudan pekilenmez, direnir ve gizlilikleri az-çok saklayabilmek amacıyla onlara birer örtü örter, birer don giydirir. Sözünü ettiğim bu örtü ve bu don simgelerdir. O nedenle; yapılması gereken; düşün ıvır-zıvır yorumlanması değil, gizlenenin ne olduğunun araştırılması, incelenmesi ve ortaya koyulmasıdır. Bir düşün neden görüldüğü sorusu burada önem kazanır. Bence düş, doyurulmamış isteklerin doyurulması için görülmektedir. Düşün ayrı bir yararı daha vardır. Uykudan herhangi bir ani kurtuluşun bilinci şoke edebilmesi olasılığı her zaman vardır ve düş, bu şokun hafifletilip yokedilmesinde bir tür amortisör görevi yapmaktadır. Yanı sıra; bilinç, yasaklayıcı, korkutucu, iğrendirici kişiliği ve tutumuyla bireyin doyuma ulaşmasını genellikle önler ve onun önlediği bu doyumu düşler aracılığıyla bilinçaltı sağlamaya çalışır ve bunu da becerebildiği kadarıyla yapar.
- Sözünü ettiğin gizlilikler ne tür gizliliklerdir Muhterem? Düşten önce, bilinçle bu gizlilikler arasında herhangi bir ilişki yok mudur?
- Dede ‘m, önce şunu söyleyeyim: Bilinç, bilinçaltında mevcut olanların tümünü bilir ve tümünden haberdardır. Ancak onlardan hoşlanmaz, onları sevmez, onları irdeler, onları yerer ve onların varlığına rıza göstermez. Zira bilinç, bilinçaltının yaşam hakkı tanıdığı gizliliklerle yaşamının şu veya bu anında zaten karşılaşmış, onları zaten görmüş, zaten tanımış, zaten sevmemiş, zaten tiksindirici, gurur kırıcı, utandırıcı bulmuştur. Çünkü; sahip olduğu değer yargıları onları pekilenmemektedir. Bu yüzden, ya bile bile onları bilinçaltına göndermek suretiyle başından atmıştır, ya da farkında olmaksızın bilinçaltına sızdırmıştır. Bilincin onları bilinçaltına atarak selamete çıkmaktan öte yolu yoktur. Zira; gizlilikler, ortaya çıktıkları anlarda kayda alınmış ve arşivdeki yerlerine koyulmuşlardır ve istese de; bilincin onlardan tümüyle kurtulması olanaksızdır. Sözünü ettim gizliliklerin çoğunu cinsel gizlilikler oluşturmaktadır. Bunlar dışında kalanlar ahlakla ilgilidir.
Hikmet Dede unuttuğu çayını yokladı ve soğuduğunu anlayınca değiştirmek için yerinden kalkıp ocağa eğildi. Çayını doldurup Temkih ‘e döndü:
- İyi de Muhterem. Dedi. Düşlerin tümünün ahlakla ve cinsellikle ilgili olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Elbette ki söyleyemeyiz Dede ‘m. Bedenin fizyolojik gereksinimleriyle, istekleriyle, dilekleriyle, erekleriyle ve varlığının saklanıp korunmasıyla ilgili olan düşler de vardır.
- Öyleyse; yeri gelmişken sorayım Muhterem. Bilinçaltında yeralan, ancak gizlilikle pek de ilgisi bulunmayan verilere bilinç sansür uygular mı?
- Uygulamaz Dede ‘m. Uygulamadığı bir yana, üstelik de onları değerlendirebildiği kadar değerlendirmeye çalışır. Çünkü; hem o verilerin sansür edilebilecek yanları yoktur, hem de genellikle fizyolojik gereksinimleri içerirler. Temelde, bedene fizyolojikman gerekli olanı bilinç neden sansür etsin ki?
- Bundan böyle kendi düşlerimi kendim değerlendirebilirim sanırım. Senden edindiğim bu bilgiler sayesinde. Varol Muhterem.
KarşıHikmet gülümsedi:
- Sen de varol Dede ‘m, sen de varol. Sen varol ki; ben de varolabileyim. Çünkü ben senim.
- Ben de senim.
- İkimiz de varolalım.
- Varolalım Muhterem, verilerini geleceğime yorduğum bir düşüm vardı. Bugünüme kadar kafamı kurcalayıp durmaktaydı. Biryerlere gidiyordum. Gitmemden önce bir kitapçı vitriniyle karşılaştım. Adam kitapları yan yana koymamış, üst üste yığmıştı. İçerisi de öyleydi. Yunus Emre ‘yle ilgili bir kitabı sırtındaki yazıdan tanıdım ve satınalmak istedim. Kitapçıya isteğimi çekine çekine söyledim. Zira canının sıkılacağını sanmaktaydım. Çünkü; kitap, tavana dayanan yığının en altlarındaydı. Şaşılacak şeydir ki; adam bozulmadı, bir dolu zahmetten sonra kitabı verdi. Zamanım olmadığından kitabı çantama koyup yola çıktım. Yolculuğumun sonunda sıradan bir otele indim. Kendime yer buldum. Odam daracıktı. Kapısı içeriye açılınca penceresi kapının arkasında kalıyordu. Yatağım pencere önündeydi. Pencerenin kapı karşısında, yatağın da duvar dibinde olması gerektiğini kısa bir an düşündümse de üstünde durmayıp çıktım. Otel kapısı önünde lokanta levhası için bakınıp dururken atlı bir araba hızla üstüme gelir gibi oldu. Arabanın okunun bana saplanacağını sanarak korktumsa da, öyle bir şey olmadı.
Hikmet Dede bir an soluklandı, sonra sözlerini sürdürdü:
- Düşümde kendimi otel odamda buldum. Pencerem kapının karşısında, yatağım duvarın dibindeydi. Birdenbire ortaya çıkan bir atlı araba üstüme doğru geldi ve arabanın oku göğsüme saplandı. Göğsüm ağrıyor, sızlıyor, yanıyordu. Yakınımda bir çeşme vardı, oradan su içip yangınımı söndürmek istiyor, bir türlü sürünüp ulaşamıyordu. Uyandığımda; yatağımdaydım ve “Ben ateşi mugannayım, Baştan aşağı yarayım.” türünden bir şeyler mırıldanmaktaydım.
- Ve sen Dede ‘m, sen bu düşün sana geleceğinle ilgili haberler vermekte olduğunu sandın ve sanırım ki; öyle de yorumladın?
- Öyle yaptım. Ama şimdi senden edindiğim bilgilere göre yorumlayacağım.
- Yorum sözcüğünü pekilenmiyorum. Çünkü; yerinde kullanmıyorsun. Yorum, senin eskiden yaptığındı. Şimdi yapacağın ise; düşünü açıklamak ve bulmacanı çözmektir.
- Doğru. Yorum yapmayacağım, bulmacamı çözmeye çalışacağım.
- Haydi çalış.
- Bilinçaltım gereksinimlerimi isteklerim doğrultusunda düzenledi, odamdaki değişiklikleri yaptı, bunları bilincime iletti. İsteklerim gizliliklerimle ilgili olmadığından, fizyolojimin yararını gerektirdiğinden bilincim kendisine iletilenleri pekilendi ve ben, bilinçaltım sayesinde, bilincimin becerisiyle doyumsuzluktan doyuma ulaştım.
- Tıpkı böyle Dede ‘m. Sürdür sözlerini.
- Bilinçaltım bilincim kadar dikkatli ve yetenekli olmadığından, araba oku olayını bilincim gibi objektif olarak değerlendiremedi ve abarttı. Gündüz bana değip dokunmayan ok, düşümde bunun için göğsüme saplandı. Buna da, göğsümdeki, susuzluktan yanıp kavrulmaktan kaynaklanan sızı yol açtı. Düşümdeki çeşme bu yüzden ortaya çıktı. Çeşmeye doğru sürünmemin nedeni suya olan gereksinmemdi. Oraya ulaşamayışım doyumsuzluğumdu. Bu nedenle uyanır uyanmaz su içmek istemiştim. Uyandığımda, kendimi mırıldanır bulduğum “Ben aşıkı mugannayım, Baştan aşağı yarayım.” biçimindeki sözcükler, aşağı-yukarı eli-yüzü düzgün ve anlamlı sözlerdi.”Muganna” sözcüğünün anlamını bilmiyordum ama bunun “Teganni” den ve onun da “Gına” dan geldiğini biliyordum. İkisi de Arapça sözcüklerdi ve “Gına” şarkı, “Teganni” de şarkı söylemek anlamındaydı. Muganna ‘nın bunlarla ilgisi varmış gibiydi. Sözcükler bir şiirin iki dizesine benziyordu. Dizelerden biri dört dörtlük, obiri beş üçlük duraklı olduğu halde, ikisi de sekizlikti ve hece veznindeydi. Dizelerden “Ben şarkının, ben ağlamanın, ben inlemenin sevdalısıyım ve ben derin üzüntüler içindeyim.” anlamını çıkarmaktaydım. Bu söyleyiş biçimi hiç de yabancım değildi ve bana doğrudan Yunus Emre ‘yi anımsatıyordu. Nedeni de ortadaydı: Yunus Emre ‘yle ilgili bir kitap satınalmış, ancak henüz okuma fırsatı bulamamıştım. O yüzden, bilinçaltım bu konuda da beni doyuma ulaştırmak istemiş, verilerini bilincime pekilettirip bunu başarmıştı.
Hikmet Dede Temkih ‘e baktı:
- Çözümler doğru mu Muhterem?
KarşıHikmet gülümseyerek onayladı:
- Hiçbir doğru bundan daha doğru olamaz Dede ‘m.
- Bana bilinci, bilinçaltını ve önbilinci anlattığına göre; şu bilinçdışını da anlatsana. Bilinçdışı nedir? Neye yaramaktadır?
- Dede ‘m, her beynin kendisine özgü bilgi depoları vardır. Bunlar bir tür arşivlerdir ve bir tür bilgi bankalarıdır. Bunlara “Bellek” veya “Bellek Bankaları” diyebiliriz. Bilincin de tıpkı beyin gibi bir bilgi bankası vardır ki; işte bu bilinçdışıdır. Beynin bellek bankaları özenli ve düzenli bankalardır. Veriler bir bir gözden geçirilmiş, ayıklanmış, gerekenler benzerlerinin arasına koyulmuş, hemen bulunabilecek biçimde raflarına, sıralarına yerleştirilmişlerdir. Bilinçdışı denen bankada bu özen ve bu düzen yoktur. Veriler atıldıkları, fırlatıldıkları, bırakıldıkları, savruldukları yerlerdedir. Bilinç ne zaman, hangi veriyi isteyip kendi bellek bankalarından alırsa; o veri, incelenip geri verildiği zaman da, kendi yerine, kendi dosyasına, kendi rafına geri konur. Esasen bellek bankalarının görevi de, isteneni bilince vermek, geri aldığında eski yerine koymaktır. Bilinç bu türden isteklerini her zaman bellek bankalarına bildirmez, bazan da bilinçdışına bildirmek zorunda kalır. Fakat bu istekler, bilinçdışı yönünden anında ve her zaman yerine getirilemez. Ama bu, bilinçdışının isteksizliği veya direnişi anlamında değildir. Çünkü; bilinçdışı, özenli ve düzenli bir arşiv değildir. Özensizdir, düzensizdir, neyin nerede olduğu meçhuldür. Bir bakıma; yan yana dizilmesi ve arandığında kolaylkla bulunup alınması yönünden aşağı-yukarı senin şu kitapçın gibidir. En önemli olanı en alta koymuş, en geriye atmış olabilir ve onu bulup verebilmesi için, üst üste kümelenmiş yüzlerce veriyi kaldırması gerekebilir. Bununla birlikte, bilince çok yakın zamanda gerekecek verileri elaltında bulundurma becerisine de sahiptir. Gerekli-gereksiz veriler sudaki başıboş balıklar gibi bilinçdışında kaynaşıp dururlar. Bunlardan herhangi birinin bilince iletilmemesi halinde bireyin onu anımsaması olanaksızdır. Bu tür durumlarda anımsayamamaktan söz edilir. Çünkü; bilincin gerek duyup istediği veriyi bilinçdışının ne zaman bulup vereceği belli değildir. İstenen veri bulunup bilince iletilinceye kadar bu belirsizlik sürer gider. Veri bilince iletilebildiğinde bilinç onu alır ve değerlendirir. Ancak, ortadaki bu güçlükleri aşabilmek için bilincin gerçekleştirdiği yöntemler de vardır. Bu yöntemler eylem, sıfat ve ad yöntemleridir.
- İyi de, ben bu üstü örtülü açıklamalardan nereye varabilirim Muhterem? Bana örnekler veremez misin?
- Verebilirim Dede ‘m, verebilirim: Birey bir şeyi anımsamak istediğinde, anımsamaya çalışan bilinçtir. Anımsamaya çalışma anında bilinç, bilinçdışından gereken veriyi iletmesini istemektedir. Bilinçdışı o karmakarışık ardiyada veriyi aramakta olduğundan, iletişim sağlanamamakta ve verisiz kalan bilinç yanıtı bulup verememektedir. Bu koşullar altında bilincin mesajı şöyle olacaktır: “Adı dilimin ucunda ama bir türlü anımsayamıyorum.” Bilinçdışı isteneni bulamadığında ve bulmaktan da caydığında bilincin mesajı şuna dönüşecektir: “Anımsayamadım. Anımsarsam söylerim.” Veri iletilebildiğinde; yanıt bilinçten şöyle bir mesajla gelecektir: “Anımsadım; adı Ahmet ‘ti.”
- Güzel. Peki, bilinçdışının arayıp da bulamadığı ve bulamadığı için iletemediği verilerin yine de elde edilebilmesini sağlamak amacıyla bilincin başvurduğu yöntem sanıl bir şeydir?
- Dede ‘m bilincin kullandığı yöntem hem etkili, hem de ilginç bir yöntemdir. Buna bilinçdışından bir tür zorla veri alma yöntemi olarak da bakabiliriz. Yöntemin aşamaları mevcuttur ve ben bu aşamalardan az önce de sözetmiştim. Ama yinelemekte yarar var. Yöntemin aşamaları; eylemi anımsatma, sıfatı anımsatma ve adı anımsatmadan ibarettir. Bu, becerikli bilincin şaşkın bilinçdışından, onun arananı bulmasına yardımlar yaparak veri alma kurnazlığıdır. Nitekim bilinç; böyle hallerde, bilinçdışının verinin tümünü bulamadığını idrat etmekte ve bilinçdışını istenen verinin parçalarını bulmaya yöneltmektedir. Parçalar bulunduktan sonra, verileri birleştirip tümden değerlendirmek artık bilince kalmaktadır.
Temkih yorgunluk belirtileri göstermeye başlamıştı. Soluklanmak için bir süre sustu, anlatmadı ve Hikmet Dede ‘yi baştan aşağı inceleyip durdu. Sonra açıklamasını bir örneğe bağladı:
- Dede ‘m, iki birey ele alalım. Her ikisinin de bilinçlerine özel bellek bankalarında ortak bir tanıdığın kayıtları bulunmaktadır. Ancak, bilinçlerden biri, bunun hiçbir zaman kendisine yaramayacağını sanarak kaydını bile bile silmiştir veya önem vermeyerek bilinçdışına sızdırmıştır. Ama yeri ve zamanı gelmiş, ortak tanıdıkla ilgili verilere gereksinmiştir. Şimdi bu gereksinmeyle bilinçdışından bu tanıdıkla ilgili verileri istemektedir. Ama şaşkın bilinçdışı verileri nereye koyduğunu bilememekte, parçalarını bulup birleştirememektedir. Üstelik sabrı da yeterli değildir ve bulamadığı verileri bulmaktan kolaylıkla vazgeçmektedir. Kendisinden verilerin tümü alınamadığına göre; ona bunları parça parça buldurmak ve birleştirmeyi de ona bırakmamak gereklidir. Bu koşullar altında bilinç, bilinçdışından en kolay bulabileceği parçayı bulmasını ister. Bu parça; ortak tanıdığın eylemidir ve eylem hareketli, göze kolay görünür bir veri olduğundan, bulunmasında fazla zorluk yoktur. Tanıdık hangi eylemlerde bulunurdu? Örneğin; konuşurken arada bir öksürürdü, kasılırdı, poz verirdi, eliyle saçlarını tarardı, gülerdi yahut kravatını düzeltirdi veya bir gözünü kırpar dururdu. Bilinçdışı bu eylemlerden birine dayanarak tanıdığın bir parçasıyla ilgili veriyi bulup bilince verecektir. Zira; gereken ışık kendisine tutulmuştur. Bilincin arattırıp buldurmaya çalışacağı ikinci parça, tanıdığın sıfatıdır. Örneğin; tanıdık uzun boyluydu, esmerdi, yakışıklıydı, saçları görkemliydi veya giysileri çok temizdi. Üçüncü parça addır ve esasen aranan parçadır. Çünkü; bilinç bu ada gereksinmekte, ada ulaşabilmek için eylemden yola çıkmakta, sıfatı arattırıp buldurmaktadır. Örneğin; tanıdığının adı “Suat” tır. Böylece gereken veri, bilinçdışından alınacaktır. Bu suretle anımsama tamamlattırılmakta, mesaj dile iletilmektedir: “Adı Suat ‘tı.” Mesaj dile iletilince; haliyle dil bunu söyleyecektir ve bu söylem kulaklar aracılığıyla yeniden kayda alınacak, kayıt bilincin bellek bankalarında ayrılan bir yere koyulacaktır. Sonraki etaplarda ve her gerektiğinde bilincin, bellek bankalarındaki bu veriye ulaşabilmesi kolaylaşacaktır. Mesaj, dil yerine düşünceye iletilirse ve bir daha kullanılmasına da gerek görülmezse; bilincin vereceği karar doğrultusunda onun uygun göreceği yerlerden birine aktarılacaktır. Söz konusu yerlerden biri; bilinçaltı ve obiri bilinçdışıdır. Mesaj yani veri sansürü gerektiren bir şeyse; bilincin bunu göndereceği, sürgün edeceği veya sızdıracağı yer bilinçaltıdır. Sansürü gerektirmeyen bir şeyse; atılacağı yer bilinçdışıdır. Zaman geçtikçe ve kendisine gereksinilmedikçe; orada eskiyecek, kaybolacaktır.
Hikmet Dede, bacakları sızlaya sızlaya yerinden kalktı, alevleri azalan ocağa bir-iki küçük çam kütüğü attı ve yeniden yerine otururken şaşkın şaşkın mırıldandı:
- Beden meğerse bizim bildiğimiz beden değilmiş Muhterem.
Temkih gülümsedi:
- Yoksa sen, bu seksen yıllık bedenini tanıdığını, bildiğini mi sanıyordun Dede ‘m? Dedi. Beden evren gibidir. Evrende herne varsa; onlar aşağı-yukarı bedende de vardır. Senin bu evinin büyüklüğündeki bir şeker kalıbındaki özellikler herneyse; ondan alacağın bir zerrecikteki özellikler de onlardır. Bedene bir açıdan bakıldığında; onun bir alışkanlıklar sistemi olduğu anlaşılacaktır. Nitekim, beden yarın, bugün yemek yediği saatte acıkır. Yarın, bugün uyumuş olduğu saatte uyumaya hazırlanır. Yarın, bugün defihacet ettiği saatte defihacet etmek zorunda kalır. Zira; bedenin, kendisini zamanlayan bir saati vardır. Bu saat otomatikman işlev yapabildiği gibi, yönlendirmeyle yani telkinle de işleve sokulabilir. Sabahleyin hangi saatte uyanmak istiyorsa; bunu geceleyin, inana inana, güvene güvene, kendine yüksek sesle üç kere söyledinmi; uyandığın saat istediğin saattir. Tıpkı şöyle: “Sabahleyin saat yedide uyanacağım. Sabahleyin saat yedide uyanacağım. Sabahleyin saat yedide uyanacağım.” Beden, kendisinden isteneni verendir, verilmiş olanı isteyendir. Bu, iyi şeyler için olduğu kadar, kötü şeyler için de böyledir. Evrendeki nebulalar, galaksiler, samanyolları, gezegenler, uydular, yerler, gökler, denizler, dağlar, nehirler, çaylar, göller, ülkeler, uluslar bedende de mevcuttur. Bedenin gerçek sahipleri, onda yaşayan uluslardır. Bunlar arasında batışlar, kavgalar, savaşlar, aşklar, doğumlar, evlenmeler, ölümler vardır ve sürüp gitmektedir. Beden hücrelerden oluşmuştur, her hücre kendisini koruyan bekçilere sahiptir. Hücrelerin tümü beş yılda bir baştan aşağı değişmektedir. Değişmeyen hücreler bellek hücreleridir. Bu değişmezlik geçmişin yitirilmemesi için gerekli ve önemlidir. Beden de evren gibi bir sırlar okyanusudur. Bir olağanüstülükler sergisidir. Einstein, ışık hızıyla gidebilecek bir trenin camdan yapılmış bir duvarı delmeden geçebileceğini öne sürmüştür. Bunu becerebilen ışığın gözlerimizdeki sarılekeyi geçemeyişine nasıl şaşmayalım? O sarıleke ki; ışığı geçirseydi; bu doğaüstü insan zavallı bir kör olup giderdi. Çünkü; görme yeteneği ışığa gereksinir ve onun bulunmadığı yerde iflas eder. Bedendeki hücreler iplikçiklerle donatılmıştır ve hücreler bunlarla birbirleri arasındaki iletişimi sağlarlar. Bunlar bir hücre mikrosinirleridir. Hücreye, gereksindiği enerjiyi ve solunum olanağını sağlarlar. Beslenmeleri için sayısız maden gerekmektedir. Bu madenler bizim “Gıda” dediğimiz şeylerdir. Birey, kendisine şu veya bu madenin gerekli olduğunu, onların şu veya bu gıdalarda bulunduğunu belki bilebilir ama bunların hangi gıdadan hangi miktarda çıkarılabileceğini, nasıl bir uyum içinde birbirleriyle birleştirilebileceğini bilemez. Bedenin gerçek sahipleri birer analiz ve sentez ustalarıdır. Onlar bireyden yeğdirler. Neyi nereden, ne kadar çıkaracaklarını, ne kadarını kullanacaklarını, ne kadarını atacaklarını, ne kadarını depolayacaklarını, neyi neyle birleştirmeleri gerektiğini, neyi nereye göndereceklerini çok iyi bilirler. Bedendeki yaraları-bereleri-çizikleri-kesikleri onaran onlardır. Yerlerini-yurtlarını korumak için elden geleni yapmaktan kaçınmazlar ve tıpkı tarihteki büyük kahramanlar gibi, toprakları uğruna canlarını bile seve seve verirler. Traş olduğun zaman, yüzünde ortaya çıkan kesikte gördüğün sarı renkli sıvı, orayı kapatmak için kesiğe akın eden, bedenleriyle gediği dolduran, ancak havanın etkisiyle canveren akyuvarların bedenlerinden başka bir şey değildir. Yargıyı bana bırakırsan; ben sana şunu söyleyebilirim Dede ‘m: Hasta bireyi iyileştiren de, sağ insanı hasta eden de, bedendir. Bedende tıpkı akyuvarlar gibi, başka popülasyonlar da yaşamaktadır. Beyin otomat sistem dışındaki tüm devinimlere hükmettiği halde, onlara hükmedemez. Zira; onlar, kendi işlevlerinin gerekleriyle sınırlandırılmış özgürlükler içindedirler. Nitekim beden, bir kesimi isteme bağlı olan, bir kesimi isteme bağlı olmayan eylemleriyle varlığını sürdürmektedir. Bunlardan; isteme bağlı olmayanlar, isteme bağlı olanlardan çok daha önemli rollere sahiptirler. Eylemlerden önemli bölümünün istem dışında tutulmasının nedenleri vardır. Bilinç, dikkatin bölünmezliği prensibine uyarak çalışır. O, dikkatini yapılacak işe, eyleme yönelttiğinde, bedenin varlığını koruyabilmesi için gereken işlevleri aksatacak eğilimdedir. O yüzden öylesi eylemlerin ve işlevlerin gerçekleştirilmesi elinden alınmıştır. Böyle olmasaydı; bilinç, bir büyük açmaz üzerinde onu çözmek üzere yoğunlaştığında, bedenin varlığı için gerekli olan kalbi çalıştırmayı unutabilirdi ve bu bedenin bir açmaz yolundaki ölümüne yol açardı. Veya kirpikleri kırpıştırmayı aksatabilirdi ve bu da retinayı temizleyemeyen gözün başka imgeler alamamasına, kızarmasına, sulanmasına, yanmasına kadar uzanırdı.
- Çok ilginç Muhterem. Ben, kirpiklerin gözü tozlardan korumak için kırpıldıklarını sanırdım.
- Pek yanlış da değil Dede ‘m. Beden ve onun organları tek işlevli değildir. Organların her biri birden çok işlev yapmak zorundadırlar. Bu, birbirinden değişik sayısız makinenin yapabileceği işlevlerin tümünün bir bedene sığdırılmasından kaynaklanan zorunluluktur. İşte Dede ‘m, kirpikler de böyledir ve çok işlevlidir. Bir yandan gözü korurlar, bir yandan çalışırken ortaya çıkardığı sıcaklığı soğuturlar, bir yandan da gözün retina tabakası üzerindeki maddeyi tazelerler.
- Buna gerek var mıdır?
- Vardır Dede ‘m. Bir fotoğraf makinesiyle en azından iki poz çekmek istersen; ne yapmak zorunda kalırsın?
- Bu makinenin türüne bağlıdır. Plak film kullanan makineyse; ikinci pozu çekeceğim zaman, çekilmiş birinci plağı çıkarır, bir ikinci boş plak takarım. Rolfilm kullanan makineyse; ilk pozu çektikten sonra, ikinci poz için makarayı çevirip boş kareyi objektif önüne alırım.
- Doğru. Peki şimdi söyler misin? Şöyle soldan sağa veya sağdan sola birkaç metrelik bir yatay pan yapan göz birbirinden değişik kaç imge yani kaç poz görebilir?
- Bana göre; bu, pozlar arasındaki uzaklığa bağlıdır. Uzaklık en az ölçüdeyse; birbirinden değişik sonsuz imge görebilir.
- Evet. Bir fotoğraf makinesi nasıl ki; her değişik imge için bir karelik film kullanmak zorundaysa; göz de bir o kadar karelik film kullanmak zorundadır. Gözün elbette ki; filmi yoktur. O yüzden bunu, retina tabakası üzerinde oluşturduğu bir maddeyle yapar. Ancak, her pozda, o kullanılmış maddeyi bir daha kullanamayacağından, onu yeniden üretmesi gereklidir. Bu bakımdan, eskimiş kareyi silen, yerine yeni kareyi takan kirpikler ve onların kırpılışlarıdır. Çalışan herşey gibi, kirpikler de yorulmakta ve dinlenmeleri gerekmektedir. Göz, kirpiklerini uykuda dinlendirir.
- Çalışan her organın dinlenmeye gereksinimi olduğuna göre; kalbin de olmalıdır. Ama bu, kalbin durması ve bedenin ölümü değil midir Muhterem?
- Evet Dede ‘m; kalbin de dinlenme gereksinimi vardır ve kalp de dinlenmektedir Ama bu ne onun durmasına, ne de bedenin ölümüne yol açar. Esasen; dinlenmeyen bir kalpten yeniden çalışması beklenemez.
- Durması ölüme yol açan bir kalp nasıl dinlenebilir ki Muhterem?
- Böyle düşündüğüne bakılırsa; vereceğim yanıt seni bir hayli şaşırtacaktır Dede ‘m. Zira; yürek bir günde tam sekiz saat dinlenir.
- Geç Tanrı aşkına. Olur mu öyle şey?
- Şaşıracağını söylemiştim Dede ‘m. İzin ver, anlatayım. Kalp senin sandığın gibi ömür boyu aralıksız çalışmaz. Öylesine bir çalışmaya kalp değil, çelik olsa; dayanamaz. Onun için kalp, üç kere çarpıp bir kere dinlenecek biçimde varedilmiştir. Günün yirmidört saatten ibaret olduğunu biliyorsun. Bunu üçe böldüğünde, kalbin günde sekiz saat dinlendiğini bulabilirsin.
- İnanılmaz şey.
- İnanılmaz olan; tüm içerdikleriyle birlikte bedendir. Ve beden, akılalmaz gizliliklere ve güçlere sahiptir. Bir bireyi fevri anlarında, az-çok güç-kuvvet sahibi bir başka birey engelleyebilir, eylemsiz bırakabilir. Fakat aynı birey çıldırmışsa; onu engellemeye, eylemsiz bırakabilmeye belki birkaç birey bile yetmeyecektir. Dede ‘m, birey aynı birey olduğu halde, böyle bir durumun vukubulabilmesi, bedende her zaman kullanılmayan fakat bazı koşullar altında hemen kendini gösteren gizli güçler bulunduğunu kanıtlamaktadır.
- Benzer bir olayla karşılaşmıştım Muhterem. Bir odada kapalı kalan beş-altı yaşlarında bir yavrucuk, yangın sırasında kapının arkasına yıkılan büyük bir dolabı yana çekip çıkarak alevlerden canını kurtarabilmişti.
- Benim dediğim işte bu Dede ‘m. Bedendeki gizli güç.
- İyi de, bu güç bedenin neresinde gizli? Neden gizli? Normal hallerde kendisini neden göstermiyor da, olağanüstü hallerde ortaya çıkıyor? Bilinçle bu gizli gücün nasıl bir ilişkisi var?
- Dede ‘m, oluştuğu andan itibaren bilinç bu gücün farkındadır ve farkında olmaması zaten olanaksızdır. Zira; onun gözü bilincin yerinde, bilincin mevkiindedir. Sözünü ettiğimiz bu gizli gücün amacı, egemenliği bilincin elinden çekip almak ve yerine oturmaktır. Egemenlik bedeni yönetme egemenliğidir. Bu yüzden, bilincin dar ve umarsız anlarını beklemekte, onun zayıf düşmesini istemektedir. Bilinç, yerini elbette ki ona bırakma yanlısı değildir ve yapabileceği tek şey; hasmı en azından ikiye bölmek ve bu yoldan onu kendinden uzaklaştırabilmektir. Bilinç de ister-istemez bu yolu tutturur; hasmını ikiye ayırır, parçalardan birini bilinçaltına, obirini bilinçdışına sürer. Bedendeki gizli güç, bilinçli güce oranla bedeni daha iyi koruyabilecek olan güçtür. Bilinç bunu idrak etmekle birlikte, yerinden olmayı da istemez. Bu nedenle bilinç sürekli olarak bedendeki gizli gücü gözaltında tutmak zorundadır. Bilinç varolduğu ve işbaşında bulunduğu içindir ki; söz konusu güç gizlenmeyi yeğlemektedir. Kendisinin olağan hallerde ortaya çıkamayışı bu yüzdendir. Bu bakımdan, dış enerji kesilince enerji üretmek üzere onun yerine geçen bir jeneratörü andırmaktadır. İşbaşına geçişi bilincin yerini alışı otomatiktir ve işbaşına geçiş anı, bilincin zevale uğrama yani yitme anıdır. Bilinç olağan işlevler yaptığından kıt-kanaat harcamalar dışına çıkmadığı halde, olağanüstü işlevler yapma durumundaki gizli güç, harcama hususunda sınır-engel tanımama eğilimindedir. Bedene gelince; o, olağanüstü işlevlere alışkın değildir ve genellikle öylesi işlevlere gereksinmez. Bilincin zevale uğraması anında, gizli güç iki ayrı parça ve iki ayrı kuvvet halinde bilinçaltından ve bilinçdışından çıkar, birleşir ve bilincin tahtına oturup egemenliği ele geçirir, bunu başarınca da bedeni olağanüstü güçlenmiş duruma sokar. Kolayca anlayacağın üzere; beden zeval altında bilinçsizdir ve ister istemez bilinçsiz bir gücün eline geçme şanssızlığına uğramıştır. Gizli gücün beden işgali bilincin geri dönmesine ve egemenliği yeniden elegeçirmesine kadar sürer ama eğer, bilincin geri dönme olasılığı artık söz konusu değilse; gizli gücün egemenliği öylece sürüp gidecek, enerji alışılmamış bir biçimde harcanacak ve bu harcama sadece gücün kendisini değil, bedeni de çökertecektir.
Ocaktaki yaş çam kütükleri ısınmış, kurumuş, tutuşmuş, yanmaya başlamışlardı. Oda, gazlambasının güçsüz ve kirli sarı ışığını bastıran güçlü ışıklarla aydınlanmaya yüztutmaktaydı. Hikmet Dede ‘nin soğuk kış fırtınası aç kurtlar gibi uluyor, yapının çevresinde dört dönüyor, yaşlı duvarları sarsıyor, yıkmaya çalışıyordu. KarşıHikmet, odaya düşmeye koyulan güneş ışınlarından korunmaya çalışırcasına sol elini gözlerine korunak yapmakta, sağ elindeki mendille terlerini silmekteydi. Bakışlarını ocaktaki alevlerden ayırıp Tanrı Konuğu ‘na çeviren Hikmet Dede ortaya yepyeni bir soru attı:
- İnsan bedeni bir başına insan mıdır Muhterem?
- Değildir Dede ‘m. Beden bir araçtır. Ruhun, kendisini ortaya koymak için kullandığı bir giysi, bir maske, bir kimliktir.
- Yani şimdi ruhun varlığına inanmamı mı istiyorsun benden?
- İnanman-inanmaman hiçbir şeyi değiştirmez Dede ‘m. Bence; ortada ruhun varlığına inanılmasını gerektiren sayısız nedenler vardır ama inanılmasını engelleyen hiçbir husus yoktur. Zira; beden insanın maddesi, ruh onun manası yani anlamıdır. Bu bakımdan insan, hem maddesel, hem de anlamsal bir varlıktır. Bunlardan biri olmadan insan insan değildir. Maddesiz anlam ve anlamsız madde olamaz. Ruhla madde birbirlerini tamamlarlar. Bir general üniforması elde askıyla götürülürken rastlayan askerlerden hiçbiri ona selam vermez, saygı göstermez. Sivil gezen bir general için de böyledir. Fakat o üniforma o sivile giydirilince, varlık anlam kazanacak, gereken sevgiyi, saygıyı görecektir. Çünkü; onlar birbirini tamamlamış muteber varlığı ortaya koymuşlardır. Saygıyı hak eden birbaşına üniforma, birbaşına beden değildir. Ruhsuz beden, bedensiz ruh insanı oluşturamazlar. Birbirlerinden değişik özellikte olmakla birlikte, birbirlerinde yaşayan ve biri olmaksızın obiri olamayan varlıklardır. Esasen birbirleri gibi olabilselerdi; içlerinden birine gerek kalmazdı. İnsan için her ikisinin de gerekli oluşu, birbirleri gibi olmayışlarından ve birbirlerinin eksiğini tamamlayışlarındandır. Birbirlerinde olmayan özelliklerini şöyle bir gözden geçirelim Dede ‘m: Beden ölümlüdür, ruh ölümsüzdür. Beden yaralanabilir, yırtılabilir, parçalanabilir ve işe yaramayan her hale getirilebilir. Ruh, maddeyi etkileyen hiçbir etkene boyun eğmez. Beden yaşlanabilir, ruh yaşlanmaz. Beden görünür, ruh görünmez. Beden başka bedenle birleşebilir. Ruh başka bir ruhla birleşmez. Beden kendini teksir edebilir, ruh kendini teksir edemez. Bedenin organları vardır, ruhun organları yoktur. Bedenin; biri bilinç, biri otomat sistem ve biri de gizli güç olmak üzere; üç egemeni vardır. Ruhun egemeni kendisidir. Bedenin üç anahtarı bilinç, otomatik sistem ve gizli güçtür ama bunlar kendi kendilerinin anahtarı değillerdir. Kendileri eyleme başlamadan ve devinime girmeden bedeni eyleme sokamazlar, devindiremezler. Eyleme başlayabilmeleri ve devinime girebilmeleri için kendilerine start verilmesine gereksinirler. Onlara bu başlama veya durma komutunu veren ruhtur. Bedenin istekleri yoktur, gereksinimleri vardır ve ruhun istekleri vardır, bedenin gereksinimleri bu istekler doğrultusunda düzenlenir. Organların algılarından yararlanmak isteyen beden değildir, ruhtur. Dede ‘m, dikkatini çekerim: “İnsan” demiyorum, “Beden” diyorum; bedenin bir meskeni, bir sığınağı, bir koruganı yoktur, ruhun meskeni, sığınağı, koruganı bedendir. Meskensiz boşta kalacağından isteklerini yerine getirecek organları yitireceğinden, onu ayakta tutmak zorunda olduğunu bilmektedir ve bu nedenle bedeni korumaktadır. Ruh bunu, bedendeki bir mekanizmayı kullanarak yapar. Bu mekanizma “Korku” dur. Korku mekanizması devrede olmadıkça beden varlığını, ruh da bedeni yani korunağını koruyamaz.
- Peki Muhterem, ruhun istekleri nelerdir?
- Dede ‘m ruh, bedendeki duyu organlarının tüm algılarını ister. Hatta bazan onunla da yetinmez ve daha fazlasını elegeçirmeye kalkışır. Biz buna “İhtiras”, “Hırs”, “Açgözlülük”, “Maymun iştahlılık” gibi adlar veririz. Bu, ruhun doyumsuzluk halidir. Kullandığı organ, ruhun bu tür eğilimlerine yanıt vermeye çalışa çalışa artık yanıt veremez olur ve giderek yıkıma uğrar. Zira; zirve, düşüşün başladığı yerdir.
Hikmet Dede ‘nin anlayamadığı noktalar bulunduğu Temkih ‘e bakışlarından belliydi:
- Muhterem. Dedi. Ruhun ölmez olduğunu söylemiştin. Beden ölümlü, ruh ölümsüz olduğuna göre; önünde-sonunda bu durum ruhun bedensiz kalmasına yol açacaktır. Bir ara, ruhun bedensiz olamayacağını da belirtmiştin. Bu koşullar altında benim, ruhun bedenden bedene geçtiğine mi inanmam gerekecek?
- Söylemek istediğim de buydu Dede ‘m. Nitekim; ruh bedensiz olamadığı için bedenden bedene geçmektedir. Çünkü; ruha göre; bedensizlik korunaksızlık, meskensizliktir.
- Peki bu sav, ruh sayısının değişmezliğini ve Yaratıcı ‘nın yeni ruhlar yaratmadığını göstermez mi?
- Gösterir. Göstermesi gereken de zaten budur. Zira; Yaratıcı yeni yeni bedenler yarattığı halde, yeni ruhlar yaratmaz.
- Ben işte bunun nedenini merak ediyorum.
- O zaman bu merakını gidermeye çalışayım: Kutsal kitaplarda bir “Galü: Bela” dan sözedilir. “Galü: Bela” şudur: Yaratıcı, ruhları yarattığında; onları kendisine secde etmeye çağırmıştır. Ancak, onlardan bir kesimi buna uymuş, bir kesimi uymamıştır. Bu durum Yaratıcı ‘nın hoşuna gitmediğinden secde etmeyenlere şöyle demiştir: “Elestü bi Rabb ‘iküm? ” Bunun anlamı şudur: “Ben sizin Rabb ‘iniz yani Yaratıcı ‘nız değil miyim? ” Bu sorunun yanıtı şu biçimde geçmektedir: “Galü: Bela.” “Evet. Dediler.” Yani “İşte o secde etmeyen ruhlar, o zaman; evet, sen bizim Rabb ‘imizsin, dediler.”
- Ben de bunu böyle biliyordum Muhterem.
- Dede ‘m, ben de savımı buna az da olsa; dayandırmak istiyorum. Bana göre de; Yaratıcı ruhların tümünü böyle bir etapta yaratmıştır.
- Ama bu bir kanıt değildir.
- Bence kanıttır. Öyle olmasaydı; Yaratıcı ‘nın her keresinde yeni yeni ruhlar yaratması, her keresinde onları kendisine secde etmeye çağırması, her keresinde Yaratıcı ‘ları olup olmadığını onlara sorması gerekmez miydi? Gel gör ki; kerelerce yinelenmiş böylesi bir olaydan kutsal kitaplar da sözetmiyorlar. Anımsarsan; ruhun ölümsüz olduğunu söylemiştim. Ölmeyen bir varlığın yeniden yaratılmasına gerek var mıdır? Ruh sayısının değişkenliğini pekilenmek, ruhun ölümsüzlüğünü pekilenmemek değil midir? Bu çelişkiden kurtulabilmek için, ruh sayısının değişken olmadığının pekilenilmesi zorunludur. Bu koşul, düşünceyi doğrudan, ruhların bir etapta yaratılmış olduklarına ve artık ruh yaratılmayacağına götürmez mi?
- Beni şaşırtıyorsun Muhterem. Açıkca söylemeliyim ki; ne söylemem gerektiğini bilemiyorum.
- O zaman dinle Dede ‘m. Eğer ruh sayısı değişmiyor fakat yaratılan beden sayısı değişiyorsa; o zaman, ruhun beden değiştirdiğini pekilenmek kaçınılmazdır. Gerekçemiz; ruhun bedensiz olamayacağıdır. Zira; ruh bedensiz durabilse; bu, bedeni gereksiz kılar. O zaman da yeni bedenler yaratılmasına gerek kalmaz. Oysa; yeni bedenler yaratıldığını, en azından bedenin kendisini teksir etmesinden bilmekte, anlamaktayız.
- Ruh varken beden canlı değil midir?
- Elbette ki; canlıdır ve bedenin canı ruhtur.
- Peki Muhterem, ruh ayrıldığı için mi beden ölmektedir, yoksa beden öldüğü için mi ruh ayrılmaktadır?
- Bu ikisi arasında fark yoktur Dede ‘m ve ikisi de birbirine bağlıdır. Yani beden ölürse ruh ayrılır veya ruh ayrılırsa beden ölür. Bence; beden ruhun meskenidir ve bunu önceden de söylemiştim. Ama ruh bu meskenin sahibi değil, kiracısıdır. O, kiraladığı meskenden çıkmak, kullanmakta olduğu araçtan ayrılmak eğiliminde değildir. Varlığı bedenin varlığına bağlı olduğundan, onun ölümüne yolaçmaz fakat ölmesine de aldırmaz. Ölüm ruhu hem sevindirmek, hem de üzmek suretiyle etkiler. Ölen beden, yıkılan-çöken bir korunak, kullanılabilme olanağı kalmayan bir araçtır. Ölüm bu yüzden ruhun bedeni bırakmasına yol açar. Ölümsüz olduğundan kendisine yeni bir mesken, yeni bir korugan aramak zorunda bırakır. Ölen bedende yaşam süresince edindiği deneyimler onu daha yeni, daha temiz korunaklar edinmeye iter.
Hikmet Dede, beğenmediği bir hayali kovarcasına elini salladı:
- Konu bana yine anlaşılmaz gelmeye başladı Muhterem.
KarşıHikmet gülümsemekteydi:
- O zaman sana bir örnek vererek konuyu sana göre biraz daha anlaşılabilir hale getireyim Dede ‘m: Bedeni kiralık bir otomobile, ruhu da onu kiralamış bir sürücüye benzetelim. Elbette ki; bu kiralama gerçek oto kiralamaları gibi saatlik, günübirlik veya birkaç günlük bir kiralama değildir ve bir yaşamlık kiralamadır. Bu yüzden kiralandığında her yanıyla, her yönüyle, her yeteneğiyle kiracının tüm isteklerine yanıt verebilmekte ve o istekleri anında yerine getirmektedir. Ancak, kullanılan herşey gibi, zaman içerisinde araç da eskiyecek ve kullananın her isteğine her zaman olumlu yanıtlar veremeyecektir. Bu yanıt verebilme-verememe durumu, iyi kullanım-kötü kullanıma göre değişiklikler gösterecektir. Kullandığı araç eskidikçe, zor görev yapar veya hiç görev yapamaz hale geldikçe, sürücü daha yeni, daha gösterişli, daha yetenekli araçlara imrenmeye başlayacak, gönlü kendi aracından soğuyacaktır. O koşullar altında sürücüye düşen tek şey, kendisine doygunluk veremeyen araçtan inmek, doygunluk verebilecek bir başka araca binmektir. Bedenle ruh arasındaki ilişki böylesine bir ilişkiye benzer Dede ‘m. Ruh imrendi bir yiyeceği tatmak ister ama beden dişsiz kalan ağzıyla buna yanıt veremez. Ruh her şeyi duymak ister fakat sağırlaşan kulaklar artık bunu yapamazlar. Ruh her şeyi görmek ister ama bozulan gözler onun istediklerini yeterince göremezler. Ruh gezmek-dolaşmak ister, ruh eğlenmek ister, ruh iyi dinlenmek ister, ruh sağlık ister lakin beden, gezse; gezemeyecek, dolaşsa; dolaşamayacak, eğlenmek istese; eğlenemeyecek, dinlenmek istese; dinlenemeyecek hale düşmüştür, sağlığını yitirmiştir ve ruhun her bir isteğini yanıtsız bırakmaktadır. Bedenin bu durumu, her keresinde ruha sıkıntı verir, ruha acı verir, ruha üzüntü verir, ruhu tiksindirir, ruhu utandırır, ruhu bıktırır ve sonunda beden biter, ruh kurtulur. Biz bunu şöyle de söyleyebiliriz: Ruh terk eder, beden biter.
- Ve bedensiz edemeyeceğine göre; yeni bir bedene girecektir.
- Öyle yapacaktır.
- Peki, gireceği yeni beden ruhlu mudur, ruhsuz mudur?
- Bu onun o andaki koşullarına ve tutumuna bağlıdır. Genelde ruh; korunağında-meskeninde birbaşına oturma, isteklerini birbaşına gerçekleştirme eğilimindedir. Askıda kalmaktan hoşlanmaz. İmrendiği yeni bir bedeni anında bulamamışsa; bir başka ruhla bir aynı bedendeki ortak yaşamaya da boyun eğebilir.
- O zaman bu durum, ruhun birbaşınalığına gölge düşürmez ve ruhlararası bir anlaşmazlığa-bir çatışmaya yol açmaz mı?
- Evet Dede ‘m, tıpkı öyle olur. Ama bu ruhun umarsızlığının zorlamasıdır ve öyle bir zorlama karşısında ruh bunu pekilenir. Bu, iki ruhlu insanın ortaya çıkmasına yol açar. İki ruhlu insanda eylemin, devinimin ve isteğin çatışması ve çelişmesi bundandır. İki ruhluluk öyle ileri sürüldüğü gibi psikolojik bir bozukluk değildir. Psikolojik bozukluk birbaşına ruhun kusurluluk hali olarak ele alınmaktadır. Bunun neden yanlış olduğunu önceden de söylemiştim: Ruh, maddeye işleyen hiçbir etkenden etkilenmez. Kusur, bozulma, benzerleri gibi maddeye özgüdür. Çelişik davranışlar ve tutumlar iki ayrı ruhun bir aynı bedene egemen olmaya çalışmasından doğar. Ruhların cinsiyetleri yoktur fakat istekleri vardır. Cinsiyetleri yoktur, çünkü; doğmazlar, doğurmazlar, çoğalmazlar, ölmezler. Yönelttikleri her doğrultuda bedeni kullanmadan haz duyarlar. Bu, iyi şeyler konusunda olduğu kadar, kötü şeyler konusunda da geçerlidir. Zira; ruhların da iyileri, kötüleri vardır. Bazılarının “Galü: Bela” da Yaratıcı ‘sına secdeyi pekilendiklerini, bazılarının pekilenmediklerini unutmamalıyız. Bedeni otomobil, ruhu sürücü varsaydığımız örneği bir kez daha anımsatmak istiyorum: Araç kurallara uygun seyrediyorsa; bu bize sürücünün kuralları pekilenen bir yapıda olduğunu gösterir. Aracın kural tanımaması halinde; kural tanımayan aslında sürücünün kendisidir. Bedenle ruh ilişkisi bunun benzeridir. Bedene kötü sayılan eylemleri yaptıran ruhtur. İki ruhlu bedendeki ruhların ikisinin de iyi olması halinde; insan yücedir. İkisinin de kötü olması halinde; insan kötünün kötüsüdür. Birinin iyi ve obirinin kötü olması halinde; insan hem iyi, hem kötüdür. Egemen iki ruhtan birinin etkin buyurgan olması halinde; genellikle aktif, özellikle pasif bir insanla karşılaşırız.
AntiHikmet yorulmuşa benzemekle birlikte konuşmasını sürdürmekte ve Hikmet Dede, değişmeyen bir ilgiyle O ‘nu dinlemekteydi:
- Ruh hayvan bedenini mesken tutabilir mi Muhterem?
- Ruhla beden bileşiminin insanı oluşturduğunu söylemiştim Dede ‘m. Ruh hayvan bedenini mesken tutmaz. Bunun iki nedeni vardır: İlki; tutabilseydi; hayvan bedeniyle bileşminin insanı oluşturması gerektiğidir. Oysa; böyle şey olamaz. Hayvan hayvandır, insan insandır. İkincisi; olabilse dahi, hayvan bedeninin ruha hiçbir şey veremeyeceği ve onun isteklerini yerine getiremeyeceğidir. Ruhun bir anlamda bedenin canı olduğu üzerinde durmuştum ama o sözlerim insan içindir ve hayvan için değildir. Hayvandaki canın ruhla ilgisi yoktur. Zira, hayvan bedenini eyleme sokan, devindiren, gereksindiren içgüdüdür. Ruhun gereksindiği bir açma-kapama anahtarı yani bilinci bulunmamaktadır. Ama ruhla birleşince insanı oluşturabilecek bir bedende bu vardır ve anahtar yani bilinç henüz çekirdek halindedir fakat gelişebilecektir. Cenin bedeni böyledir Dede ‘m. Nitekim; o, henüz ruhun ne olduğunu dahi bilemeyecek durumdadır ama onu pekilenmeye hazırlanmaktadır. O nedenle ruhun mesken tutabileceği bedenlerden biri bu tür bedendir.
- Öyle bir durumda bana göre; ruh bedeni kullanamayacaktır. Öyleyse, bedeni nasıl koruyabilecektir?
- Beden kendi kendisini içgüdüyle zaten koruyacağı için ruh, bilincin oluşmasını sabırla bekleyecektir.
- Peki, bilinci zaten var olan bir beden dururken, bilinci henüz oluşmamış bir bedeni mesken tutma konusunda ruhu zorlayan nedir?
- Onu zorlayan talandan mal kaçırma düşüncesidir.
- Bu ne demektir şimdi?
- Ne demek olduğu bence çok açıktır Dede ‘m. Bildiğimiz üzere; bedenler sürekli ölmekte ve ruhlar sürekli askıda kalmaktadır. Bu durum, onları kendi aralarında bir beden kapma yarışına sokar.
- Bedenler sürekli yaratıldığına, ruhlar yeniden yaratılmadığına, bu suretle beden sayısı arttığına ve ruh sayısı artmadığına göre; ruhlar arasında neden böylesine bir yarış olsun ki?
- Malın iyisi kapışılmaz mı Dede ‘m?
- Peki, deneyimli ve erişkin bir ruh, bir bebek bedenini mesken tuttuğunda, o bedenin deneyimli ve erişkin bir insan bedeni gibi davranması gerekmez mi?
- Elbette ki gerekir. Bir bakıma ruhun istediği de budur ama olasılığı yoktur. Zira; körpe bedenin deneyimli ve erişkin bir ruhun isteklerini yanıtlaması olanaksızdır. İsteklerin bedenin yeteneklerini aşması halinde bu çelişki kendisini gösterir.
- Peki Muhterem, ruh mesken tuttuğu bedende ne kadar kalır?
- Dede ‘m, evrende her şeyin bir bedeli vardır. Bir şey verilmeden hiçbir şey alınamaz. Verilmesi gereken alınanın bedelidir. Bu, evrensel denge için gereklidir. Ruhun bir bedeni mesken tutmasının bir sahiplenme olmadığını, bir tür kiralama olduğunu söylemiştim. O nedenle ruh kirayı ödemekle yükümlüdür. Bu, onun aldığının bedelidir. Ruhun bu bedelinin ne olduğunu anlayabilmek için cevherini gözden geçirmek gerekir. Önceden de söylediğim üzere; cevheri itibariyle ruh, zamansız ve mekansızdır. Bu bakımdan, bir bedeni mesken tuttuğunda; zamansızlığını-mekansızlığını feda etmekte,zamana ve mekana pekilenmektedir. Ruh bedensiz duramadığından, ödemek zorunda kalacağı bu bedele peşin pekilenmiştir. Verdikleriyle aldıklarının birbirlerini tümden karşılayıp karşılamadığının fazla önemi yoktur. Zira; amaç ortadadır, yerine gelmektedir ve başka türlü olmasına da olanak tanınmamıştır. Mesken tuttuğu bedende ne kadar kalacağını kendisi de kesinlikle bilmemekte, ancak zamanlar ortaya çıkan belirtilere bakarak bunu sezip kestirmektedir. Çünkü; onu bu konuda bilgilendirecek olan bedendir. Ruh askıda duramadığı gibi, cansız bir bedende de duramaz. Fakat bu onun, bedenden ayrılması için, ille de onun ölmesini bekleyeceği anlamında da değildir. Bu yüzden, ruhun, ölmemiş bir bedeni dahi bırakacağını söyleyebiliriz.
- Ruh bedenin canı olduğuna göre; bedeni bırakmasından sonra, beden nasıl varlığını sürdürebilir ki?
- Dede ‘m, bu, ateşi söndürülen bir ızgaranın sıcaklığını bir süre daha koruyabilmesi gibidir. Ruhun bedeni bıraktığını, bedenin bilinçsiz kalmasından anlayabiliriz. Ruh ayrılmış, bilinci birbaşına bırakmış ve bilinç artık ruhtan komut alamaz olmuştur. Beden içgüdünün egemenliğindedir. Ruhun işi bilinçledir, içgüdüyle değildir. Bu da bitkisel yaşamdır, ruhsuz olarak sürebildiği kadar sürer, sonra söner gider. Beden nasıl ruha gereksinirse; ruh da bedene ve onun organlarına öyle gereksinir.
- Ruhların varlık nedeni neye dayanmaktadır Muhterem?
- Dede ‘m, ryh bedenin anlamıdır. Ruhsuz beden anlamsızdır. İnsan, biri ölümlü, obiri ölümsüz iki ögeden oluşmuştur. Bu yaşamdır ve birbaşına maddesi, birbaşına anlamı yoktur. Bedenler ölümlü, ruhlar ölümsüz olduklarından, bedenlerin ölmeleriyle yaşam bitmeyecek, ruhların ölümsüzlükleriyle sürecektir. Ruh yaşamı, edindiği deneyimleriyle basamak basamak yücelerek götürecektir. Yaşam ölümle son bulsaydı; anlamı “Hiç” hükmünde olurdu. Yaratıcı “Hiç” i yaratmaz ve bu O ‘nun Yaratıcılık ‘ıyla bağdaşmaz. O “Hep” i yaratır ve hep yaratır. Çünkü; bunun tersi Yaratıcı ‘yı işlevsiz kılar ki; işte bu pekilenilemezdir.
Hikmet Dede titremekteydi. Bunu önce ocaktaki ateşin sönmüş olmasına bağlamak istediyse de; çok geçmeden yanıldığını, soğuktan titremediğini, Temkih ‘in sözlerinden ürperdiğini anladı ve ürperişler içinde KarşıHikmet ‘e yeni bir soru yöneltti:
- Muhterem, tümünü iyi yaratmak dururken, Yaratıcı, ruhlardan bir kesimini, kendisine bile secde etmemekte direnecek ölçüde, neden kötü yaratmıştır?
- Dede ‘m, iyilik-kötülük bizim kavramlarımız ve bizim değerhükümlerimizdir. Çelişkiler bizler içindir. Yaratıcı ‘da çelişki yoktur. O her şeyi hem iyi, hem de gerekli olduğu için yaratmıştır ve yaratmaktadır. Öyle olmasa; kötü gibi görünenin yanında iyi gibi görünen ve iyi gibi görünenin yanında kötü gibi görünenin bir anlamı ve işlevi de olamazdı.
Hikmet Dede, yeni bilinmezler peşindeydi:
- Muhterem. Diyordu. Ruh, beden değiştire değiştire olgunlaşacağına ve ölümsüzlüğü dolayısıyla bu durum böyle de sürüp gideceğine göre; bedenler bakımından gelecek neler gösterecektir? Sence ölümden sonra bir diriliş yok mudur?
- Dede ‘m, insanların en çok merak ettiği konu işte budur. Bazan bu dünyada yaşamaktan bıktıklarını söylemelerine pek aldırma. Gerçekten bıkmış olsun-olmasın, insan yeniden dünyaya gelip gelemeyeceğinin, öldükten sonra dirilip dirilemeyeceğinin peşindedir. O nedenle konu, sadece dinsel yönlerden değil, bilimsel yönlerden de sık sık didiklenip durmaktadır. Bazı dinler, dirilişi bir beden değiştirme, bazıları da bir mezardan dönüş olarak ele alırlar. Bunlardan ilkine “Teseccüd” yani “Reenkarnasyon” ve yani “Bedenleşme” denmektedir. İkincisinin adı “Baasu badelmevt” yani “Mezardan Doğma” dır. Bu “Mezardan Doğma” bir “Mezardan Kalkış”, bir “Ölümden Sonra Diriliş” anlamındadır. Bu tür bir diriliş her şeyden önce, tüm insanların ölmüş olmasına bağlıdır. “Kıyamet” bu toptan ölüşe verilen addır. Bildiğimiz üzere; dünya ve evren birer yaratıktırlar. Her yaratık gibi bunların da doğumları olduğuna göre; bir de ölümleri olacaktır. Ölümleri yani sonları bunların kıyametleridir. O bakımdan biz, hem evrenin, hem de dünyanın ayrı ayrı kıyametlerini inceleyebiliriz.
Temkih Hikmet Dede ‘yle aynı anda sigara yakarak dumanını havaya üfleye üfleye sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Dede ‘m, evrenin kıyameti bir genel kıyamettir. Zira; bu, tüm içindekilerle birlikte evrenin ölümü demektir. Fakat unutmamalısın ki; bu kıyameti bir genel kıyamet olarak niteleyişimiz, evrenden başka evren olmadığı yolundaki varsayımımıza dayanmaktadır. Gerçekte, Yaratıcı ‘nın bir evrenle yetinmeyip birden fazla ve belki de sonsuz sayıda evren yaratmış bulunması olasıdır. Bunların tümünü incelemek bizim boyumuzu aşacağından ben, düşüncelerimi tek evren üzerinden götürmeyi yeğlemekteyim. Bence; evreni dört ayrı kıyametten biri beklemektedir. Birinci kıyamet evrenin kendi karşıevreniyle karşılaşmasından ve ona değip dokunmasından ortaya çıkacak olan kıyamettir. Bu, ikimizin şu andaki durumu gibidir. Nasılını-niçinini önceden açıklamış olduğum için artık üstünde durmama gerek yoktur. İkinci kıyamet; evrenin patlamasından kaynaklanabilecek kıyamettir. Bildiğimiz ve varsaydığımız üzere; evren, yaklaşık yirmimilyar yıl kadar önceki bir Büyük Patlama sonrasında var olmaya başlamış ve var oluşuyla birlikte genişlemeye koyulmuştur. Henüz sona ulaşamadığına bakılırsa; varlığını ve genişlemesini sürdürmektedir. Bu genişleme bir balonun genişlemesi gibidir. Maddenin çekimgücünün genişleme hızını engellemeye yetmediği sınırda evren patlayacak ve kendi kıyametine merhaba diyecektir. Üçüncü kıyametle ilgili varsayımıma göre; evren patlayamayacak, genleşme hızı azalıp çekimgücünün altına düşecek ve evren kendi üstüne çökecektir. Dördüncü kıyamet, evrenin başlangıç noktasına dönmesiyle vukubulacaktır. Evrenin bu geri dönüşünü, patlamayan fakat havası geri boşalan bir balona benzetebiliriz. Büyük Patlama anında sonsuz yoğunlukta bulunan ve sonsuz tekilliğe sahip olan evren, genişleme sırasında dağılmaya başladığından, bugün sezebildiğimiz ve varsaydığımız görünümünü kazanmıştır. Bu görünümde; ancak bir kesiminden sözedebileceğimiz nebülözler, samanyolları, yıldızadaları, güneş sistemleri, gezegenler gibi, anlatılması olanaksız hengameler yeralmaktadır. Ve genişleme sürüp gittikçe, bunlar birbirlerinden açılmakta, dağılmakta, uzaklaşmaktadırlar. Evrenin başladığı noktaya geri dönüşünde, işte bu hengame birbirine yaklaşacak, birbiriyle birleşecek, sıklaştıkça sıklaşacak, yoğunlaştıkça yoğunlaşacak, çokluktan tekilliğe doğru ilerleyecektir. Bu yüzden ortada nebülözler, samanyolları, yıldızadaları, güneş sistemleri ve gezegenler namına hiçbir şey kalmayacak, sonunda evrenin tümü sonsuz yoğunlukta, sonsuz sıcaklıkta, sonsuz basınç altında bir küçük kitleye dönüşecektir.
Temkih büyükçe bir şeyi kucaklamak istercesine kollarını yanlara doğru açtı ve sözlerini tamamlamaya çalıştı:
- Dede ‘m. Dedi. Bu kıyametlerden her biri birbaşına evrenin değil, aynı zamanda, onun bir ögesi olan dünyanın da kıyametidir. Evrenin kıyametinden, içerdikleri de nasiplerini alacaklarından, bir genel kıyamet içerisinde sonsuz özel kıyametlerin yeraldıklarını söyleyebiliriz. Bu türden özel kıyametler, bizim şu anımızda bile vukuagelmekte ve evrenin her bir kesiminde sayısız kıyametler ortaya çıkmaktadır. Dünya, evrenin içindeki bu genel kıyametlerde onlarla birlikte kendi kıyametlerinin tümünü yaşayacaktır. Evrenin kıyametlerini tekilleştirdiğimizde; dünya için üç ayrı kıyametten sözedebiliriz: İlk kıyamet, dünyanın,bir ögesi olmak suretiyle evrenle birlikte yaşayacağı kıyamettir. Böyle bir kıyamette dünyadan artakalan hiçbirşey olmayacaktır. İkinci kıyamet, dünyanın herhangi bir etkin gökcismiyle çarpıştığı anda uğrayacağı kıyamettir ve bunda da dünya tümüyle yokolacaktır. Üçüncü kıyamet, dünyayı baki bırakacak ama içindekileri yok edecek olan kıyamettir. Bunlardan açıklama gerektiren tek kıyamet, üçüncüsüdür. Bunu anlatmaya geçmeden önce; elimizdeki verilere şöyle bir göz atmamızda yarar vardır. Bunlar; dünyanın yaşıyla, yörüngesel devinimiyle, insanın geçmişiyle ve benzerleriyle ilgili verilerdir.
AntiHikmet Hikmet Dede ‘ye uzanmak istercesine eğilerek sözlerini sürdürdü:
- Dünyamızın yaşı yaklaşık dörtmilyar yıl kadardır. Bunu ileri sürerken iki gerçekten yararlanmaktayım. Bunlardan birincisi; dünyadaki en yaşlı varlıktır. Bu bir taştır ve adı “Peşblende” dir. Karbon 14 yöntemiyle yapılan hesaplamalara göre; peşblendenin yaşı yaklaşık dörtmilyar yıldır. Bundan daha yaşlı bir şey içermediğine bakılırsa; dünya dörtmilyar yaşındadır. İkincisi; Grönland ‘ın batısında bulunan kayaçlardır. Ve bu kayaçlar da bize dünyanın o yaşta olduğunu göstermektedir. Karbon 14 yöntemi karbonlaşmayı, kayaçlardan yaş bulma yöntemi ise; radyoaktif elementlerin dönüşümlerini baz alan yöntemlerdir. Birincisinde maddenin karbonlaşması, ikincisinde; kayaçlarla okyanuslar arasındaki kurşun atomları farkı göz önünde bulundurulur. Radyoaktif bir izotop olan uranyum 235 ile uranyum 238 ‘in zamanla kurşuna dönüştükleri, bunlardan ilkinin kurşuna dönüşme hızının ikincisinin hızından altı kat daha fazla olduğu bilinmektedir. Kurşunun 206 ve 207 ‘den ibaret izotopları bu dönüşümler sonunda ortaya çıkmaktadırlar. Kayaçların yaşları, bunların birbirlerine olan oranlarına bakılarak belirlenmektedir. İncelemelerde en yaşlı taşla en yaşlı kayacın yaşı birbirini tutmakta ve bu da bize dünyanın dörtmilyar yıldan ibaret yaşını vermektedir. Dünyanın yaşı bu olmakla birlikte, insanın yaşı bu değildir. Zira; insan bu dünyaya bundan ancak otuzbin yıl önce ayakbasmıştır. İnsan bir bedenle bir ruhtan ibaret bulunduğuna göre; ilk ruhun ilk bedene bir bu kadar yıl önce intikal ettiğini varsayabiliriz. Başka bir deyişle; ruhlar, otuzbin yıldan bu yana beden değiştirip durmaktadırlar. Bunun ne zamana kadar süreceğini yani kıyametin ne zaman kopacağını bizler kestiremeyiz ama kıyametin önünde-sonunda vukubulacağını söyleyebiliriz. Nitekim, bu konuda akıl, bilim ve dinler elbirliği etmiş görünmektedirler.
Tanrı konuğu sigarasını yenilemişti ve dumanını havaya doğru üfleyip durmaktaydı:
- Dede ‘m. Diyordu. Şimdi gelelim dünyanın üçüncü kıyametine. Anımsarsın; böyle bir kıyametin dünyadaki tüm canlıları yokedeceğini, ancak dünyayı baki bırakacağını söylemiştim ve bu anda da bunu açıklamanın peşindeyim. Fakat bunu açıklayabilmek için yeni verilerimi gözden geçirmek zorundayım. Bu yeni verilerim dünyanın, yörüngesindeki devinimiyle ilgilidir. Eski bilginlere göre; evren statiktir yani duragandır. Yeni bilginlerimize göre evren statik yani duragan değil dinamiktir yani eylemlidir. Nitekim, evrenin kendisi de, onu oluşturan tüm ögeler de sürekli eylem içindedirler. Örneğin; ay dünyanın çevresinde, dünya, uydusu, gezegenler ve uyduları güneşin çevresinde, güneş tüm sistemiyle birlikte başka güneşlerin çevresinde, onlar da daha daha başka sistemlerin çevrelerinde sürekli dönüp durmaktadırlar. Sadece bir Polaris yıldızının önünde yetmişiki güneş sisteminin dönüp durduğu konusunda savlar vardır. İşte böyle bir sistem içerisinde dünyamız, hem kendi çevresinde, hem de güneşin çevresinde dönüp durmakta ve yörüngesinde saniyede otuz kilometrelik bir hız yapmaktadır. Bu nedenle onun, dörtmilyar yıl önceki yerinde bulunmadığı ve benzerleri gibi bir uzay yolcusu olduğu ortadadır. Bu yolcunun hızını yumuşak bir frenle düzene sokan, ayın dünya yüzündeki gel-gitleridir. Bu yolculuğu sırasında başına gelmesi olası bir kekeleme yani duraksama ve yani sendeleme yahut bir ayak sürçmesi, içerdiği tüm varlıkların sonunu getirmeye yetebilecek fakat o kendi varlığını sürdürebilecektir. Bence; dünyanın üçüncü kıyameti budur.
- Desene ki; dünya bir değil, birçok kıyametle karşı karşıya.
Temkih geldiğinden beri ilk kahkahasını atmaktaydı:
- Senin bu yorulmuş-bitmiş anında konuşmayı uzatmamak için değinmekten kaçındığım başka kıyametler de var Dede ‘m.
- Gelmişken şunlara da bir değiniver Muhterem.
- Dinleyecek gücün kaldı mı?
- Ocakta çayım, yanımda sigaram odlumu; sorun yok demektir. Keşke sana da bir bardak çay veya bir sigara verebilseydim.
- Almış kadar, içmiş kadar mutluyum Dede ‘m. Sen benden uzak dur, yeter. Çünkü; felaket sadece birimizin değil, ikimizin felaketi olur.
- Biliyoruz, biliyoruz. Sürdür sen konuşmalarını.
- Dede ‘m, dünya, öyle görünmekle birlikte esenlik içinde olan bir gezegen değildir. Doğadan ve uygarlıktan kaynaklanacak kıyametlerin tehditleriyle karşı karşıyadır. Uygarlıktan kaynaklanacak olan kıyamet, nükleer savaşlar sırasında baş gösterecek olan kıyamettir. İkinci Dünya Savaşı ‘nda Japonya ‘yı dize getiren Atom Bombası ‘nın yol açtığı yıkım, yeni nükleer savaşların ne büyük boyutlardaki yıkımlara yol açabileceğini göstermiştir. Atom Bombası, altyanı, bir kiloluk bir bombadır. Bunun yediyüzelli gramı trinitrotolüolden ve sadece ikiyüzelli gramı da plütonyumdan ibarettir. Trinitrotolüol patlayıcı bir maddedir ve fazla da önemli sayılamayabilir ama plütonyum bir başına püsküllübeladır. Bu bomba, 16 Temmuz 1945 günü Amerika ‘da New Mexico ‘daki Alamogordo çölünde denenmiş, 6 Ağustosta Japonya ‘daki Hiroşima ‘ya, 9 Ağustosta da Nagazaki ‘ye atılmıştır. Atom bombası, aslında bir füzyon yani çekirdek bölünmesi olayına dayanmaktadır. Atılan sadece bir kiloluk bir bomba olduğu halde, Japon İmparatorluk Karargahı 7 Ağustos 1945 günü yayınladığı bir bildiride; Hiroşima ‘nın, her biri yirmibin megatonluk bomba yükü taşıyan yüz Amerikan uçankalesince bombalandığını belirtmiştir. Sonunda Hiroşima ‘da yetmişbeşbin kişi ve Nagazaki ‘de kırkbin kişi yaşamını yitirmiştir. Atom Bombası ‘nın üç türlü etkisi vardır. Bunlar; yakma, yıkma ve radyasyon etkileridir. Bombanın yakma etkisi, yangın bombalarının etkisini andırmaktadır. Yıkma etkisi, yıkıcı bombaların etkileri gibidir. Radyasyon yani ışık etkisi kolay anlatılamayacak bir etkidir ki; dünya ogüne kadar öylesine korkunç bir etkiyle karşılaşmamıştır. Atom bombası uçaktan atılmış, yerden altıyüzon metre yukarıda patlatılmış, patlama çok korkunç bir sıcaklık ve ışık oluşturmuştur. Işığın gücü, yirmiiki parlak güneş yönünden aydınlatılabilecek ufkun yüzseksen derecelik kesimini aynı etki altında bırakmıştır. Yetmişbeş kilometrelik bir yarıçap içindeki herşey yanıp yanıp kül olmuş, insanların giysileri ve yapıların çatıları alev alıp tutuşmuştur. Ortaya çıkan yakıcı ve öldürücü bir rüzgar, ikiyüz kilometre çapındaki bir dairede kalan her şeyi yoketmiş, toprağı kısırlaştırmış, salgın hastalıklara, sakatlıklara ve sakatdoğumlara yol açmış ve bu felaket günümüze dek etkisini azaltmaksızın sürdürmüştür. Atom Bombası ‘nın içerdiği radyasyon; biri ani, obiri artık radyasyon olmak üzere iki türlüdür. Bunlardan ilki yani ani radyasyon, etkisini gösterdikten sonra dağılıp gider fakat ikincisi yani artık radyasyon dağılıp gitmez ve karşılaştığı her şeyi kaplar, aradan çok uzun süreler de geçse; değeni, dokunanı etkiler. Radyasyon üç ayrı ışık içermektedir. Bunlara; Alfa, Beta ve Gamma Işınları denilmektedir. İlk ikisinin hızları saniye üzerinden sentimetre ve metrelerle anlatılabilir. Fakat Gamma Işını bunlar gibi değildir. Saniyede sekiz kilometrelik hıza sahiptir. Alfa ve Beta ışınları ağızdan-yaradan alınmadıkça öldürmezlerse de, Gamma Işınları her koşul altında öldürücüdür. Bir metre kalınlığındaki korunaklar dışında, Gamma Işınları ‘nın işleyemeyeceği, delip geçemeyeceği hiçbir madde yoktur. Atom Bombası ‘ndaki radyasyon etkisi yani ışıma, bakan gözlerde gündüz on dakikalık, gece yarım saatlik birer körlük yapar. Japonlar bu körlükten az etkilenmelerini gözlerinin başka uluslara oranla farklı olmalarına borçludurlar. Bedenin bir saatte aldığı radyasyon bir Röntgen ‘lik radyasyondur. Yetmişbeş röntgenlik radyasyon yemiş bir bedeni eski sağlığına kavuşturmak olanaksızdır. Öylelerini birer derin toprak kuyusuna gömmek ve özenle kireçlemek, yapılabilecek tek şeydir. Japonya da öyle yapmak zorunda kalmış ve patlama merkezinden başlayan yetmişbeş kilometrelik bir yarıçap içindeki tüm radyasyon mağdurlarını kuyulara doldurmuş, üstlerini de kireçle kapatmıştır.
KarşıHikmet anlamlı bakışlarla Hikmet Dede ‘ye bakmaktaydı:
- Dede ‘m, Atom Bombası Hidrojen Bombası ‘nın yanında ve o da nükleer silahların yanında hayli önemsiz kalmaktadır. Günümüzün dünyasında, bu dünyaya kıyametini yaşatabilecek sayıda ve güçte nükleer silah vardır. Hidrojen Bombası bu ürkütücü silahlardan sadece biridir ve bir çekirdek birleşmesine, bir çekirdek kaynaşmasına, bir füzyon olayına dayanmaktadır. Tek bir Hidrojen Bombası ‘nın oluşturabileceği sıcaklık ve patlamadan kaynaklanabilecek dalgalar bütün bir metropolü içindeki tim canlılarla birlikte silip süpürecek yetenektedir. Bu anda, yüzlerce Hidrojen Bombası ‘nı, birbirinden çok ayrı hedeflere tek etapta gönderebilecek beceride nükleer denizaltılar sularda volta atmaktadır. Bunların başlatabilecekleri savaşlar, dünyanın başına o korktuğu kıyameti koparacaktır. Böylesi bir kıyametin kopması için bir deli parmağın bir akıllı düğmeye basması yeterlidir.
- Pes Muhterem, pes doğrusu. Dahası da var mı bunun?
Temkih gülümsedi:
- Var Dede ‘m, var. Dedi. Ben bile sayısını unuttum ama bu güzelim dünya için iki ayrı kıyamet daha var. Bunlar uygarlıktan kaynaklanmayan, evrenin doğasından kaynaklanan kıyametlerdir. İkisi de kıyamettir fakat tarzları değişiktir. İlkinde; basit bir denge bozulması güneşin çekimgücünü arttırır, dünya hızla güneşe çarpar, kıyameti kopar, kendisinden ve içindekilerden geriye sadece öldürücü bir sıcaklık ve öldürücü bir ışık kalır. İkincisinde; benzer bir denge bozulması, güneşin çekimgücünü azaltır, dünya güneşten uzaklaşır, kendisinden ve içindekilerden geriye, suları bile çelikleşmiş bir buzlar gezegeni kalır.
- Muhterem, anladığım kadarıyla; dinlerin sözünü ettikleri kıyamet, senin sözünü ettiğin kıyametlerden yalnız biri için geçerlidir. O da; dünyayı baki bırakan fakat içindeki canlıların ölümlerine yol açan kıyamettir. Ve kıyamet, dünyanın uzaydaki yolculuğu ve kendi çevresindeki dönüşü sırasında vukubulacak bir kekelemeden yani ayaksürçmesinden kaynaklanacaktır. Doğru mu anlamışım?
- Ne yazı ki; doğru anlayamamışsın Dede ‘m. Nedenini söylememi ister misin?
- Elbette.
- Dünyanın yörüngesinde ilerlerken karşılaşabileceği o kekeleme yani o ayaksürçmesi, hızla giden bir atın, bir otomobilin ansızın duraklamasına benzer. Binicisini, sürücüsünü öne fırlatıp atar. Dünya da öyle davranacak, duraklar duraklamaz üstündekileri, onların ne olduğuna bakmaksızın kaldırıp güneş uzayına fırlatacaktır ve böyle bir olay da, dünyada gerçekleşmesi beklenen öylesine bir ölümden sonra dirilişe yol açmayacaktır.
- Evet. Bunu böyle düşünebilmem gerekirdi. Peki Muhterem, sence bir ölümden sonra dirilme olabilir mi?
- Evren, bize olanaksız görünenlere de olasılık tanır Dede ‘m.
- Yani, ölmüş, çürümüş, dağılmış, yokolmuş bedenler yeniden canlanabilir mi diyorsun?
- Dinler öyle diyorlar ya, Dede ‘m.
- Demesine diyorlar da, ben olup olamayacağını öğrenme peşindeyim.
- Dede ‘m, din ve bilim birer kilitli kapıdır. Fakat her ikisinin de birer anahtarı vardır. Dinsel kapının anahtarı iman yani inançtır. Bilimsel kapının anahtarı deney ve akıldır. Bunlardan birinin kapısını, obirinin anahtarıyla açamayız. Zira; dinsel olguları akılla ve deneyle, bilisel olguları da inançla çözebilmek olanaksızdır. Nitekim, Hazreti İsa ‘nın ölüleri diriltmesi, Hazreti Musa ‘nın Yehova ‘yla konuşması, Hazreti Muhammed ‘in miracı, deneye ve akla dayandırılamaz. Bunlar birer iman yani inanç konusudur. İnanırsan; inanırsın ve artık ötesini sormazsın. Örneğin; bir otomobili de imanla yani inançla yürütemezsin ve yürütebilmek için bilime yani deneyle akıla gereksinirsin. Ölümden sonraki dirilme de dinsel bir olgudur ve böyle bir olguda deney yapamazsın, akıl yürütemezsin. Yapsan da, yürütsen de, umduğun yararı sağlayamazsın. Dinlere bakarsan; kıyametten sonra bir dirilme vukubulacaktır.
- Akıl bu konuda ne diyor Muhterem? Hiçbir şey demiyor mu?
AntiHikmet tatlı tatlı güldü:
- Senin bu yaptığın sevimli bir yaşlılık kurnazlığı Dede ‘m.
- Niçin?
- Niçini mi var ihtiyar? Aklın bu konuda bir şey deyip demediğini sana dedirtenin kim olduğunu sanıyorsun? Akıl değil mi?
- Eh orası öyle.
- O halde; akıl akıla inancın doğruluğunu onaylatmak istiyor.
- Ne var bunda?
- Ne olduğunu anlatmıştım. Akıl inancın ölçeği değildir. Bir uzunluğu kalkıp litreyle yajut bir sıvıyı metreyle ölçebilir miyiz?
- Anlaşılan sen benim bu konudaki sorumu yanıtsız bırakacaksın.
- Pek de sandığın gibi değil Dede ‘m. Az da olsa; sorunu yanıtlayacağım. Ölümden sonra diriliş bilimin değil, dinin konusudur. Dinsel konularda akıl yürütmek yararsızdır ama ben nereye kadar yürütebileceğimi de öğrenmek istiyorum. Dede ‘m, bence; akıl, ölümden sonra bir dirilişin olacağını değil, olabileceğini pekilenebilir. Bu ikisi bir ve aynı şey değildir. Zira; ölümden sonra dirilişin olacağında kesinlik vardır fakat ölümden sonra dirilişin olabileceğinde kesinlik yoktur.
- Bana göre; her ikisi de aklın inancı onaylamasıdır.
- Bana göre; değildir.
- Öyle de olsa anlat.
- Doğumdan ölüme gidişi bir vektör üstünde pozitife giden bir olay varsayarsak; aynı vektörde ölümden doğuma giden olayı nasıl varsaymamız gerekir?
- Bu kolay bir sorudur. Olayı negatife giden bir olay varsayarız.
- Evet Dede ‘m, doğru. Çünkü; bu bir filmin tersine oynatılması gibidir. Aynı nedenler, aynı koşullar altında aynı sonuçları vereceğinden, pozitife giden vektörün her zerresindeki nedenler, negatife giden vektörün her noktasında aynı sonuçları önümüze koyacaktır. İşte bu, pozitife doğru gerçekleşen ölümün, negatifte gerçekleştireceği dirilişin tarzıdır. Ancak bu, dinsel ölüm sonrası dirilişten farklıdır. Çünkü; dinsel ölüm sonrası diriliş, bir yeni ileriye gidiştir, benim söylediğim ölümden sonraki diriliş ise; bir tür geriye gidişten ibarettir. Bunlar arasındaki fark, akılla inanç arasındaki farktan kaynaklanmaktadır.
Tanrı konuğu konuştukça açılmaktaydı:
- Dede ‘m. Akıl bir yaratıktır ve kendisini yaratanı aramaya mahkumdur ve bunu da hep yapmaktadır. Yaratıcısının herhangi bir noksanla malul olamayacağı, olmasının yaratıcılığıyla bağdaşamayacağı, bu yüzden her şeye gücünün yetebileceği, akıla peşinen pekilendirilmiştir. O nedenle; her şeye gücü yetebilenin ölüyü diriltebileceğini benimsemekte zorluk çıkarmaz. Dikkat edersen; “Dirilteceğine” demiyor, “Diriltebileceğine” diyorum. Aklın olmazlanma eğilimi gösterdiği husus; tüm zerreleri yerli yerinde olan ölü bir bedenin diriltilmesi değil, zerreleri çürümüş, dağılıp gitmiş olan bir bedenin canlandırılmasıdır.
- Benim öğrenmek istediğim de işte budur. Öyle bir bedenin zerreleri yeniden nasıl bir araya getirilebilir?
- O zaman bunu bir örneğe bağlıyalım Dede ‘m. Şuracıkta hamdemir zerreciklerinden bir yığın olsa ve biz bunları avuç avuç alıp bu evin her bir köşesine serpsek; arandığında onları bulunamayacak hallere soksak; istediğimizde tümünü bir araya getirebilir miyiz, getiremez miyiz?
- Bence bunu yapamayız.
- Ama bence yaparız. Zira; onların tümünü bir anda bir araya getirebilmemiz için güçlü bir mıknatıs yeter de artar bile.
- Evet, bu olabilir.
- Akıl bu örneği ölümden sonrası için de pekilenebilir.
- Yine de bu çok karmaşık bir şey Muhterem. Anlamakta zorlanıyorum.
- Haklısın. Ama ben bunun nedenini söylemiştim: Ölümden sonra diriliş bilimsel değil, dinsel bir olgudur. Dinsel olguların anahtarı inançtır ve biz, o olgularda aklımızı kullanamayız.
İki yaşlı uzunca bir süre susup birbirlerine bakındılar, suskunluğu ilk kez Hikmet Dede bozdu ve KarşıHikmet ‘e yeni bir soru yöneltti:
- Sen bu dünyadan olmadığına göre; burada olup bitenleri nasıl bilebiliyorsun Muhterem?
AntiHikmet gülümsedi:
- Bunu kavramış olacağını sanıyordum Dede ‘m. Dedi.Benim dünyam senin dünyanın aynadaki yansıması gibidir. Tek farkı; yapıtaşlarının antiatomlardan oluşmuş bulunmasındadır. Yani senin dünyanda herne varsa; benim dünyamda da eksiksiz olarak onlar var.
- Ben bunu nasıl düşünemedim?
- İstersen; nasıl düşünemediğini ben söyleyeyim sana. Bir tırnağı kesmenin dahi zamanı vardır Dede ‘m. Zamanı gelip çatmadan hiçbir şey vukubulmaz. Düşünülmesi gereken ve istenenler de böyledir: Zamanından önce düşünülemez, istenemez.
- Senin bu sözlerinde kaderci ve nasipçi bir hava seziyorum Muhterem.
- Anlayamadım Dede ‘m.
- her şeyi zamana bağladığına bakılırsa; sen kaderci ve nasipçisin, demek istedim.
- Sende öyle bir izlenim mi bıraktı sözlerim?
- Evet. Açıkça sorayım bari. Sence kader ve nasip var mıdır?
- Soru dinsel bir soru Dede ‘m. Yanıtlamak için inancımı mı kullanmamı istiyorsun?
- Ben senden hem inancını hem de aklını kullanmanı istiyorum Muhterem. Yani kader ile nasibin akla ve inanca göre; ne olduklarını merak ediyorum.
- Göksel dinler kaderi ve nasibi pekilenmişlerdir Dede ‘m. Özellikle İslamiyet ‘te; kader, tıpkı ölümden sonra diriliş gibi inancın koşulları arasına girmiştir. Yani Müslüman, kadere ve kaderi Yaratıcı ‘nın düzenlediğine inanmak zorundadır. Kulun kadere karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur. Ona düşen; kadere boyun eğmektir. Zira; kader, kulun alınyazısıdır. Bu yazı; onun doğumundan ölümüne dek başına gelebilecek her şeyi içerir. Kader değiştirilemez ve kaderin dışına çıkılamaz. Kader kul için değiştirilemez nitelikte olmakla birlikte, Yaratıcı yani Allah için değiştirilemez nitelikte değildir. Nitekim, O bunu istediği anda ve istediği biçimde değiştirebilir. Zira; Yaratıcı ‘nın kendi koyduğu kaderi değiştiremeyeceği düşünülemez. Aksini düşünmek O ‘nu özgürlüğünden beri kılar. Kul kaderinin nasıl ve nice olduğunu bilemez ama onu andan ana yaşar ve tanır.
- Kader kul yönünden değiştirilemediğine göre; bu, onun da özgürlüğünü ortadan kaldırmaz mı?
- Objektif özgürlüğünü kaldırır ama subjektif özgürlüğünü kaldırmaz.
- Subjektif özgürlüğün sınırları nereye kadardır?
- Kulun bu özgürlüğünün sınırları kaderinin sınırlarının başladığı yerde biter.
- Bunu daha bir açık anlatabilir misin?
- Anlatabilirim Dede ‘m. Lunaparkların çarpışan otolarında, otolardan birini kullanacak olan eğlenicinin eğlenme izni, eğlendiricinin eğlendirme iznine bağlıdır. Biri bir düğmeye basar ve obiri otosuyla eğlenmeye başlar. Eğlenme süresinde oto eğlenicinin elinde, kontrolündedir ve eğlenici özgürdür. Eğlendirici düğmeye ikinci kere bastımı; eğlenicinin özgürlüğü sona erer: Otosu komutları pekilenmez ve ona oradan ayrılmak düşer.
- Bu, subjektif yani kişisel özgürlük alanında kaderin buyurgan olmadığını göstermez mi?
- Gösterir ve zaten de öyledir. Zira; kulun özgürlüğü ile kaderin varlığı aynı potaya giremez. Ancak, bunları dinsel anlamda söylediğimi unutmamalısın.
KarşıHikmet, bulunduğu yerde şöyle bir kalça değiştirdikten sonra konuşmasını sürdürdü:
- Gelelim nasibe Dede ‘m. Dinsel açıdan nasip de aşağı-yukarı kadere benzer. Kul nasibini önceden bilemez. Vukuundan sonra, onun kendi nasibi olduğunu anlayıp söyleyebilir.
Hikmet Dede, parıldayan gözlerle Tanrı Konuğu ‘na bakmaktaydı:
- Bilimin konuya bakışı nasıldır Muhterem?
- Bilim kaderi pekilenmektedir Dede ‘m. Ama o, kaderi dinlerin gördüğü açıdan görmez. Bilime göre; varlığın kaderi, onun fizyolojik yapısına bağlıdır. Örneğin; camın kaderinde kırılmak vardır fakat balığın kaderinde suda boğulmak yoktur. Din, kaderin nitelik ve niceliğini önceden bilemez, söyleyemez. Bilim onu önceden bilir ve söyler. Din kaderi deneyemez. Bilim bunu yapabilir. Kader, dinsel açıdan gelecektir. Fakat bilimsel açıdan geçmiştir ve şimdidir. Dinler, kaderin insanın alnına yazılmış olduğundan sözederler. Bilim, kaderin fizyolojiye yerleştirilmiş olduğunu pekilenir. Bir bakıma; gelecek, geçmişten çıkarılabilir. Zira; tüm gelecekler bu evrende geçmiş olarak yaşanmıştır. Çünkü; gelecek, geçmişin içindedir ve geçmişi didiklersen; gelecekle karşılaşırsın.
- Gelecek geçmişin içindeyse; geçmişin dışından içindekini nasıl görebiliriz?
- Yanardağ ancak içinde olanı dışına püskürtebilir Dede ‘m. Lavın püskürmesi onun geleceğidir. Bu gelecek içerideki geçmiştir. Geçmişine bakınca; onun püsküreceğini, püskürmesine bakınca; onun püskürmeden öncesini kestirebiliriz.
- Doğru: Bunu gözlemlerimizle de görebiliriz.
- Öyle de olsa; gözlerine fazla güvenme Dede ‘m. Onlar sana bazan varları gösteremedikleri halde,, yokları da gösterebilirler. Mikropları göremezsin ama onlar vardır. Hayalleri görebilirsin ama onlar yoktur. Aynı şeyleri sana kulakların için de söyleyebilirim. Onlar da sana varolmayanı duyurabilir fakat varolanı duyurmayabilirler.
Temkih Hikmet Dede ‘ye delici gözlerle bakmaya başlamıştı:
- Ve bunları senin tüm duyuların için yineleyebilirim.
Hikmet Dede irkildi:
- Yoksa sen bana duyularımın beni yanılttıklarını veya gerçekte hiçbir duyum olmadığını mı söyleyeceksin?
- İstesem de, istemesem de; bunu söylemek zorundayım Dede ‘m. Konu kolay anlaşılamayacak derecede karışıktır. Gerçeğin göreli olduğunu önceden de söylemiştim sanırım. Hiçbir varlığın gerçeği bir başka varlığın gerçeğine ve bu özel gerçeklerin hiçbiri genel gerçeğe uymaz. Bu bakımdan gerçeğin değişken olduğunu bile söyleyebiliriz. Gece gökyüzüne baktığımızda; gökleri yıldızlarla bezenmiş görmemiz, bize bunun gerçeğini vermekten çok uzaktır. Zira; biz, o büyük ölçüdeki uzaklıkların hiçbir zaman şimdisini göremeyiz ve görebilsek bile ancak geçmişlerini görebiliriz. Gözümüze yansıyan ışıklara tutunup milyonlarca ışık yılı ötelere gittiğimizde, bizi yıldızların kendileri değil, karadelikleri bekliyor da olabilir. Çünkü; göklere bakarken gördüklerimiz o yıldızların kendileri olmayıp onlardan milyonlarca yıl önce yola çıkmış ışıklarıdır ve belki gözümüze değip dokunan onların son ışıklarıdır. Bu nedenle, bize belki de kapkaranlık ve yıldızsız gökleri süslü ve yıldızlı gösteren gözlerimizin gerçeklerine nasıl inanabiliriz? Kulaklarımız radyo alıcıları duyarlılığına sahip bulunsaydı; araca-gerece gereksinmeden, yayınları duyup izleyemez miydik? Gözümüzün göremeyeceği ölçüde küçük olan ve yanımızda yürüyen bir böceğin ayakseslerini duyamaz, onun körükler gibi solumalarını işitemez miydik? Anestezi altında bedenimiz kesilip biçilirken bunu sezemediğimize göre; dokunma duyumuzun bize ne zaman gerçekleri ilettiğine neden inanalım? Umarsız anlarımızda bize kapkara, tadsız, sıkıcı ve boğucu, mutlu anlarımızda bize apaydınlık, tatlı, içaçıcı, huzurverici gelen bir aynı doğa olduğu halde onu bize bu kadar birbirinden değişik algılatan duyularımıza neden inanalım? Bir aynı zaman parçası, mutlu anlarımızda ve temiz havada çok kısa, suya daldığımızda bize çok uzun geldiğine göre; duyularımızın bize ilettiklerinden hangisini gerçek sayalım? Beni burada bir nice zamandır, en azından gözlerinle görüyor, kulaklarınla dinliyorsun. Bazı anlarında gerçeklerine yeten bu duyularından hangisi senin beni gerçek gibi algılamana yetebiliyor? Sence; şimdi ben var mıyım Dede ‘m? Ben var mıyım? Ben gerçek miyim? Ben senin hangi gerçeğinim?
Hikmet Dede halsiz bir tutumla mırıldandı:
- Elbette ki; varsın Muhterem. Elbette ki varsın. Elbette ki; sen gerçeksin.
Mırıldanırken mırıldanırken omuzları aşağı, halsiz elleri ve kolları yanlarına düştü, fersiz ve uykusuz gözlerle bir süre Temkih ‘i aradı fakat bulamadı:
- Elbette ki; sen yoksun Muhterem. Diye inildedi. Elbette ki; sen yoksun. Elbette ki; sen gerçek değilsin.
Bardak soğuktu, tabak soğuktu, çaydanlık soğuktu, demlik soğuktu. Yanı-yöresi boş sigara paketleriyle ve küllüğü izmaritlerle doluydu. Ocakta çam kütüğü, uzayıp kısalan ve sürekli dans eden alevler, sıcaklığı karşıdan etkileyen ateş yoktu ve ocak soğuk küller içindeydi. Ve odada tahtaya inen yumruk sesleri vardı.
Hikmet Dede, kapının zorlandığının, ancak sökülen menteşeleriyle birlikte içeri yıkılmasıyla farkına vardı. Titremeler içindeki yorgun bedeniyle bulunduğu yerden kapıya doğru döndü.
Kapının bulunması gereken duvarda kapı büyüklüğünde bir boşluk vardı ve azgın bir kış rüzgarı, bu aydınlık boşluktan içeri bembeyaz kar topaklarını sürmekte, kar tozaklarını uçurmakta ve aç kurtlar gibi uluya uluya saldırmaktaydı. Rüzgar yalnız değildi: Çevresinde elleri sopalı, keserli, baltalı, kürekli, üstü-başı kalın paltolu, meşin gocuklu, tiftik başlıklı, atkılı, keçe çizmeli, baştan aşağı karlara belenmiş iri-yarı, kaba-saba adamlar vardı ve bu adamlar değneklerine, baltalarına, sopalarına, küreklerine abana abana, sulanmış gözlerle, kızarmış burunlarla, titreyen dudaklarla bir kendisine, bir odanın köşesine-bucağına bakmaktaydılar. İçlerinden hiçbiri Hikmet Dede ‘ye tanıdık ve varlıkları da anlamlı gelmiyordu.
Elindeki değnekle soğuk ocaktaki külleri eşelemekte olan biri, bir ara yüzünü döndü, keçe çizmeli bacaklarını makas gibi açtı, iki eliyle değneğine dayandı, kendisine doğru eğildi ve gözlerini bedeninin her yanında gezdirmeye başladı. O Hikmet Dede ‘ye, Hikmet Dede de ona gözlerini kırpmadan bakmaya koyuldular. İkisi de heykeller gibiydiler ve konuşmuyorlardı. Adam, cansız bedende can görüp irkilmiş ve anında doğrulmuştu. Konuştuğunda burun deliklerinde çıkan buhar, at burnundan çıkan keskin solukları andırmaktaydı:
- Yahu bu adam sağ… Ne ölmüş ne de b ibişe olmuş… Sadecene soğuklamış…
Yanı-yöresi adamlarla çevrilmişti ve her birinden bir ayrı ses çıkmakta, ir ayrı yorum gelmekteydi:
- Ulan bu ehtiyar essahtan sağ be…
- Adamcağız az kalmış ki; donsun efem. Baştan aşağıya titriyor, baksanıza canım.
- Yanı-yöresi boş sigara paketleriyle dolmuş, yerler-küllükler izmarit içinde.
- Olanların farkında değil herhalde.
- A ‘met, sen bi battaniyeye sarıver ihtiyarı. Haydara, sen de bir şeyler bulup buluşturup atıver ocağa. Günlerdir sıcak yüzü görmemiş burası be.
- Abi, perdeler buzlamış, tahta gibi olmuş. Camlarda kar çiçekleri.
Kimileri omuzlanıp menteşelerinden çıkarılıp ve vurulup yere serilmiş kapıyı doğrultarak yerine oturtmaya çalıştılar, kimileri ocak yakıp içine çalı-çırpı attılar, kimileri rüzgarın hayasızca içeri tıktığı kar topaklarını, tozakları süpürdüler, kimileri Hikmet Dede ‘yi battaniyelere sarıp sarmaladılar, kimileri yerleri-küllükleri temizlediler, kimileri yavaş yavaş soyunmaya koyuldular, kimileri sigara yaktılar, kimileri ellerini hohlaya hohlaya ısınmaya çalıştılar fakat içlerinden hiçbiri Hikmet Dede ‘nin duragan bakışlarına anlam veremediler, durumuna gerçeğe yakın bir yorum getiremediler.
Ocağın yanmasını, çalı-çırpının tutuşmasını, alevlerin uzalıp-kısalmasını, evin-odanın ısınmasını Hikmet Dede ‘nin çevresinde öbeklenerek karşıladılar.
Evin dibine-köşesine pupayelken dalan birileri geriye inikyelken döndüler:
- Dişlenecek zırnık yok ağabeyler. Ne yiyecek, ne kab-kaşık, ne bulaşık. Tas-tabak bomboş. Devrede bir bu çaydanlık, bir bu demlik.
- Olur mu öyle şey be? Altı gün ne yedi, ne içti bu ihtiyar?
- Ben onu bilemem ama çaydan, sigaradan başka hiçbir şeye el sürmemiş. Zaten evde hiçbir şeyi yok ki; el de sürebilsin. Baksana; kalmış bir deri-bir kemik. Tutmasan gidecek.
Tiftik başlığı henüz başında ve kalın paltosu henüz sırtında olan biri araya girdi:
- Bir Dakka, bi Dakka. Altı günden bu yana dışarı adım atmadığını nereden biliyoruz ki bir kere?
Yanıt, tiftik başlığıyla eldivenleri dizinde, piposu da dişleri arasında olan birinden geldi:
- Neden bilemeyelim bayım? Veriler elimizde: Muhtar, adının Hikmet Dede olduğunu, bu tek odalı evde birbaşına yaşadığını, dünyada kimsesinin bulunmadığını ve tam altı gündür ortalarda görünmediğini söyledi, bu bir. Tekel Bayii Dede ‘nin çok sigara ve çay içtiğini, sigara konusunda önlemli olduğundan evde bir haftalık sigara bulundurduğunu, onlara el sürmeden günde beş paket Birinci Sigarası aldığını ve tam altı gündür çay-sigara almaya gitmediğini anlattı, bu iki. Kar fırtınası altı gün önce başladı hala hızını alamadı ve evin kapısını alttan üste karla tıkadı, bunları gözümüzle gördük, karları kendimiz kaldırdık ve ev çevresinde tek bir ayakizine rastlamadı, bu üç. Evde birbaşına ölmüş olabileceği söylendiğinden ve gelip ilgilenmemiz istendiğinden, kapıyı geriye yıkıp eve girebildik, bu da dört. Yetti mi acaba, yoksa sürdüreyim mi?
- Yetmesine yetti de, altı gün bu ıssız, bu bomboş, bu aşsız-ekmeksiz evde nasıl kalabildi ve ne yaptı bu ihtiyar?
- Bunu neden kendisine sormuyoruz ki?
- Yahu adam ne halde görmüyor musun? Sorunca yanıt mı alabileceğimizi sanıyorsun?
- Vermezse ne kaybederiz?
- Bak bu doğru. Soralım o zaman.
Ve sordular.
Ve yanıtlarını aldılar.
Ve inanamadılar.
Hikmet Dede evde yalnız kalmadığını, gelen bir Tanrı Konuğu ile ocak başında kısa bir süre sohbet ettiklerini, o gittiğinde kendilerinin geldiğini ve tüm durumun bundan ibaret olduğunu söyledi.
İlk homurdanan, sorsalar da; yanıt alamayacaklarını öne süren adam oldu:
- Sorduk işte. Dedi. Ve aldık yanıtımızı. Yanıta bak, Tanrı Konuğu varmış. Ocak başında onunla kısa bir süre sohbet etmişlermiş ve o gittiğinde de biz gelmişmişiz. Durum bu kadar açık ve olay bu kadar basitmiş işte. Yahu, tamı tamına altı gün bu, boru değil. Altı gün süren kısa bir sürede mi olurmuş bu dünyada? Altı günlük bir kısa sürede bir Tanrı Konuğu ile neyin sohbetini yaptı bu ihtiyar? Altı gün önce gelen ve biz gelince giden konuk bu eve, o kardan duvarlaşmış kapıdan nasıl girdi ve bu evden nasıl çıkabildi? Ayakizlerini karda nasıl bırakmayıp yanında götürdü ve altı gün boyunca ne yedi, ne içti? Çöplerini-artıklarını nereye gizledi? Böyle yanıt mı olur arkadaşlar?
Hikmet Dede, bedenine sarıp sarmaladıkları battaniye içinde zayıf, yorgun ve bitkin görünmekteydi. Kıvamını bulan ocağın uzayıp kısalan ve azalıp çoğalan alevleri ak-pak saçlarında, ak-pak sakalında, çökük avurtlarında, soluk yüzüne rağmen parlayan gözlerinde oynaşıyor, kıpır kıpır kıpırdanıyor, ışıl ışıl ışıldıyor, pırıl pırıl pırıldıyor, bakışları ocağın alevleri arasında gezinip duruyor ve soluk alıp almadığı bile anlaşılamıyordu.
Yüzünde, bir türlü solmayan, bir türlü dağılmayan, bir türlü tükenmeyen, bir türlü başını alıp gitmeyen tatlı bir gülümseme vardı ve çevresinde Öbeklenmiş olanlar onun bu gülümsemesine yorumsuz bakıyorlardı.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 125-220/220

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 15.7.2007 15:44:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu