İlkler-31 (Hikmet Dede 'nin İlkleri - 3)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-31 (Hikmet Dede 'nin İlkleri - 3)

Etoburluktan İlk Nefret

Sekseninde tutsak düşeceği Hikmet Dede ‘nin aklının ucundan bile geçmiş değildi.
Evinin bahçe kapısını taşlarla-tekmelerle kırarak içeri giren iki düşman birliği, biri çocuk ve ikisi yetişkin olmak üzere üç kişiden ibaretti. Çocuk ancak dokuz-on yaşlarındaydı. Üstünde kirli, yakasız, gerçek rengini yitirmiş bir işlik, altında koyu renk eski bir şalvar, ayaklarında sırımları bacaklarına dolanmış kirli sarı çarıklar ve sağ elinde de ince, uzun bir çubuk vardı. Yetişkinler birbirlerinin kopyası gibiydiler. İkisi de esmer, ikisi de iri-yarı, ikisi de kaba-saba, ikisi de kara palabıyıklıydı ve ellerinde büyük ve kalın sopalar bulunmaktaydı. Birinin sol kaşının üstünde, obirinin sıfıra vurulmuş başında taş yaraları mevcuttu. Çocuk da yetişkinler de Anadolu köylülerinin Türkçe‘ siyle konuşuyorlardı. Bahçeye girer girmez, kaçmasını önlemek istercesine, kaçılabilecek yerleri tutmuşlardı. Yetişkinlerden birinin ilk sözleri şunlar oldu:
- Ohhooo… Hele bunun keyfine bah, babam… Sinmiş ikindi zemanı bir ağacın kölgesine, yapiyir şekerlemesini…
Obir yetişkin, arkadaşının bu sözlerini pekilenmek yanlısı değildi:
- Bunun şekerleme yapacak hali mi galmış, gardaş? Baksana; nanca yaşlı.
- Sen görünüşe aldanma, babam. Bunların yaşlısı da birdir, genci de. İndir şu soyhanın belinin ortasına çıbığı, bak ki; ne poh yiyirmiş burda?
Hikmet Dede neye uğradığını bilemiyordu. Çevresini tutanlara yorgun ve şaşkın gözlerle bakmaktaydı.
Kimdi bunlar? Nereden çıkıp gelmişlerdi? Ne istiyorlardı kendisinden? Ne hakla girmişlerdi evine-bahçesine?
Bir türlü anlayamıyor, bir türlü akıl erdiremiyordu. Köhne evde bir başına yaşadığından ve radyosu bulunmadığından, ülkenin düşman eline düştüğünden haberi bile olmamıştı.
Göz-kulak olmasını isteyerek kendisini çocuğun eline bırakan iki yetişkin, yandaki-yöredeki obir evlere saldırmışlardı. Bulabildikleri insanları sille-tokat, tekme-yumruk, çubuk-değnek evlerinden çıkarıyorlar, bahçenin az ötesindeki genişçe bir alana topluyorlardı. Ortalık bir-iki dakika içinde ana-baba gününe dönmüştü ve her yandan çığlıklar, ağlayışlar, bağırışlar, yalvarışlar yükselmeye başlamıştı.
Hikmet Dede, torunu yaşındaki çocuktan merhamet dilenmeyi asla düşünmüyor, onların bir yüzünün melekten ve obir yüzünün zebaniden oluştuğunu biliyordu. Ona göre; bir çocuk minicik bir kuşun kafasını hem zevkle koparabilir, hem de başına çökerek kanlı gözyaşları dökebilirdi. Zira; vicdan geç doğuyor ve geç olgunlaşıyordu. Vicdan oluşmadan da sevgi ve saygı oluşamıyor, bu yüzdendir ki; çokları, çocuktaki çıkarcı bağlılığı sevgi ve saygı sanarak yanılgılara düşüyorlardı.
Çocuk, Hikmet Dede ‘nin düşüncelerinde ve yargılarında pek de yanılmadığını kanıtlarcasına elindeki çubukla yaşlı adamın baldırlarına-bacaklarına, kıçına-beline vuruyor, en küçük bir sevgi beslemeksizin ve en küçük bir saygı duymaksızın tekmeleye tekmeleye haykırıyordu:
- Ho ulan anasını bellediğimin davarı… Ho hayvanoğlu hayvan…
Kadınlar, erkekler, yaşlılar ve çocuklar alana doldurulmuştu. Düşman, iki yetişkinle bir ocuktan ibaret bulunduğu halde, bütün bir kalabalığı kontrol altında tutmaktaydı. Alandaki insan kalabalığının koyun sürüsünden farkı yoktu. Nereye sürüklenirse oraya gidiyorlar, nereye tıkılırlarsa oraya tıkılıyorlar, direnmiyorlar, tersini yapmıyorlardı. Çocukların, yaşlıların, kadınların ve erkeklerin yakınmaları Hikmet Dede‘ ye her nedense insan sızlanması, insan yakınması, insan bağırışı gibi gelmiyor, tıpkı koyun-kuzu melemeleri gibi geliyordu:
- Meeeee… Meeeee… Meeeee…
Çocuğun çubuk darbeleri altında Hikmet Dede‘ nin kulağı kanamıştı ve incecik bir kan şeridi kulağının memesinden bembeyaz sakalından aşağı yürüyüp durmaktaydı. Bacaklarında, belinde ve bedeninin değişik yerlerinde çubuk acıları vardı. Çocuk onu, bağrışan, ağlayan, inleyen, yalvaran kalabalığın arasına tam katmak üzereyken yetişkin düşmanlardan biri yanına geldi:
- Lan olum, ne yaptın sen buna? Gulağından gannar sızıyir sakgalına.
- Ben bişe yapmadım. Eccük okşayıvidim çıbığın ucuynan. Sati çoh yaşlı, gör miyir misin?
- Yaşlı diye beyle mi yapacan, lan? Hade gat usuleten öbürlerinin arasına.
Topu topu üç kişiden oluşan görünürdeki düşman, kalabalığın sağ ve sol yanlarıyla arkasını tutmuştu ve çocuk arkadaydı. Topluluktan ayrılmak isteyenlerin ayaklarına-başlarına, baldırlarına-bacaklarına, bellerine-kıçlarına ellerindeki kalın, iri sopalarla acımasızca vuruyor, ‘Bunları da Tanrı yarattı.’ Demiyorlardı. Her yaştan, her cinsten insan bunların önünde tıpkı bir hayvan sürüsü gibi gitmekte ve en küçük bir direniş bile göstermemekteydi.
Hikmet Dede, kanayan kulağını eliyle kapatmaya çalışırken, bu üç düşmanın yalnız olmadıklarını, yanlarında iki de köpek bulundurduklarını fark etti. Köpekler iriydi, büyüktü, kapkaraydı ve istediğini yaptırabilecek yetenekteydi. İkisinin de boyunlarında keskin çivili demir boyunluklar vardı ve o iki yetişkinle o çocuğun buyruklarına uymak üzere eğitildikleri belliydi. Köpeklerin yarattığı korku yüzünden hiç kimse kalabalıktan ayrılabilme veya kaçıp kurtulma yürekliliğini gösteremiyor, kalabalık, üç düşmanın ve iki köpeğin kendilerini yönlendirdikleri yana doğru kuzu kuzu ilerleyip gidiyordu.
Evlerin ötesinde, doğa cenneti andırmaktaydı. Tarlalarda, olgunlaştıkları halde henüz biçilmemiş başaklar vardı. Yamaçlar bir baştan bir başa ota, çimene, çiçeğe kesmişti. Yeşillikler içine gömülmüş kurşuni kayalar arasından ortaya çıkan akköpüklü, varsıl sular şuraya buraya döne-kıvrıla akmaktaydı. Sulara eğilmiş salkımsöğütlerin altlarında körpe gölgeler esniyor, kıpırdanıyor, geziniyordu. Görünürlerde ne başka düşmanlar, ne başka köpekler, ne de başka bir eli çubuklu vardı.
Hikmet Dede, mutsuz bir kalabalığın içinde ve yürek sızlatan melemelerin ortasında kalmıştı. Güçlükle soluk alabiliyordu ve dizleriyle bacakları kendisini çekememekteydi. Yaşlılığı yüzünden bir türlü ayak uyduramadığı kalabalıktan her geriye kalışında, arkasındaki çocuk, elindeki çubuğu sırtına-kıçına dürtüyor, geriye kalmaması için kendisini küfürle uyarıyordu:
- Yürü lan, bunak… Gebertirim seni vura vura… Yürü, gözüm üstünde… Seni baa sayısıynan mı virdiler? ..
Kalabalık arasında yanına kayan biri Hikmet Dede ‘yi ansızın ve yavaşça bileğinden kavradı. O da bir çocuktu. Kendisine iki de bir çubukla dürten ve kendisine iki de bir küfreden çocuk kadarcık bir çocuk. Sırtında bir eski gömlek ve ayaklarında bir eski pantolon vardı. Taranmamış sarı saçları kendisine küçük bir kız havası vermekteydi. Yüzü ceylan yüzünden farksızdı. Yaşının küçüklüğüne karşın, sesinde bir büyüklük ve bir koruyucu hava seziliyordu:
- Yürü dedem, yürü. Merhametsizliklerini tatmin fırsatı verme bu acımasızlara. Demekteydi. Üüüüü, ben bu piçin hakkından kat ve kat gelirim ama ne yazık ki; henüz yeri ve zamanı değil.
Çocuk fıkır fıkırdı, cıvıl cıvıldı ve sevgi kaynıyordu. Fersiz bileğine sımsıkı yapışmış olan körpe parmakları sıcaklık ve tazelik içindeydi. Aralarındaki yaş uçurumuna aldırmadan bir uzun yılların dostu olup gitmişti.
- Adın ne?
- Kuzu.
- Kuzu mu? Aslan, kaplan, sülün, şahin, kartal, ceylan duymuştum ama bunu hiç duymamıştım. Ne garip bir ad. Hem garip, hem de güzel.
- Garip olmasına garip de, güzel olmasına güzel değil.
- Neden?
Aslan büyüdüğünde yine aslandır, kaplan yine kaplan, şahin yine şahin, kartal yine kartal, ceylan yine ceylandır ama kuzu küçükken kuzudur, büyüyünce koyun olur da ondan.
- Öyle de olsa; senin adın ‘Kuzu’ dur. Ne kadar büyürsen büyü, kimse sana ‘Koyun’ diyemez. Biliyorsundur; insanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölür yeni bedenleri sürekli değişir fakat adları hiç değişmez.
- Değişmez ama önceleri insanlara güzel gelen adlar, sonraları yanlış, çirkin ve gülünç gelir. Bebeklikte ve çocuklukta ‘Melek’ olanların melekliğini, yaşlandığında kim pekilenir? Mahallemizde insanı melekten tiksindiren, melekten ürküten, melekten uzaklaştıran bir ‘Melek Teyze’ var.
- Beni şaşırtıyorsun. Zira; büyükler gibi konuşuyorsun. Bence bunlar senin yaşındaki bir çocuğun düşünceleri değil.
- Çocukların düşündüklerini yerinde büyükler de düşünebilirler mi, ‘Dede ‘m?
- Bana göre; çocukların gereği gibi düşünemedikleri ortada. Çünkü; sen, melekliği yüz güzelliğine bağlıyorsun ve yaşlılıkta o güzellik kalmadığı için de yadırgıyorsun. Melekliği yüz güzelliğinde değil de, ruh güzelliğinde ararsan; o zaman pek yanılmazsın. Zira; ruhsal bakımdan melek olan gençlikte de, yaşlılıkta da melektir.
- Yani ben senin bu yaşına gelebilsem; kalabilir miyim sanıyorsun, kuzulukta?
- Kuşkun olmasın. Eğer bu güzel yüzün gibi, ruhun da kuzuysa.
- Ruhum da kuzu. Ama eloğlu bırakmıyor ki; kuzulukta kalabileyim.
- Neden bırakmasınlar?
- Bırakmıyorlar, Dede ‘m. Gerçekte; benim kimseciklere elim değmiyor, dilim değmiyor. Anam yok, babam yok. Dar dünyada bir tak tanıdığım, bir tek yakınım var. Ki; o da Tanrı. Acıkınca el-alemin artıklarını ve önüme atabildiklerini yiyorum, uykum gelince duvar diplerinde, yıkıntılarda yatıyorum. Gece bekçiler, gündüz çöpçüler el atıyor yaşantıma. İşte; elleri değnekli iki yetişkin düşmanla, eli çubuklu bir çocuk düşman ve ağızları salyalı iki yırtıcı düşman köpeği sarıp sarmalamışlar çevremi, kırmışlar kolumu-budumu, kesmişler yolumu-yolağımı, çok göresi olmuşlar bana bir körpe yaşamı. Haydi, bir söylesene, Dede‘ m, ben nasıl kalabileyim kuzu olarak? Beynim, düşüncelerim, düşlerim devlere özgü ama organlarım kuzu organları. Düşmanlarıma içimdeki devlerin olanca gücüyle, olanca nefretiyle vursam; körpe yumruğum fayda etmiyor. İçimdeki rüzgarlara binsem uçamıyorum, yağız atlarıma binsem kaçamıyorum. Ah, ya beynim, düşüncelerim ve düşlerim de kuzu olsaydı, ya da organlarım devlerin organları.
Hikmet Dede, fersiz kolunu çocuğun omzuna attı:
Önemli olan; beynin, düşüncenin ve düşlerin gücüdür Kas gücünün fazla bir önemi yoktur. Arşimed ‘i duymuş musun?
- Duymadım.
- Sirakuza ‘lı bir bilgindir. İsa ‘dan önce yaşamıştır. Yaşlı ve güçsüz adamın tekidir. Ama ne demiştir, biliyor musun? ‘Bana yeter uzunlukta bir çubuk, bir de altına koyabilecek bir destek verin; tek parmağımın ucuyla dünyayı yerinden oynatayım.’
- Vay be… Bu koskocaman dünyayı, ha? ..
- Evet, bu koskocaman dünyayı. Peki Zaloğlu Rüstem ‘in kim olduğunu bilir misin?
- Bilmem.
- Zal‘ ın oğlu Rüstem yiğitliğin ve gücün sembolü olagelmiş biridir. Onbeşinci yüzyılda yaşamıştır.Kendisine ‘Zaloğlu’ demelerine aldanma. Bu benzeri görülmemiş kahraman, Dulkadiroğulları Beyi Nasıreddin Mehmet ‘in oğludur. Kendisine Farsça ‘Tehemten’ yani ‘İribedenli’ de derler.
Hikmet Dede, düşman çocuğun elindeki çubukla kendisini dürtmesini göze almak pahasına bir an için durup soluklandı. Sonra ayaklarını sürüyerek sözlerini tamamlamaya çalıştı:
- Bu büyük kahraman, bu yiğitlik simgesi, Şehsuvar adındaki bir bey yönünden tahtından indirilmiş, zindana kapatılmış, buna öfkelendiğinden zindanın mermer direklerini pençeleriyle kavrayıp sallayarak zindanı ve üstündeki yapıları yerle bir etmiş fakat kendi de o yıkıntıların altında ölmüştür. Bu örneklerimin beyin gücüyle kas gücü arasındaki farkı sana gösterebileceğini sanırım.
Kuzu ‘nun gözlerinde minicik pırıltılar dolaşmaya başlamıştı:
- Gösterdi, Dede‘ m. Demek ki; Zaloğlu Rüstem o ezici kas gücüyle kendi ölümünü hazırlamaktan başka bir başarıya yol açamadı ama o yaşlı ve cılız Arşimed, beyin gücüyle koskoca bir dünyayı tek parmak ucunda kaldırabileceğini kanıtladı. Böyle midir?
- Öyledir. Ki; Zaloğlu Rüstem‘ in o görkemli gücü değil dünyayı, hatta onun birkaç kayasını bile yerinden oynatamazdı.
- Oynatamazdı.
- Bu şu demektir: Kas gücümüz yetersiz de olsa; beyin gücümüz var ve yeterli olduğu sürece, engelleri aşabiliriz.
- Hele bir de yardım edenimiz olursa.
- Bu yanlış işte. Her varlık kendi sorununu önünde-sonunda kendisi çözmek ve kendi engelini kendisi aşmak zıorundadır. Başkasının yardımına güvenen, bu yardımı her zaman bulamayabilir.
- Yani birlikten güç doğabileceği anlamında söylemiştim.
- Birlik kötülük için olmuşsa; doğmaz. Zira; güçten amaç; olumlu güçtür. Olumsuz güç yenilmeye mahkumdur. Tıpkı obir olumsuzluklar gibi.
- Ama Dede ‘m, bu kalabalığa bir baksana; bu başlıbaşına bir güç değil midir?
- Doğru. Bu kalabalık bir güçtür. Ona ‘Açığa çıkmamış bir güç.’ Diyebiliriz.
- Örtülü bir güç olduğuna göre; bu bir olumsuzluktur?
- Kesinlikle.
- Peki, şu iki yetişkin düşman, bizi habire elindeki çubukla dürten bu arkamızdaki çocuk ve bizi sağdan-soldan deneten şu iki köpek nedir? Onlar da bir gücün ögeleri değil midir?
- Ögelerdir ve bu ögelerin de tümü bir güç oluşturmaktadır.
- Ve o güç açığa çıkmış bir güçtür
- Evet.
- Bu güç bir birlikten doğmuştur.
- Öyle.
- Fakat bu birlik kötülük için oluşturulmuş bir birliktir.
- Doğru.
- O halde; o da bir olumsuzluktur.
- Evet olumsuzluktur.
- Evet, olumsuzluktur.
- Bir olumsuzluk bir olumluluğu nasıl etkiler, Dede ‘m?
- Elbette ki olumsuz etkiler.
- O zaman bir olumsuzluğun bir olumsuzluğu olumlu etkilemesi gerekmez mi?
Hikmet Dede, başını çevirdi ve sevecen bir tutumla bakışlarını çocuğun gözlerinde gezdirdi:
- Sen kuzu-muzu değil, şeytanın dikalasısın, oğul. Dedi. Boy atamamış bir filozofsun. Bana göre; sen şunu söylemek istiyorsun: Eğer; bu köpekli düşman birliği bu topluluğu zorlamayı yani olumsuz etkilemeyi sürdürmek isterse; o zaman, topluluğu oluşturan bireyler birleşme gereğini duyarlar. O zaman, içerdikleri gizli güç ortaya çıkar ve kullanıldığında bu güç kendilerine kurtuluş yolunu açar. Bu ise; olumsuzluğun olumsuzluğu etkilemesinden doğacak olumluluktur. Ve bu, karanlığı aydınlatacak ışıktır. Evet, sen işte tıpkı böyle demek istiyorsun.
Çocuk fıkırdaya fıkırdaya gülmeye başlamıştı. Fıkırdayışları, kayalıklar arasına ve gölgelikler altına sinmiş-saklanmış duru ve soğuk bir gözenin tertemiz kumlar-çakıllar üstündeki fıkırdayışları gibiydi ama her nedense; onun bu fıkırdayışları Hikmet Dede ‘ye körpecik kuzu melemeleri gibi gelmekteydi.
Yumuşak eğimli yemyeşil bir tepeyi tırmanmaya çalışan yorgun kalabalık, yamaçta bağrışmaya başladı. Yamacın inişindeki düzlükte eski hanları andıran bir-iki basit yapıyla bir eski pınar ve pınarın önünde, birbirine bitişik üç-dört yalak vardı. Pınarın ağaçtan yapılma oluğundan yalaklara akan sular, güneş ışıkları altında pırıl pırıl, ışıl ışıl, duru duru, renk renk, yıldız yıldız, billur billur, zerre zerre, buğu buğu parlamaktaydı. Bu görüntü, bitip tükenmiş kalabalığın canlanmasına ve su gereksinimi dışındaki her gereksinimini unutmasına yetmişti. Kalabalığı oluşturan tüm erkekler, tüm kadınlar, tüm yaşlılar, tüm gençler, tüm çocuklar koşa-yuvarlana inmeye ve yamaçtan suya akın etmeye koyulmuşlardı. Bilinçsiz bağrışları birbirine karışan melemeleri andırıyordu. Pınarın ve yalakların başları bir anda ana-baba gününe dönmüştü. Bu arada, pınarın oluğuna uzanmaya çalışan ilk kafaya, yetişkin düşmanlardan birinin elindeki sopa iniverdi. İki büyük bir küçük, kadınlı-erkekli, büyüklü-küçüklü bir kalabalığa pınar oluğundan bir-iki yudum su içmeyi bile çok görmekteydiler ve oluğa uzanmayıp yalaklara eğilenlere ise ses çıkarmıyor, bunu pis pis sırıtarak pekileniyorlardı.
Hikmet Dede içini burkan bir üzüntüyle, birbirlerini ite-kaka yalaklardan su içmeye pekilenmiş insan kalabalığına bakıp durmaktaydı. Manzara ona göre; çok incitici, çok üzücü, çok gurur kırıcıydı. Herkes birbirinin artığını içiyor, ağzına fazla gelen suyu, kendisinin içtiği ve başkalarının içeceği suyun içine püskürtüyordu.
- Sen neden su içmiyorsun, Kuzu?
- Neden içeyim ki; Dede ‘m? Görmüyor musun? Adamlar bu insan kalabalığına koyun sürüsü gözüyle bakıyorlar, onları oluk yerine yalaklardan içmeye zorluyorlar ve onlar su içmeye çalışırlarken hayvan sularcasına kendilerine ıslıklar çalıyorlar.
- Güç onların ellerinde. Ne diyebilirsin ki?
- Gücü elimize geçirebildiğimizde biz de diyeceğimizi deriz, olur biter.
Adamlar, kalabalık arasında su içmeyenler olup olmadığına bakmaksızın, ellerindeki sopaların, yanlarında ve buyruklarındaki köpeklerin ve eli çubuklu çocuğun yardımıyla kalabalığı süre süre ahırı andıran bir yapıya doldurdular.Kapatmaya ve kilitlemeye gerek bile görmedikleri büyük, eski kapının önüne yırtıcı köpekleri çökerttiler.
Güneş uzak dağların arkasına çekilmeye başlamış, gölgeler uzayıp cansızlaşmış, çevreye derin bir serinlik ve sessizlik çökmüştü.
Hikmet Dede, içine hayvan gibi dolduruldukları ahırı andıran yapının açık kapısı önündeki köpekler arasından dışarıya bakmaktaydı. Gözleri az ötedeki nazlı kavak ağacının körpe bir yel altında hafif hafif hışırdayan ve pırpırlayan parlak yeşil yapraklarındaydı. Olup bitenleri bir türlü anlayamıyor, olaylar konusunda herhangi bir bilgisi bulunmayışına üzülüp duruyordu. Düşman ülkeyi ne zaman basmıştı? Çevrede bu adamlardan öte düşman var mıydı? Düşmanın geri kalanı nerelerdeydi? Bunlar böyle üçer kişilik, ikişer köpeklik güçler halinde mi yöreyi köy köy, ev ev elegeçiriyorlardı? Önlerine kattıkları insanları böyle süre süre köhne yapılara niçin dolduruyorlardı? Kendi devletleri, kendi orduları nasıl edip de ortalığı bu soysuzların eline bırakabilmişlerdi?
Hikmet Dede, üstüne üşüşen kötü düşünceler altında bunalmıştı. Açtı, susuzdu, uykusuzdu, yorgundu, umarsızdı. Kısa zamanda candan arkadaş olduğu çocuğun da ayni düşünceler içinde bulunduğunu sezmesi üzüntülerini arttırmaktaydı.
Ahırı andıran yapıya doldurulmuş insanlar çığlıklarını, inleyişlerini, ağlayışlarını, korkularını biryanlara bırakarak bulabildikleri biryerlere sığınıp kalmışlardı. Çocuklar birazcık sevilip avutulmak, birazcık yiyecek bir şeyler koparabilmek için analarına sokulup duruyorlar, yaşlılar gençlere sığınmaya çalışıyorlar, birileri diplerden-köşelerden anlamsız anlamsız, ürkek ürkek bakınıyorlardı.
Eli çubuklu çocuk, yetişkinlerden birinden aldığı bir buyruk üzerine, yandaki yapıdan sırtlayıp çıkardığı bir küfeyi ahırı andıran yapıya getirerek kalabalığın ortasındaki çıplak toprağa boşalttı. Hikmet Dede, yere boşaltılanın ne olduğunu anlamaya çalıştıysa da, bunu başaramadı. Dökülenler; incecik şeritler halinde doğranmış şalgama, turpa, soğana benziyorlarsa da, öyle oldukları pek kesin değildi. Fazla incelemeye olanak da yoktu. Zira; yorgun, ürkek ve umarsız kalabalık, yere dökülenlerin üstüne kuzgunlar gibi üşüşmüştü ve ne idüğü belirsiz yiyecek, kısa bir sürede eller-ağızlar arasında eriyip gitmişti.
Açık kapı yakınında çömelmiş bulunan Hikmet Dede ile küçük arkadaşının bakışları dışarıdaydı.
Yapının önünde iki yetişkin düşmanla eli çubuklu çocuğun konuşmaları, gülüşmeleri, koşuşturmaları ve küfürleri sürüp gidiyordu. Bulundukları yer, yapının açık bırakılmış kapısına yakındı ve burada büyük, hantal, çıplak bir masa vardı.Eli çubuklu çocuk bu masanın üstüne bir kabdan su dökmekte ve yetişkin düşmanlardan biri de avuçlarıyla masayı yıkamaktaydı. Obir yetişkin düşman, bunların hemen yakınında açtığı bir kuyuda ateş yakmaya girişmişti:
- Ateş nerdeyse hazır, lan… Diye sesleniyordu. Sen güneş batmadan malı hazırlamaya bak…
Masa yıkayan yetişkin terslenmekteydi:
- Sen ataşınnan-şişinnen urgaş, hıyaraaa.. Garışma elinin hamırıyla herif işine…
- Ne de bi herifmişsin, deyyus…
- Beğenemedin mi, zırto? Tebiy ki; herifim. Sen sokaklarda gıssa donunan goşarkene ben ataşbaşında guzuçevirme yapiyirdim, olum…
Adam gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvadıktan sonra yapıya şöyle bir girip çıktı. İri, beyaz dişlerinin arasında keskin ağızlı, büyük bir kasap bıçağı vardı. Yürüyerek gelip içine insanları tıka-basa doldurdukları ahırı andıran yapıya daldı. Ayakaltında oturanları, çömelenleri, yatanları dizleriyle ve ayaklarının burunlarıyla iterek geriye attı ve çevresindeki çembere göz gezdirdi. Sonra gelip gelip Hikmet Dede ‘nin küçük arkadaşına gözlerini dikti. Nasırlı ellerinin iri kalın ve küt parmaklarıyla çocuğu bileğinden kavradı, karşıkoymasını dahi beklemeden Hikmet Dede ‘yi göğsünden itti, yetinmeyip bir-iki de tekme savurdu. Hikmet Dede yıkıldığı yerden iki elini birden havalara kaldırarak güçsüz bir sesle haykırmaya başladı:
- Bırak Kuzu ‘yu… Çek elini üstünden pis herif… O benim arkadaşım… Nereye götürüyorsun arkadaşımı? ..
Adam Hikmet Dede ‘nin yançıkmalarına ve haykırışlarına zerre kadar önem vermemişti. Küçük çocuk, bileği adamın nasırlı elinde, direnmeden yürüyor, asla karşı koymuyor, nereye çekilirse oraya gidiyor, nreye sürüklenirse oraya sürükleniyor ve arada bir başını geriye çevirip çevirip Hikmet Dede ‘ye bakmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.
O akıllı, o girgin, o büyük düşünceli çocuğu nereye götürüyorlardı? O körpe çocuğu ne yapacaklardı? Büyük bir kalabalığın arasından neden onu bulmuşlar, neden onu seçmişlerdi?
Yetişkin düşman, açık kapının az ötesindeki köpeklerin arasındaydı ve bulunduğu yerde çocuğun yüzünü-gözünü öpüp seviyor, saçlarını koklayıp okşuyor, bir yandan da çocuğun giysilerini bir bir çıkarıp atıyordu. Hikmet Dede, yoksulun gömleğinin altında içgömleği ve pantalonunun altında don bulunmadığını görünce, üzüntüden kendi kendisini yiyip bitirdi.
Adam Hikmet Dede ‘nin gözleri önünde, Kuzu ‘nun ellerini-ayaklarını eli çubuklu çocuğa iplerle sımsıkı bağlattırdı. Hikmet Dede onun, çimenlere yatırdığını, başını güneye çevirdiğini, yanına çömeldiğini, dişleri arasındaki bıçağı eline alıp tersini çocuğun boğazına bir-iki gezdirdiğini, saçlarından kavrayıp başını yukarı kaldırdığını ve anlaşılmaz birtakım sözler söylediğini gördü ve duydu:
- Agarap bagarap menagarap… Agarap bagarap menagarap.
Olay inanılabilecek gibi değildi: Adam Hikmet Dede ‘nin şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözleri önünde, elindeki keskin ağızlı kasap bıçağıyla çocuğun körpe boğazını ensesine kadar kesmiş, kafasını geriye doğru kanırtarak kanını fışkırta fışkırta yeşil çimenlere akıtmış, bıçağın her iki kanlı yüzünü çıplak, körpe bedene sürtüp temizledikten sonra ayağa kalkmıştı. Çocuğu boğazlayan sanki kendisi değilmişcesine, son derece rahat bir tutumla cebinden bir sigara çıkarıp yakmış ve dumanını havaya savura savura hantal ağaç masanın başına oturmuştu.
Hikmet Dede baygınlıklar geçirmekteydi. Gözleri iri iri açılmıştı. Gördüklerine inanamıyordu. Alnından bembeyaz sakalına ter yürümüştü. Zorlukla soluk alıyor, güçlükle yutkunuyordu. Yüreğinin vuruşları gömleğinin üstünden bir bir belli oluyordu. Eli-ayağı titremeler, sarsılmalar içinde kalmıştı. Gördüklerine inanamıyor, akıl erdiremiyor, onları pekilenmemek istercesine elleriyle gözlerinin önündeki bir şeyleri silip yoketmeye çalışıyordu. Bu küçücük yoksul çocuk, bu adama birbaşına ne yapmıştı? Böylesine canavarca boğazlanmasını gerektirecek ne suç işlemişti?
Hikmet Dede yerinden fırlamak, çocuğun yanına koşmak, onun kanlar içindeki körpe bedenine sarılmak, kollarıyla onu kucaklamak, onu yaşama geri döndürmek istediyse de, bunlardan hiçbirini yapamadı. Zira; o ana kadar ortada hiçbir gariplik yokmuşcasına bulundukları yerde uslu uslu bekleyen köpekler, daha onun ilk kıpırdanışında, öfkeyle ayaklanmışlar, keskin dişlerini ortaya çıkarmışlar, hırlamaya başlamışlar ve saldırmaya hazırlanmışlardı.
Elindeki sigara izmaritini atan yetişkin düşman, yerinden kalkıp boğazı kesik, başı üstünde olan körpe bedenin yanına çömeldi. Çocuğun ayakbileklerinden birinin sinirleri arasına elindeki bıçakla bir delik açtı. Sonra bıçağı bırakıp ayakbileğini kavradı, ağzına götürdü, havadan derin derin soluklar alarak içeri üfleye üfleye körpe bedeni balon gibi şişirmeye koyuldu. Bundan sonra, cebinden çıkardığı demir kancayı çocuğun ayakbileğine geçirdi ve küçücük bedeni yerden kaldırıp yaprakları hışırdayan kavak ağacının dalına astı, büyük bir vahşetle, büyük bir ustalıkla körpe bedenin derisini yüzmeye başladı.
Bulunduğu yerde krizler geçirmekte olan Hikmet Dede, insan derisinin sanılandan da kalın olduğunu ilk kez o anda öğrendi, panik içindeki gözlerini ahırı andıran yapıya doldurulmuş obir insanların yüzlerinde, üstlerinde gezdirdi. Tümü koyun gibiydiler. Gözleri açıktı fakat içlerine bakıyorlardı ve gözleri önündeki kanlı olayı durgun ve anlamsız bakışlarla izleyip duruyorlardı.
İnsanboğazlayıcı ve deriyüzücü sırtlan gülüşleriyle, kendisini izlemekte olan eli çubuklu çocuğa seslenmekteydi:
- Ağzın sulana sulana bakacağına, içerden iki-üç tane gab getür de sakatatı goyak, he mi?
Çocuk, şuraya-buraya koşturarak istenen birkaç kabı getirirken adam, derisi yüzülmüş gövdenin karnına bıçağı sapladı ve bedeni karından boğaza kadar yardı. Çocuğun kesik başını tümden keserek koparıp yerdeki plastik bir leğenin içine attı. Barsaklarını ve iç organlarını çıkardı. Ciğerleri, yüreği, böbrekleri, dalağı, küçücük hayaları bağlantılarından kopara kopara değişik kablara bıraktı.
- Al aha bu işkembeyi, del boşalt, bi tertemiz yeyha yalaklarda. Bağırsakları tey şu garşıki tepenin dibine at. Heeey bilader… Al, guzu sana teslim…
- Guru guruya teslim mi olur, teres… Yeyhamadan işin mi biter sanıyorsun? ..
- Yeyhaması da mı benden, olum? ..
- Tebey ki; senden…
Adam, belinden kavradığı çocuk cesedini çengelden çıkarıp pınara götürdü. Su altında iyice yıkadı. Sonra eli çubuklu çocuktan, içlerinde sakatat bulunan kabları pınara getirmesini ve onları yıkamasını istedi. Çocuk istenenleri yapınca; bıçakla cesedin ellerini birer birer kesip kopardı, eli çubuklu çocuğun önündeki kablardan birinin içine attı ve yıkanmış cesedi arkadaşına verdi.
Beriki düşman, arkadaşından aldığı kesilmiş, yüzülmüş, temizlenmiş, ayıklanmış ve yıkanmış cesedi sivri uçlu, uzun bir demir çubuğa geçirdi. Şişin başsız boyundan ve apışarasından çıkan uçlarını ateşin üstündeki iki çatal ayaklı, çatal başlı demir bir desteğe oturttu ve üzerine pis bir fırçayla yağ sürüp aradabir çevirerek kızartmaya başladı.
Hikmet Dede, kendisine bundan fazla sahip olamayarak bulunduğu yere yığıldı.
Ayıldığında; gökyüzünde testekerlek bir ay vardı ve ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Yapıya doldurulmuş insanlar arasında arada bir kımıldananlar, birbirlerini itenler bulunmakla birlikte, inleyenler, sızlananlar, yakınanlar, horlayanlar yoktu. Hantal ağaç masa kavak ağacının altına çekilmişti. İki yetişkin düşmanla eli çubuklu çocuk masadaydılar. Küçük arkadaşının ateşlerde kızartılmış cesedi masaya yatırılmıştı. Birbiri ardından uzanan arsız eller her keresinde, kızarmış bedenden iri iri- parçalar koparıyor, ay ışığı altında obur obur açılan ağızlara götürüyorlardı. Yoksul çocuğun kalçasıyla birlikte koparılmış sağ bacağı, düşmanlardan birisinin iki pençesi arasındaydı ve adam bu buda iri dişleriyle saldırıp saldırıp kocaman parçalar koparmaktaydı. Eli çubuklu çocuk, önündeki kolsuz elin parmaklarını birer birer kemirme peşindeydi.
Ulan olum, biz her bi gün beyle guzzu şöleni yaparsah Allah seni inandırsın ki; satacak mal galmaz elimizde. Onuyçün yarından kelli guzzu-muzzu kesmek yoh.
- Aldırma. Devrisi güne gadar garışık ızgaraynan savarıh yemek vahıtlarıni. Yetmezse; goyarıh kellesini de ataşa.
- İki bile herif, bi de çocuh doyar mi bi guzzu kellesiynen?
- Doymazsak; dorgarıh börbekleri, bellurlari, garacigeri yeyhayıp atarıh tencereye. Ala saa doyumluh yemek.
Yetişkin düşmanlardan biri eli çubuklu çocuğun ensesine bir şaplak oturttu:
- Gotürme lan barnahlari dibine gadar. Gızarmış gızarmış gaburgalari yidin, şindi de barnahlari götürirsin. Atsana gemikleri şu itlerin önüne. Seninki can da, itlerinki can deel mi?
- Ama usta, gemikleri bile yiyilecek kimi barnahların. Taze taze, körpe körpe, ince ince, çıtır çıtır.
- At lan itlere.
Hikmet Dede, bulunduğu yerde ikinci bir kere kendinden geçti.
Gözlerini açabildiğinde masa boştu. Testekerlek ay yamaçlardan yükselmişti ve incecik şeritler halindeki bulutlar arasında yüzüyordu. Açık kapı önündeki köpekler, ürkütücü homurtularla önlerindeki et artıklarını parçalayıp yutuyor ve kemikleri kemiriyor, koparıyor, çatırdatıyor, kırıyorlardı. Ahırı andıran yapı içindeki kalabalık, gerçek bir ahıra doldurulmuş hayvan yığınına benzemekteydi: Böndü, duyarsızdı, ilgisizdi ve kendi içine bakıyordu.
Hikmet Dede acdı, susuzdu, uykusuzdu, fersizdi, yorgundu ve tanımlanması zor üzüntülerle tedirginlikler içindeydi. Uykuyla baygınlık arasındaki biryerlere sığınmıştı. Gecenin kalan süresinde, birçok kereler kendisine gelir gibi oldu, birçok kereler bayıldı.
Gözlerini son açışında, kendisinin uyanmadığını, belinin ortasına inen bir çubuğun onu kendisine getirdiğini anladı. Eli çubuklu çocuk başındaydı ve dışarıda güneşli bir gün vardı. Geceki mehtap altında kızarmış ceset yiyen iki yetişkin düşman açık kapı önüne dikilmişlerdi ve eli çubuklu buyruk üstüne buyruk vermekteydiler:
- Hadi lan, soyha. Ayır dişilerden dört-beş baş ve iki de erkeklerden. Aralarında iki-üç de güçcük bulunsun. Çebik ol, vahdımız yoh.
Eli çubuklu çocuk buyruğu alır almaz yıldırım gibi yapıya daldı. Yeniden dışarı çıktığında; önünde dört-beş kadın, bir-iki erkek ve iki-üç de çocuk vardı. Adam eliyle Hikmet Dede ‘yi göstererek homurdanmaya başlamıştı:
- Şunu da çıhart.
- O bi boha yaramaz usta, yaşli.
- Çıhart lan.
Hikmet Dede kalçasına yediği bir çubukla, yapıdan çıkarılanların arasına dalmak zorunda kaldı. Düşünceleri darmadağındı. Düşman eline düştüğünden bu yana yememiş, içmemiş, uyuyamamış, birkaç kere bayılmış, tedirginliklere kapılmış, korkmuş, üzülmüş, akla-mantığa sığmayan olaylar yaşamıştı. Obirleriyle birlikte nereye götürüldüğünü, başına neler geleceğini, sonunun nereye çıkacağını kestiremiyor, uyanarak; kurtulabileceği karabasanlı düşler gördüğünü sanıyordu ve en büyük korkusu da; düş sandığı düşten uyanıp kurtulamamaktı. İki yetişkin adamın ve eli çubuklu çocuğun yamyam oldukları hususunda Hikmet Dede ‘nin kuşkusu kalmamıştı. Küçük arkadaşını boğazladıklarını, derisini yüzdüklerini, karnını boydan boya yardıklarını, iç organlarını koparıp çıkarıp kablara koyduklarını, kafasını, ellerini, ayaklarını kesip aldıklarını, barsaklarını tepe diplerine attıklarını, körpecik bedenini ateşte kızarttıklarını, kopara-parçalaya, ısıra-dişleye yediklerini, yiyemediklerini de köpeklere yedirdiklerini gözleriyle görmüştü.
Akıllı, körpe ve yoksul arkadaşının kanı hala çimenler üstündeydi ve güneş ışıkları altında al al parlamaktaydı. Kanının ve artıklarının üstlerinde sinek bulutları vardı. Eti sıyrılıp yenmiş ve kendileri fırlatılıp atılmış kemiklerinin her biri bir yerdeydi. Ateşi çoktan soğumuş ocağın yerinde küller ve değince dökülecek odun kalıntıları mevcudu.
Güneş altında demirden bir mızrak gibi duran bu gerçekten, o sanki bir düşmüş gibi, nasıl uyanıp da kurtulabilirdi?
Hikmet Dede, neyin düş ve neyin gerçek olduğunu artık bulup çıkaramıyor, artık kavrayamıyordu. Ona göre; gerçeğin de, düşün de varolabilmesi bedenin var ve sağlıklı olabilmesine bağlıydı. Ve hiç kimse, bedenini kullanmadan başka bir şeyi kullanamaz, anlayamaz, kavrayamaz, değerlendiremezdi. Hiçbir beden bir başka beden ve hiçbir bedenin organları bir başka bedenin organları değildi. Aralarında benzerlik olması, onları tıpkı yapmıyordu. Öyleyse; gerçek de, düş de göreliydi. Zira; bireyden bireye değişiyordu. Herkeste ayni olan ise; gerçeğin kendisi değil, duyuların ortaya koyabildikleri gerçekti. Bu bile, gerçeğin ve düşün duygular arasında dahi değişken olduğunu göstermekteydi. Ortada ulaşılabilen bir gerçek bulunmasa da, biryerlerde bir asıl gerçek olmalıydı. Durum sadece gerçek açısından değil, düş açısından da böyleydi. Ve düşkurabilme yeteneği insanı yaratıcı yapan bir yetenekti. Bu yüzden; insanın ayni değerde yapamadıkları vardı ama yapamadığı yoktu. Fakat yapabildikleri yapamadıklarıyla bir ve ayni olmadığından, yargıları ve doygunluğu da gerçek olmayan gerçeğe uymamaktaydı. Çünkü; kazılan hiçbir çukurun toprağı, kendisini hiçbir zaman noksansız dolduramıyordu.
Her adım atamayışında ve her yürüyemeyişinde, eli çubuklu çocuğun elindeki çubuk Hikmet Dede ‘nin çekemediği beline, titreyen bacaklarına, düşünceler içindeki başına inmekteydi.
- Öldürecen lan… Vurma o gadar… Zati bi deri, bi gemik soyha…
- E yürümeyo usta.
- İdare et, lan…
Doğduğu, yaşadığı, ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını solukladığı toprakların be hale geldiğini Hikmet Dede uzun bir yolculuktan sonra anlayabildi:
Düşman her yanı kesmişti. Hernasılsa elegeçirebildikleri topraklara kısa sürede yayılıp yerleştikleri anlaşılmaktaydı. Kendilerine benziyorlardı ve kendi dillerine benzer bir dil konuşuyorlardı ama kendileri yamyam olmadıkları halde, düşman yamyamdı. Göz göre göre insan yiyorlardı. Hikmet Dede, dünyada yamyam kalmadığını sanıyor olmakla ne denli büyük yanlışa düştüğünü yeni yeni fark etmekteydi. Durumun kuşku götürür yanı yoktu. Sopa-çubuk ve köpek zoruyla yaptıkları yorucu yolculuk sırasında, ırmak kıyılarında, ağaçlıklarda, çimenlerde-çayırlarda piknik yaparken gördüğü düşman ailelerinin büyüğü-küçüğü, kadını-erkeği insan yiyorlardı. Yeni boğazlanmış insanların butları, kolları, kaburgaları, elleri, ayakları, başları, yürekleri, ciğerleri, böbrekleri ızgaralar üstündeydi, çevrede kızarmış et kokusu vardı ve ağızlarda sabırsız yalanmalar mevcudu. Körpe körpe çocukların, filinta filinta delikanlıların, narin narin kızların, ana ana kadınların, baba baba erkeklerin yürekleri, ciğerleri, böbrekleri, elleri, kolları, başları taslarda-tencerelerde-kablarda, dalakları kedilerin önlerinde ve kemikleri köpeklerin dişleri arasındaydı. İşgalin ilk günleri olduğu halde, düşman, insan etinden yaptığı kıymaları, kavurmaları tenekelere doldurmakta, sucukları, pastırmaları güneşlerde kurutmaktaydı.
Kent merkezindeki manzara dehşet vericiydi. Sokaklar, caddeler insan kanına boyanmıştı. Yerinden koparılmış insan barsakları, yüzülmüş insan derileri, biryanlara fırlatılıp atılmış insan mideleri, etleri sonuna kadar sıyrılıp alınmış insan kemikleri yerlerde sürünüyordu. Mallarını öve öve satmaya çalışan bir-iki işportacının dörtbir yanı camla çevrili elarabalarında fırından yeni çıkmış, kızarmış çocuk, delikanlı, gençkız, yetişkin kadın ve erkek kelleleri sıcak dumanlar içinde alıcı beklemekteydiler. Satıcıların sesleri kelle poşetletip gidenlerin bağırışlarına karışıyordu.
- Taze bunnar, tazeee… Haydiii erkek, kadın kelleleriii… Sıcak sıcaaakkk…
Caddeler, ara sokaklar, evler, dükkanlar, yollar, parklar, bahçeler, her yer yamyamların ellerindeydi. İşgal o denli başarılıydı ki; bir işgalin böyle bir-iki gün içinde kendine taban bularak yerleşmesi akıllara durgunluk veriyordu. Yamyamların canları ve yaşamları dışındaki hiçbir canın, hiçbir yaşamın değeri kalmamıştı. Kasaplar, mezbahalar, kombinalar insan kesip yüzüyor, kasaplar, et pazarları insan eti parçalıyor, sergiliyor, satıyor, lokantalar insan eti kaynatıyor, sakatatçılar alıcılarına insan organları tartıyor, yoksullar insan etsuyuna bulgur çorbası salıyor, varsıllar insan biftekleri, insan bonfileleri, insan kıymaları, insan kuşbaşıları için sel gibi para harcıyor, insandan artan insan etlerini kediler-köpekler götürüyordu.
İki yetişkin düşmanla eli çubuklu çocuğun en kolay görünür yerlerine iri mühürler halinde ‘Bebek’, ‘Çocuk’, ‘Kız’, ‘Oğlan’, ‘Gençkız’, ‘Delikanlı’ damgaları vurulmuştu. Alıcının etin ne eti olduğu konusunda kuşkuya kapılmaması için, cesedlerin başları genellikle üstlerinde bırakılmış, boşluğa açılan ağızlarına renkli birer pelür kağıt sokulmasıyla yetinilmişti. Vitrinin bir kesiminde ‘Kreş Çocukları’, bir kesiminde de henüz sütten kesilmemiş ‘Süt Yavruları’ yeralıyordu. İçerideki camlı ve uzun buzlukta, özenle hazırlanmış ve yağı alınmış insan butları, insanburgerleri, insan biftekleri, hazır insan köfteleri, doğranmış insan ciğerleri, insan kaburgaları göze çarpmaktaydı. Çırağı insan etinden kıyma hazırlarken kasap, insan pirzolası yemekte, aradabir tabağındaki sivribiberleri katık etmekte, aradabir alıcılarının isteklerini karşılamaya uğraşmaktaydı. Bu yüzden olmalı ki; dükkan kapısına çıkarken pek de istekli görünmüyordu:
- Valla, pek yeni mal almayı düşünmüyorum. Diyordu. Daha bu sabah mezbahadan beş-on gövde gönderdiler. Kombinanın ayağıma kadar getirdikleri de caba. İnan ki; alıcı ete kanıksadı. Çünkü; Tanrı eksikliğini vermesin; mal bol. Ama eğer fiyatta uylaşırsak; ne bileyim, hani.
- Maldan mala fark var aam. Kendi gözünle gör; bizimkiler körpe. Ne çifte-çıbığa goşulmuşlar, ne de yük altında ezilmişler. Tümü eyi bahmış gendine. Dişilere bi bahsana; maşallah ilik kimi. Erkeklerimiz kütükten farksız. Aha bu güççükler mangal için birebir. At ızgaraya, aç şarabı.
Düşman, kasabın yanında göstermelik bir sevgiyle Hikmet Dede ‘nin ak-pak saçlarını okşadı:
- Onarı alırsan; aha bunu da hadiye ederem.
Kasap alay dolu bir kahkaha kopardı:
- Neme yarar o benim? Üste de birkaç para vereyim, götür at çöplüğe.
- O gadar da deel. Çorba da mi olmaz yani gemühlerinden?
- Boğazına atacağım bıçağa, bacağına takacağım çengele yazık. Deni getmiş, suyu kalmış bunun.
Yetişkin düşman eli çubuklu çocuğa Hikmet Dede ‘yi gösterdi:
- At şunun gıçına bi çıbıh, varsın getsin nereye giderse. Bi gassabın bile beleşe gabıllanmadığına yiyecek mi yediririk biz.
Hikmet Dede çubuğu yedi ama hiçbir yere gitmedi. Dükkanın karşısındaki duvar dibine sürünüp çömeldi ve yaşlı gözlerle bakınmaya koyuldu. Kasapla satıcı birbirlerinin ellerine sarılmış, ellerini sallaya sallaya sıkı bir pazarlığa girişmişlerdi. Anlaşmaları pek de zor olmadı. Satıcıların kesmeye, yüzmeye yardım etmeleri koşuluyla eldekiler kasaba satıldı. Kesme ve yüzme işleri dükkanın yanındaki boş arsada gerçekleştirildi. İki yetişkin düşman ve bir eli çubuklu çocuk, ellerindeki çocukları, kadınları ve erkekleri birer birer soyundurdular, boğazladılar, şişirdiler, yardılar, parçalara ayırdılar, kasaba teslim ettiler ve kasap etlerin bir kesimini vitrinine sergiledi, bir kesimini kapalı buzdolaplarındaki çengellere astı, bir kesimini de bir tepsiye tepeledi, sonra bir kalçadan iri bir parça alarak kıyma makinesine tepti, makineden kıyımlı olarak çıkan eti avucunda hokkalayarak Hikmet Dede ‘ye uzattı:
- Niye daldın o kadar, Dede ‘m? Dedi. Ortayağlı kıyma istemiyor muydun? İşte sana en iyisinden ortayağlı kıyma. Dana eti. Neden o kadar derinlere daldın anlayamadım.
Hikmet dede henüz kendisini toplayabilmişe benzemiyordu ve yorgun bir sesle mırıldanmaktaydı:
- Bu körpe dananın babası, anası yok muydu?
- Aman Dede ‘m, sorduğun şeye bak. Elbette ki vardı: Babası boğa, anası inek. Kimbilir hangi kasabın bıçağı altına düşmüşlerdir. Sen yiyeceğin ete baki ete.
Hikmet Dede ‘nin yorgun ve ıslak gözlerinde büyük bir kararlılık kolgezmekteydi:
- Şu avucundaki de dahil olmak üzere, bundan böyle bana et yemek haram olsun. Zira; bizim et olarak gördüğümüz gerçekte sade et değil, kendilerine göre bir canları, bir yaşamları var. Can kutsaldır, çünkü; varı var eden candır. Can yoksa evren de yoktur.
Hikmet Dede, parasını tezgaha bıraktığı halde, kasabın uzattığı eti almadı.
Tezgah yanında iyi müşteriye sokuşturulacak kötü etleri hazırlamakta olan çırak kıkır kıkır gülmekteydi:
- Bu moruk kafayı yemiş usta.
Dedi. Kasap eti tezgah üstüne bırakırken Hikmet Dede ‘nin ardından uzun uzun bakarak homurdandı:
- Gülme lan, it. Yamyamlar ülkesindeki bir kasap seni süt danası niyetine kesip kıyma yapsaydı; cana değer verenler kafayı yemezler miydi?

Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) ‘nun
İLKLER (Hikmet Dede ‘nin İlkleri) isimli Öyküler ‘inden > 95-124/220)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 18.6.2007 23:13:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu