İlkler - 3 (Hkmet Çocuk 'un İlkleri - 3)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler - 3 (Hkmet Çocuk 'un İlkleri - 3)

İlk Buluş
Akşam karla birlikte geldi.
Karanlık doğudan inmekte, kar batıdan yağmaktaydı. Cansız kış güneşinin bitkin ışıklarının yerini karanlıklara bırakmasıyla ilçenin kar altında kalması bir olmuştu. Ağaçlar, damlar, sokaklar yine beyaz örtüler altında çığlıklarını içlerine gömmüşlerdi. Kapılar, pencereler yine acımasızca kapanmış, karanlık ve akşam yine dışarıda kalmıştı. Daracık pencerelerin ötesinden-berisinden dışarı çıkmaya çalışan sıcacık ışıklar beyaz örtülerin üstünü yine sarıya, kızıla boyamaktaydı. Yapraklarını bir sonbahar kazasında yitirmiş olan çırılçıplak ağaçların beyaza bürünmüş dallarında, yine Hicaz makamından Davudi ezan sesleri vardı. Sesler, uçuşan bembeyaz tüyler arasından kayarak, ıslanarak, üşüyerek karanlıklara doğru yükselmekteydi.
- Hilav geldi, pilav geldiii… Patlamış mısııır…
- Anaaa, pilav gelmiiiş…
- Bizim pilavımız var, yavrum. Beyba ‘n gelsin, yiyeceğiz.
- Beyba ‘m ne zaman gelecek?
- Bankadaki kasayı tutturunca.
- Kasa nasıl tutar?
- Hesaplarla paralar birbirini tutarsa; kasa da tutmuş olur.
- Kasayı kim tutar?
- Kimse tutmaz oğlum. O kendi kendine tutar.
- Kendi kendine nasıl tutar?
- Orasını ben de bilmiyorum. Beyba ‘n gelince ona sorarız nasıl tuttuğunu.
- Ama Beyba ‘m bir şeyler anlatınca sen hep uyuyorsun.
- Doğaldır yavrum. Bütün gün çalışıp yoruluyorum.
- Şimdi de yoruldun mu?
- Yorulmaz olur muyum? Sabahın köründen akşamın dar vaktine kadar çamaşırlarınızı yıkadım tahta bir tekne içinde. Koptu kollarım yorgunluktan.
- Ben dışarı çıkacağım.
- Çıkamazsın.
- Neden neden?
- Dar vakit de ondan. Yerler mühürlendi artık.
- Yerler mühürlenirse ne olur?
- Artık yere ayak basılamaz.
- Ben basarım.
- Basılmaz; günahtır.
Ana, duvardaki beş numara gaz lambasının tırtırlı anahtarını öne-arkaya çevirerek alevin pırpırlamasını durdurdu ve bir kibritle sac sobanın önündeki çıraları tutuşturup odadan çıktı.
Odadaki iki koltuk penceresinden birinin içinde oturmakta olan Hikmet Çocuk, körpe aydınlığın içinden dışarıdaki yaşlı karanlığın içine içine bakmaktaydı. Sokağı kapatmış bulunan kar, beyaz kuş tüylerinden yapılan yumuşak bir tepeyi andırıyordu. Dışarıya-içeriye dar vakti getirenin ve yerleri mühürleyenin bu olduğu belliydi. Zira, görünürlerde yer-mer kalmamıştı. Camın az ötesinden ivedi adımlarla geçen kalın paltolu bir adam, arkasında lap lap ayakizleri bırakıyordu. Yürüdükçe, ayaklarının altına rastlayan beyazlık çöküyor, pençe pençe kararıyor, kirleniyordu. Günahın bu olup olmadığını anasına sormak istiyordu ama ana artık odada yoktu.Bir gitmiş, bir daha da dönmemişti.
- Anaaa… Ana beee…
Hikmet Çocuk, yeni yeni buğulanmakta olan cama körpecik işaret parmağının ucuyla “ A N A” yazdı. Sonra yanına bir “A A N” kondurdu, daha sonra yazıyı “N A A” biçimine çevirdi ve en sonra da yanlarına yeni bir “A N A” ekledi.
- Sobanın yanına gelmek ister misin?
Elindeki tabakları divanın önündeki tahta masaya bırakmakta olan ananın bakışları penceredeydi.
- Ana be. Bu ne?
Hikmet Çocuk işaret parmağını havada gezdirerek boşluğa birtakım harfler yazdı ve başını harflerinden ayırmaksızın ananın yanıtını bekledi.
- O yazdığın “ANA”.
- Peki bu?
- O da “ANA”. Aynı şeyi bir daha yazdın.
- Yazmadım.
- Yazdın.
- Yazmadım akıllım. Ben aynı şeyi bir düzünden, bir de tersinden yazmış oldum. Ama gördüğün gibi; ikisi de “ANA” oldu. “ANA” yani sensin. Sen düzünden de “Ana” sın, tersinden de “Ana” sın. Yani seni hiç kimse değiştiremez. Her zaman “Ana” sın.
Ana görülmemiş bir şaşkınlıkla yamyamlaşmış bir sevgiyle Hikmet Çocuk ‘u kucaklayarak ve canını acıtacak kadar sıkarak göğsüne bastırdı. Kendisini Hikmet Çocuk ‘tan ancak ev kapısına inen üç demir tokmak sesi ayırabildi.
Baba acdı, yorgundu, üşümüştü ve kar içindeydi. Üstündeki karın zerreleri, ananın elindeki gaz lambasının ışığı altında yüzlerce minicik yıldız pırıl pırıl pırıldamakta, passız toplu iğne başları gibi ışıl ışıl ışıldamakta, yanıp yanıp sönmekte, sönüp sönüp yanmaktaydılar. Kar, koyu renkli paltosunun omuzlarını şerit şerit süslemişti. Kucağında üstleri karlı, yarı ıslak ve içleri dolu dolu kesekağıtları vardı. Taşıdığı şeyleri anaya uzatırken kapkara saçlarındaki pırıltılı-ışıltılı minicik yıldızlar erimeye, minicik damlalar halinde kaşlarına aşağı damlamaya başladı.
Baba, başka babalar gibi çocuğuyla ve başka kocalar gibi karısıyla ilgilenmeye gerek bile görmedi. Paltosunu çıkarıp anaya verdi ve yıkanmak için lavaboya doğru yürüdü.
Oda gaz lambasının kirli sarı aydınlığı içindeydi. Ana perdeleri çekip kapattığında, dışarıda köpek havlamaları vardı. Ellerini yıkayıp odaya giren baba, duvardaki dolaptan her yanı çelik bilyeler gibi parlayan lüks lamba çıkarıp masanın üstüne koydu. İspirtoluğun küçük, ince ve uzun borusunu alttaki ince bir delikten geçirip içerideki bir göze eğerek orayı ispirtoyla doldurdu. Yaktığı bir kibritle bunu tutuşturdu. Sıvı yanıp tükeninceye kadar bekledi ve sonra lambayı pompalamaya başladı. Oda bir anda gür bir ışıkla aydınlandı ve bir vınlama sesiyle doldu. Gaz lambasının hayat ışığı bu taze ışığın yanında soldu, titredi, eridi, silindi. Baba, şişesinin üstünden üfleyerek gaz lambasını söndürüp duvardaki çivisine astıktan sonra lüks lambayı kaldırıp tavandaki kancaya taktı. Sigarasını yaktı, masaya oturdu ve sigarasından çektiği derin solukları tavana doğru üflemeye koyuldu.
Odaya getirdiği yemek tenceresini narlanmış sobanın üstüne bırakan ana, üst üste duran tabakları masaya sıralamaya başladı:
- Seninki daha okula bile başlamadan alfabeyi sular gibi ezberledi.
Baba, oturduğu yerden gözucuyla Hikmet Çocuk ‘a baktı: Arkası kendisine dönüktü, divanın dibindeydi ve parmağının ucuyla halının üstüne bir şeyler karalamaktaydı.
- Öyle mi?
- İnan ki öyle. Üstelik “Ana” sözcüğünün düzden-tersten aynı yazıldığını ve “Ana” nın değişmez olduğunu bana kendisi öğretti.
Baba yerinden kalktı. İlgilenmediği zamanlar, oğlunun bir köşeye büzülüp kaldığını, kendisine şans tanınıncaya kadar katının bile açılmadığını bilmekteydi. Yürüdü, eğildi, arkadan öne uzanıp iki yumuşak ve sıcak avuçla çocuğun yanaklarını okşadı:
- Alfabeyi sular gibi ezberlemişsin sen, öyle mi, benim oğlum?
Hikmet Çocuk, odanın birdenbire parlak ve sıcak bir yaz güneşiyle, bir yaz Beyba ‘sıyla aydınlandığını, içindeki tüm kapalı kapıların ardına kadar açıldığını görür ve duyar gibi oldu. Lüks lamba gaz lambasını nasıl gölgede bırakmışsa; o yaz güneşi, yaz Beyba! sı da tıpkı öyle, lüks lambayı kendi yanında gölgede bırakmıştı. Körpe yüzü gülücükler içinde kalmıştı. Bedeninin cümle alıngan zerreleri, okşanan bir kedinin tüyleri gibi yerlerine yeni yeni yerleşmekteydiler.
- Beyba, Beyba, Beyba… Ben her şeyi, her şeyi, her şeyi yazabiliyorum…
Baba Hikmet Çocuk ‘u masanın yanına götürdü. Oturdu. Yüzü kendisine dönük olarak iki bacağının arasına aldığı oğlunun yüzüne yapay bir kaş çatışla baktı:
- İnanmıyorum.
- Sor istersen.
- Peki “Allah” yaz.
Hikmet Çocuk işaret parmağının ucuyla, babasıyla kendisi arasında kalan boşluğa büyük harflerle bir “ALLAH” yazdı.
- Hazreti Muhammed” yaz.
- Hazreti?
- Bir büyük “H” harfi, yanına da bir küçük “z” harfi yazarsan ve bundan sonra da bir nokta koyarsan; “Hazreti” olur. Doğrusu “Hazret” tir. Bu sözcük “Saygıdeğer” anlamındadır. Ondan sonra da baş harfi büyük bir “Muhammed” yazacaksın.
- Haaa… Zeee… Nokta… M U H A M M E T. Muhammet.
- Sonunda “D” olacak, “T” değil.
Hikmet Çocuk, tıpkı bir karatahtadaki tebeşir izlerini temizlermişçesine avucuyla boşluğu sildi ve parmağının ucuyla özenli bir “D” yaptı:
- Muhammed.
- Tamam. Şimdi “Atatürk” yaz bakalım.
- A T A T Ü R K. Atatürk.
Babanın iki sıcak avucu Hikmet Çocuk ‘un yanaklarını okşadı;
- Aferin. İşte şimdi anladım ki; sen gerçekten öğrenmişsin.
Hikmet Çocuk diliyle dudaklarını yaladı. Dudaklarında yeni başlayan fakat hiç de bitip tükeneceğe benzemeyen bir kaymak tadı vardı. Gözleri, gözler kamaştıracak ölçüde aydınlanmış, parlamıştı. Tavanda asılı duran lüks lambanın vırıltısı, başında ve kulaklarında rengarenk kelebekler gibi dolaşmaktaydı. Bulunduğu yerden Beyba ‘yı aşıp geçen ve ta ötelere uzanan çiçekli tepeler üstündeydi. Yanında-yöresinde irili-ufaklı, uzun kulaklı, beyaz tüylü tavşanlar koşuşuyor, dönüyor, zıplıyor, ilerliyor ve arada bir geriye dönüp gülerek kendisine bakıyorlardı.
- Heeey, daldı yine bu oğlan…
- Haydi bakalım, pilava…
Gözleri beybasındaydı ve ağzını bulma işini eliyle kaşığına bırakmıştı. Bir yavan pilavı neresine yediğini bilmemekteydi. Sağ elinin işaret parmağının ucu, parmak ucu değildi, bir aslandı, minicik ama aslanlar aslanıydı: her isteneni yazabiliyordu.
- Yemeğini ye yavrum.
- Siz yiyin. Ben böyganamı bekleyeceğim.
- Böygana bugün komşularda yatacak. Cenazeleri vardı. Onları yalnız bırakmamak için.
- Sabahleyin gelir mi böyganam?
- Gelir, gelir. Yalama parmağını.
- Yalamıyorum ki. Öpüyorum.
- Yemekte parmak öpülür mü, akıllım?
- Benim parmağım öpülür.
- Neden öpüyorsun parmağını?
- Aslanlar aslanı gelse; “Beni öp” dese; sen öpmez misin?
Yemekten sonra bir-iki bardak çay içildi. Gaz lambası yakılarak tavandaki lüks lamba söndürüldü.Baba dolaptan çıkardığı eski Türkçe bir kitapla masaya geçti.
- Naime, gel otur şuraya. Sana çok ilginç şeyler okumak istiyorum bu gece.
Ana, beybasıyla karşılıklı oturmakta olan Hikmet Çocuk ‘un yanında yer aldı. Kollarını masaya dayayıp ellerini birbirine kavuşturdu.
- Ay dünyanın, dünya da güneşin çevresinde dolanırlar. Ay dünya çevresindeki bir tam dönüşünü yirmidokuzbuçuk günde tamamlar. Dünya döndüğü, ay da onun çevresinde tam bir dönüş yaptığı halde, yaratıldı yaratılalı dünya ayın arka yüzünü görememiştir ve görememektedir.
Ana, yorgunluktan ve uykusuzluktan sık sık kapanmakta olan gözlerini açmaya çalışarak mırıldandı:
- Ama bu olanaksız.
- Neden olanaksız olsun?
- Ay dünya çevresinde tam bir dönüş yaptığına göre; dünyanın onun önünü-arkasını, her yanını görmesi gerekmez mi?
- Gerekmez.
- Niçin gerekmesin? Ayın dünyanın çevresinde döndüğü gerçek değil mi?
- Elbette ki; gerçek. Ama bunu sadece dünyayla ay ilişkisi olarak düşünürsek; hiçbir zaman doğru yanıtı bulamayız. Doğru yanıtı bulabilmemiz için, hem dünyayı hem de ayı içine alan güneş uzayında bir Kontrol Sistemi ‘nden yararlanmak zorundayız. Örneğin; bu olayda güneşi bir Kontrol Sistemi olarak ele alabiliriz.
Baba gaz lambasını yerinden alarak masanın ortasına koyup sözlerini sürdürdü:
- Şimdi seni güneş, bu gaz lambasını dünya, elimdeki şu kibrit kutusunu da ay varsayalım. Kibrit kutusunun bu resimli yüzü, ayın dünyadan göründüğünü öne sürdüğümüz ön yüzü ve bu resimsiz yüzü yani arka yüzü senin önünde ve sen güneşsin. Böyle bir durumda, bu gaz lambası yani dünya, ayın ön yüzünü görmektedir. Şimdi kutunun önünü-arkasını çevirmeden, eczalı yanının üstünde yürüterek gaz lambasının yani dünyanın çevresindeki yörüngesinde ilerletiyorum. Gördüğün üzere; dünya yörüngenin her noktasında ayın yani kutunun ön yüzünü görmektedir. Ben senin tam karşındayım yani güneşle karşı karşıyayım. Kibrit kutusu benim önüme geldiğinde, bak, dünya yine ayın ön yüzünü gördüğü halde, güneş yani sen bu kere ayın ön yüzünü görmektesin. Zira; resimli yüz artık sana doğru dönmüştür. Demin arka yüzünü, şimdi ise ön yüzünü gördüğüne göre; ay kendi çevresinde dönmüş bulunmaktadır. Kalan şu yarım elipsi de tamamladığı zaman, ay bir tam tur yapmıştır. Bu dönüşte, Kontrol Sistemi yani güneş ve yani sen ayın her iki yüzünü de gördünüz ama dünya onun yalnız ön yüzünü görebildi ve arka yüzünü asla göremedi. Bilmem anlayabildin mi?
- Anladım. Çok ilginç. Zira; bakan birinin, önünde bir tam tur yapan bir şeyin her yanını yani hem önünü, hem de arkasını görebileceği sanılmaktadır. Ben bunu hiç bilmiyordum.
- Öğrenmen gereken bir nokta daha var. Anlatırken “Kalan şu yarım elipsi de tamamladığı zaman…” türünden bir şeyler söyledim ve bunun yerine; “Kalan şu yarım daireyi de tamamladığı zaman…” demedim.
- Evet demedin.
- Demedim, çünkü; ay dünyanın ve dünya da güneşin çevresinde daire biçimi birer yörüngede değil, elips biçiminde birer yörüngede ilerlerler. Bu şaşılacak derecede önemlidir. Zira; İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ‘tan ibaret mevsimlerimizin varlığını böyle bir yörüngeye borçluyuz. Dünya daire biçiminde bir yörüngede ilerleseydi; o zaman bir yılda dört mevsimimiz olmaz, tek mevsimimiz olurdu. Yani kıyamete kadar İlkbahar ‘lar, kıyamete kadar Yaz ‘lar, kıyamete kadar Sonbahar ‘lar, kıyamete kadar Kış ‘lardan biri içinde yaşamak zorunda kalırdık. Böyle bir durum insana ilk bakışta çok hoş geldiği halde, düşünüldüğünde, hiç de hoş olmayacağı ortaya çıkacaktır. Oraya dokunup sözü uzatmak istemiyorum. Benim üzerinde durmak istediğim önemli nokta şudur: Ay türünden bir uydunun, uydusu olduğu gezegenin çevresinde dairesel bir yörünge çizmesiyle eliptik bir yörünge izlemesi bir ve aynı değildir. Çünkü; tüm doğal uydular elips biçiminde birer yörüngede yürürler. Bu bakımdan, kendi gezegeni çevresinde dairesel yörünge çizebilecek her uydunun yapay olması gerekmektedir.
Ana ağırlaştıkça ağırlaşan gözkapaklarını güçlükle kaldırarak yorgun yorgun mırıldandı:
- Çok ilginç.
- Peki, kaldığımız yerden okumayı sürdürelim.
Sobanın karnındaki nar rengi eriyip gitmiş, yerine soğuk ve donuk bir sac rengi gelip oturmuştu. İçinden artık yanan odun çıtırtısı ve kapısından da, önündeki tablayı yazldızlayan ışık gelmiyordu. Dışarının zorba soğuğu, direnmekten usanan pencere camını ve pervazlarını zorlamaktaydı. Perdeler soğuğa karşı sıcaktan, sıcağa karşı soğuktan yana çıkmaya başlamışlardı.
- Naime… Sen uyuyorsun. Kalk, yat.
Ana, masaya düşmekte olan başını kaldırdı. Yorgun, utangaç fakat mutlu bir tutumla gülümsedi ve tek sözcük söylemeden kalkıp odadan çıktı. Beyba, sigarasından soluklar çekerek kitabına daldı. Kollarını masaya dayamış ve ellerini birbirinin üstüne koymuş bir biçimde karşısında oturmakta olan çocuğunun farkında bile değildi.
Gece ilerledikçe ilerlediği halde, Hikmet Çocuk yataktan yeni kalkmış, sabaha yeni uyanmış gibiydi. İçinin tüm gücünü gözlerine toplamıştı ve gözleri, gaz lambasının ışığı altında pırıl pırıl parlamaktaydı. Beyba ‘sının karşısına oturduğu andan bu ana kadar ne duruşunu değiştirmiş, ne tek bir kez kıpırdanmış, ne de tek bir söz söylemişti. Soluk almaktan bile korkuyora benziyordu. Beyba, kitabını içinden okuduğundan dinlediği hiçbir şey bulunmadığı halde, gözlemlediği binbir şey olduğu gözlenebilirdi. Baba “Beyba” ydı. Hikmet Çocuk ‘un gözünde ulaşılması olanaksız bir zirveydi. O ‘nun her şeye gücü yeterdi. İsterse; sabahlara kadar gözünü kırpmadan oturabilir, ömrü boyunca tek lokma yemeden yaşayabilir, ölünceye kadar bir tek yudum suya bile gereksinmezdi. İçmeye kalksa; bir gölün tüm suyunu bir tek yudum edebilirdi. Beyba, en yüksek ağaçların en yüksek dallarına bile büyük bir kolaylıkla uzanabilir, oradaki en körpe yaprakları bile koparabilirdi. Beyba karın-kışın içinde çırılçıplak dolaşabilir, üşümezdi. Beyba serçe parmağının ucuyla en ağır şeyi kaldırabilirdi. Beyba eliyle Ay Dede ‘ye dokunabilirdi. Beyba, hiç kimsenin bilemeyeceği herbir şeyi bilebilirdi. Ona karada, denizde, havada ölüm yoktu. O Beyba ‘ydı ve o herbir şeydi.
Hikmet Çocuk ‘un körpe bakışları Beyba ‘nın dalgalı, kapkara saçlarında, kulaklarında, burnunda, dudaklarında, gömleğinin bembeyaz yakalarında, ceketinde, kravatında, gömleğinin manşetlerinde, pırıl pırıl parlayan kol düğmelerinde, kara kıllarla süslü ellerinde, sigaradan sararmış ince, uzun, beyaz parmaklarında, önünde sayfaları açık duran kitabında, dumanları tüten sigarasında, tek düze inip kalkan göğsünde ve lambanın duvara vurdurduğu o görkemli gölgesinde gezinip durmaktaydı.
- Beyba. Nerede olduğunu söyleyeyim mi?
Baba, derin bir uykudan uyanıyormuşcasına başını kaldırdı. Gözleri önce karşısında bulunması gereken anayı aradı, sonra Hikmet Çocuk ‘un yüzüne dikildi.
Hikmet Çocuk, tüm bedeniyle, tüm ruhuyla cana gelmişti. Sağ elinin işaret parmağıyla odanın yukarı boşluğuna, parantez içerisinde bir yıldız çizmekteydi:
- Buna ne denir?
- Ona “Parantez içerisinde yıldız” denir.
Hikmet Çocuk, babanın önünde açık duran eski Türkçe kitaptaki satırlardan birinin bir sözcüğünü gösterdi:
- Sen işte şimdi, buradasın.
Baba gözlerini, yeniden Hikmet Çocuk ‘un gözlerine dikti. İki elini birden kullanarak boynundaki kravatı gevşetti. Parmaklarını yakan sigarasını masadaki küllüğe bastırıp söndürdü. Konuşması, konuşmadan çok kekelemeyi andırmaktaydı:
- Nasıl bilebildin sen bunu?
Baba, bu anda bir yanıtın verilmesini değil, bir mucizenin açıklanmasını bekler gibiydi. Çocuğunun henüz okula bile başlamamış olması, okuma-yazma bilmemesi, önünde eski Türkçe yazılmış bir kitap bulunması yüzünden, içine düştüğü şaşkınlık öyle herbir şaşkınlığa benzemiyordu. Oturduğu yerde, gözleriyle ve kulaklarıyla Hikmet Çocuk ‘ta “Rastlantı” arayıp durmaktaydı. Bunda da kendisinin haklı olduğunu düşünüyordu. Zira; kanıtlar ortadaydı. Henüz okula bile gitmeyen, evde ana baba çabasıyla alfabe öğrenmeye çabalayan küçücük bir çocuk, içten okunan eski Türkçe bir kitaptaki okunmuş son sözcüğün hangisi olduğunu öylesine bir doğrulukla nasıl anlayabilir, nasıl bilebilirdi? Bu başarıyı bir rastlantıya borçlu değilse, neye borçluydu?
Karşısında oturmakta olan çocuk, öğrencisine ders öğreten bir büyük adam gibiydi. Anlattıklarının doğruluğunu kanıtlarıyla ortaya koymaya çalışmaktaydı:
- Bak Beyba. Senin bu okuduğun kitapta o dediğin “Parantez içerisinde yıldız” lardan çok var. Bunların bulundukları sayfaların en altları uzun çizgilerle enlemesine çizilmiş ve çizgilerin altlarına da yazılar yazılmış. Sen her ne zaman bu “Parantez içinde yıldız” herhangi birine kadar okusan, okumayı orada bırakıyorsun ve bu kere çizginin altındaki yazıları okumaya başlıyorsun. O yazıların başında da yani çizgilerin altında da “Parantez içinde yıldız” lar mevcut. Sen ancak onları okuduktan sonradır ki; yine yukarıdaki kaldığın yere dönüp okumanı sürdürüyorsun. Ben senin nerede kaldığını işte böyle bilebildim. Anlayabildin mi?
Gevşetmiş olduğu halde, gömleğinin yakası babaya dar gelmişti. Aralıksız yutkunuyor, şaşkın bakışlarla odaya ve masaya göz gezdirip duruyordu. Aradığını bulamamanın sıkıntısı içerisinde olduğu kolaylıkla anlaşılmaktaydı. Sonunda elini ceketinin cebine soktu ve oradan çıkardığı on kuruşluk nikel bir parayı Hikmet Çocuk ‘a uzattı.
Hikmet Çocuk kendisini bayram sevinci içinde bırakan servetini minicik avucuna gizleyerek odadan ayrılıp yatmaya giderken, beybasının kucak dolusu sevgilerini de birlikte götürdüğünün farkında bile değildi.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 45-59/219

Devam edecek...

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 27.2.2007 20:31:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) nun, dört kitaplık İLKLER başlıklı öykülerinden Hikmet Çocuk 'un İlkleri alt bölümlü ilk öykü kitabının üçüncü adımıdır.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu