İlkler-29 (Hikmet Dede 'nin ilkleri - 1)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-29 (Hikmet Dede 'nin ilkleri - 1)

Çocukluğa İlk Dönüş

Annesi “Uyan artık bebeğim.” demiş olmalıydı ki; körpecik bahar güneşi gerneşe gerneşe, esneye esneye uyandı. Başını kaldırdı, yemyeşil sabahlıklarını yeni yeni giyinmekte olan yumuşak tepelerin yelpirdenen saçları arasından aşağılara baktı, incecik dalların ürkek yapraklarında cıvıldaşan kirli serçeleri gördü, yaprakları aralayarak olanca içtenliğiyle onların minicik gagalarını öptü, kanat kanada arkalarından koşup çatıları kırmızı kiremitli eski evlerin üstlerine üstlerine yayıldı, uzanıp uzanıp beyaz badanalı duvarları,, mavi pencere pervazlarını, perdeleri açılmamış kirli camları, açılıp açılıp kapanan, kapanıp kapanıp açılan ahşap kapıları, toprak yolları, yollardaki incecik su sızıntılarını sarıp sarmalamaya koyuldu.
Büro önünde, başını elleyen güneşi kasketini çıkararak selamlayan otobüs şoförü, ayaküstü konuştuğu arkadaşının sözünü keserek, yanından vurup geçmekte olan yardımcısına, dışından;
- Halla… Galdır şo ehtiyarı yuhudan… Gendinden geçdi herhal… Yola çıhiriz oğlum…
Diye seslendi ve seslenişini içinden “Heyvanoğlu heyvan…” diyerek tamamladı.
Yardımcı, dışından;
- Emrin olur halo…
Derken; içinden “Ayağıni bir gaydırdımmi, bu otobosun gapdani ben olacam, teres… Ben ehdiyarin çobanı miyem? ..” diye söylendi ve kuru bir bankın üstünde kendini unutmuş olan Hikmet Dede ‘nin yanına bir-iki uzun adımda ulaştı, dedenin ceket içinde kaybolmuş omuzlarından birini hoyratça avuçladı:
- Uyan yuhudan moruk. Dedi. Yola çıhirik.
Hikmet Dede, ak-pak sakalına karışmış ak-pak saçlı başını kaldırdı. Kırışıklıklarla dolu, yorgun ve solgun yüzünde gözleri kara zeytin taneleri gibiydi ve o gözler uykulu bir insanın gözleri değildi. Solgun dudaklarından dökülen sözcükler güçlük olmakla birlikte etkiliydi:
- Gencecik bir insan nasıl böylesine saygısız olabilir? Özellikle; biletinin parasını ödeyen ve kimseciklere ağzı-dili değmeyen yaşlı-başlı bir yolcuya karşı? Hani müşteri sizin velinimetinizdi? Yaşlı olmasına elbette ki yaşlıyım ama ben moruk da değilim. Eptal veya deli hiç değilim. Saygın bir bakanlığın saygın bir başmüfettişi olarak bu ülkeye tam kırkbeş yıl mertçe ve erkekçe hizmet ettim. Doğudan-batıdan birkaç yabancı dil öğrendim ve öğrettim. Değerleri bugün dahi pekilenilen sayısız insan yetiştirdim. Üst üste koyulduğunda; boyları senin boyunu aşacak ölçüde yapıtlar yazdım. Sen bana hangi cesaretle “Moruk” diye hitabedebilirsin a küstah? Bu ülkenin yaşlıları olarak bizler, sizlerden yani gençlerden atla deve istemiyoruz, sadece bir körpecik saygı bekliyoruz. Buna da hakkımız var, zira; yaşlılar gençlerin varlık nedenidir. Yaşlısı olmayan toplumun genci olabilir mi? Gereken bu saygıyı göstermezseniz; biz onu da saygıyla karşılarız. Ama şunu aklınızdan kesinlikle çıkarmayınız ki; bu, sizin bize hakaret etmenize göz yumacağımız anlamına da gelmez.
Kalabalık arasından sıyrılan orta yaşlı, iyi giyimli ve güleç yüzlü biri, ellerini Hikmet Dede ‘ye uzatırken şoför yardımcısına:
- Yana çekil ahlaksız…
Diye çıkıştı. Yardımcı dışından;
Ben ne söyledim ki yav?
Derken sözlerini içinden “Boynuzlu” diye tamamladı.
- Ben çok iyi duydum ne söylediğini. Haydi, yol ver bize. Lütfen gelin efendim; arabaya binmenize yardım edeyim.
- Teşekkürler.
Adam Hikmet Dede ‘nin yerini bulması, oturması ve rahatlaması için elinden geleni yaptı, sonra tatlı bir gülümseyişle mırıldandı:
- Ne güzel rastlantı; yerlerimiz zaten yan yanaymış. Siz rahatınıza bakın, ben otobüs kalkmadan bir gazete alayım.
Yol arkadaşı geri gelip Hikmet Dede ‘nin yanına oturduğunda; şoförün yardımcısı elindeki yolcu listesini gözden geçirmekteydi. Hemen arkasından otobüsün kalkacağı sanıldıysa da, öyle olmadı ve arabanın yola çıkması bir yarım saat daha sürdü. Dışarıdaki hava gibi içerideki hava da bir hayli serindi ama bu serinliğin gelip geçici olduğu, güneşin camları sıcak sıcak öpmesinden anlaşılmaktaydı.
Koltuk komşusu Hikmet Dede ‘ye iyi yolculuklar dileyerek söze başlamıştı:
- Efendim, benim adım “Dağbaşı”, soyadım “Duman”. Evet, “Dağbaşını duman almış” taki dağbaşıyla duman. Işıklar içinde yatası babam o marşa olan beğenisinden “Duman” soyadını almış ve bana da bu adı vermiş. Tuzlalardan birinde müdürlük yapmaktayım. Yolculuğum Suşehri ‘ye kadar. Pencere yanında oturmak isterseniz; sizinle seve seve yer değiştirebilirim.
Hikmet Dede yüzünü pencereye doğru çevirip gülümsedi:
- Yok yok, Dağbaşı. Dedi. Rahatsız olma. Benim yerim iyi. Teşekkürler ederim. Adım Hikmet. Emekli memurum. Birzamanlar “Hikmet Çocuk” tum. Sonraları “Hikmet Genç”, “Hikmet Baba” oldum ve şimdilerde artık “Hikmet Dede” yim. Menzilim seninkinden ötede: Şebinkarahisar ‘a gidiyorum.
- O zaman Suşehri ‘ye kadar birlikteyiz demektir. Orada ineceğiz. Ben kalacağım ve siz de araba değiştireceksiniz. Zira; Şebinkarahisar bu otobüsün rotasına ters düşer.
- Öyle söyledilerdi. Suşehri ‘den Şebinkarahisar ‘a minibüsle gitmem gerekirmiş.
Hikmet Dede derin bir soluk alarak gülümsedi:
- Bana ilk kez “Baba”, “Amca” diye seslendiklerinde, doğrusu; canım çok sıkılmıştı ve işi hemencecik “Baba, amca olacak yaşta mıyım ki? ” lere getirmiştim. Sonra sonra alışır oldum bu tür seslenmelere. Onun için, gerek duyduğunda çekinmeden bana “Dede” diyebilirsin.
- Tamam dedem. Tamam Hikmet Dede ‘m.
Otobüs kentlerarası çalışan bir otobüsten çok, kentiçi işleyen bir otobüsü andırmaktaydı. Otogarın ellimetre, yüzmetre, yüzellimetre, yüzaltmışmetre, ikiyüzmetre kadar ötelerinde yükleriyle birlikte bekleyen birileri her karşılaşmada arabayı durduruyor, başka birileriyle uzun-uzadıya vedalaşa vedalaşa, onlardan bir türlü kopamaya kopamaya araca biniyor ve dolu otobüste ona-buna çarpa-yüklene kendilerine yerdir ki arıyorlardı.
Tuzla Müdürü belirgin bir cansıkıntısıyla başını sağa-sola sallamaktaydı:
- Dedem, şunlara bak şimdi. Diyordu. Bunlar; kendilerini açıkgöz sanan fırsatçılardır. Otobüse binebilmek için el-alem ta şuralardan-buralardan, saatinden önce otogara geldiği halde, bunlar aynı sıkıntıya asla katlanamazlar ve işte böyle yerlerinin yakınında kurnaz kurnaz bekleyip araçları burunlarının ucunda durdurarak binerler. Çünkü; herkesin kanı mavi, bunlarınki kırmızıdır.
- Kırmızı olan bunların kanları değil, bencillikleridir Dağbaşı. Bencillikleri trafikteki kırmızı ışıktan farksızdır. Yanına tek canlıyı yaklaştırmaz. Böylelerinin acıdıkları tek şey kendileridir. Sevdiklerinin ölümüne “Beni bırakıp nerelere gittin? ”, “Beni kimlere bıraktın? ” diye ağlarlar. Onların bu tür bencilliklerini emziren sürücülerdir. Bence; patronlarının böylesi emzirmelerden haberleri bile yoktur. Bildiğim kadarıyla; otobüs işletmelerinin büyük çoğunluğu, adamlarının yoldan yolcu almasına hiç de sıcak bakmazlar.
- İyi de yapmış olurlar dedem. Zira; bunların yerlerine oturmalarıyla su istemeye başlamaları bir olur.
Tuzla Müdürü ‘nün sözü uzatmasına fırsat kalmadan yoldan binmiş yolculardan biri şoför yardımcısına sesleniverdi:
- Bi su viriyon mu bilader? ..
Otobüsün önünden arkasına doğru yürümeye başlayan şoför yardımcısı, dışından:
- Viriyom bilader… Diye seslenirken içinden “Ulan hırpo, niye suyunu içip de bu otobüse binmiyirsin? Sen şindi sudan sona ilazımlıh da istersen, deyyus…” dedi.
Seslenenler çoğalmıştı:
- Bi su da bağa…
- Bana da…
- Burya da su getir, akıllım…
Yardımcı uluorta elini salladı: Dışından Öztürk Serengil ‘i, içinden kendisini oynamaktaydı:
- Temmem abisi… “Cümlenizi sulayacağım hayvanoğlu hayvanlar…”
Tuzla Müdürü mırıldandı:
- Birinin su istemesi obirini de su istemeye yöneltiyor.
Hikmet Dede gülümsedi:
- Doğrudur. Yöneltir. Sinema tekniğinde bunu özellikle kullanırlar.
- Nasıl?
- Film tekniği konusunda bilgin var mı Dağbaşı?
- Yok.
- Bir sinema filmi genel olarak 3500 metre kadardır. Bu film küçücük resim karelerinden oluşur. Bir hareket, birbirinden az değişik kareler içermektedir. Hareketin izleyiciye normal gelmesi için, perdeden yani ekrandan birbirinden değişik 24 karenin tek saniye içinde geçmesi gerekir. Bundan daha az sayıda karenin geçmesi halinde hareket hızlanır, daha çok sayıda geçmesi halindeyse yavaşlar. Yapımcılar genelde, hızlandırılmış hareketleri komedilerde kullanırlar. Örneğin; bir obur, tabaklar dolusu yemekleri bir-iki saniye içinde yer bitirir. Yavaşlatılmış hareket, izleyicinin ayrıntı görebilmesini sağlar. Yarışan atlardan hangisinin yarışı önde bitirdiğinin saptanması gibi.
- Evet, sinemada böyle şeyler görmüştüm. Atlar at gibi değil, kuş gibi uçuyorlardı yarışırlarken.
- Perdeden yani ekrandan saniyede bir tek kare geçirildiğinde, izleyicinin bunu görebilmesi olanaksızdır. Ancak görülememiş olsa da, o resim karesi o perdeden geçmiştir. Gözün saptayamadığı bu kareyi bilincin gördüğü ve saptadığı kesindir. Reklamcılar bilincin bu kayıt gücünden yararlanıp koskoca bir film şeridinin bir tek karesine reklam koyarak mal satmanın ve satış arttırmanın yolunu bulmuşlardır. Nitekim; herhangi bir filmin herhangi bir perdearasında, dinlenmeye çıkan izleyicilerin herhangi bir yiyeceğe veya herhangi bir içeceğe topluca yönelmeleri bu yüzdendir.
- İşte ben bunları hiç bilmiyordum.
Şoförün gür sesi otobüsün içinde önden geriye dalgalandı:
- Hallaaa… Bi su da bene ver lan…”Allah ‘ın ayısı…”
- Emrin olur gapdan… “Lan başını çiğnesin, teres…”
Hikmet dede başını Tuzla Müdürü ‘ne çevirdi:
- Şoför şu yardımcısına neden “Halla” diye sesleniyor Dağbaşı? Ne demek “Halla”?
- “Halil Ağa” demeye getiriyor aklınca. “Ağa” lığı “Lan” lığa nasıl yakıştırabiliyorsa.
Hikmet Dede solgun dudaklarıyla gülümsedi:
- Hecelerden ekonomi yapıyor desene, bazı harfleri yiyip yutarak.
- Görünüşe aldanma dedem. Harf israfında ulusumuz kadar cömert ulus az bulunur. Örneğin; bir tek “O” bile yeterliyken “Ooooooo” diyerek bir sürü “O” yu birden kullananımız az mıdır? Bir tek “A” yerine “Aaaaaaa”, bir tek “B” yerine bir şeddeli “Beeeeee”, bir tek “U” yerine bir dizi Uuuuuuu”, bir tek “İ” yerine bir katar “İiiiiii” yi israf ettiğimiz gibi.
Hikmet Dede ‘nin buruşuk yüzüne tatlı bir aydınlık oturdu:
- Çok güzel bir espri bu. Olmasa da; ben öyle pekileniyorum. Zira; gerçek olarak alsak; koyunların, kuzuların da harf müsrifi olduklarını benimsememiz gerekecek. Çünkü; biliyorsunuz; melerken “Me” diye değil de “Meeeeee” diye melerler.
- Yani dilin yanlış kullanımı sence de sakıncalı değil midir dedem?
Hikmet Dede, sağ elinin titrek parmaklarını ak-pak olmuş sakalının üzerinden geçirdi:
- Bana göre; bir ulusu ulus yapan özelliklerin başında dil gelir. Dedi. Onu izleyenler ise; bayrakla paradır. İlkokuldaki kitaplarımızdan birinde “Ülkenin Sahipleri” başlıklı bir öykü vardı. Ben o öyküyü ve onun okuyucuya kazandırmak istediği düşünceyi bu yalıma kadar asla unutamadım. Canını sıkmadan özetlemek isterim: İki komşu ülkenin egemenleri, kendilerinin malı olup olmadığı konusunda, bir küçük toprak parçası için tartışmaya girerler. Toprak parçasının hangi ülkeye ait olduğu hususunda bir karara varamazlar. İşi uzmanlara bırakmak zorunda kalırlar. Adamlar incelemelerini yapıp o toprak parçasının şu egemene ait olduğunu ve bu egemene ait olmadığını bildirirler. Nedeni sorulduğunda kendilerine şöyle bir yanıt verilir: “O toprak parçasının yollarında, sokaklarında, caddelerinde, çarşılarında yapılan konuşmalar, söylenen türküler-şarkılar ve yazılarında kullandıkları dil, işte bu egemenin ülkesinde geçerli olan dildi. Onun için o toprak parçası, bu egemenindir.”
- Ne kadar güzel, ne kadar doğru.
- Evet: Güzel ve doğru. Zira; her ulus kendi anadiliyle konuşmalı, yazmalı ve okumalıdır. Türkçe ‘den başka dille konuşuyorsan; yazıyorsan; okuyorsan; Türk olduğunu nasıl savlayabilirsin? Dil, şu veya bu kesimlerin d eğil, bütün bir ulusun malıdır. Osmanlı Dönemi ‘nde halk dilinden başka, bir de saray dilinin ortaya çıkmasının nelere yol açtığını biliyoruz. Halk, sarayın dilini anlayamamış, saray da halkı küçümsemiştir. Halk Edebiyatı ‘nın, Saray Edebiyatı ‘nın ayrı ayrı oluşmaları bu yüzdendir. Biri obirine hiçbir şey verememiş ve ondan olanı yadsılamış, obiri de berikini sürekli olarak yabancılamıştır.
- Doğru. Kendi halkının anlayamadığı bir Arapça ‘yı, bir Farsça ‘yı kullanmak bir hüner midir?
- Bak şu Mevlana ‘ya: “Men bende-i Kor ‘an ‘em, eger candarem; men hak-i reh-i Mohammed-i Mohtar ‘em.” Diyor. Bu ulustan kaç kişi anlayabilir Hazret ‘in ne dediğini? Bir de gel Yunus Emre ‘ye: “Sır ‘at kıldan incedir, Kılıçtan keskincedir, Varıp anın üstüne, Evler yapasım gelir…” diyor, tıpkı bugün diyormuşçasına. Onüçüncü yüzyıl nere, yirminci yüzyıl nere?
- Öyle dedem. Mevlana ‘nın dediği şu: “Pürsid yegi ki; aşık-ı çist? Guftem ki; çu men, şevi bidani.” Yunus ‘un dediği ise şu: “Cennet cennet dedikleri, Üç-beş köşkler birkaç huri, İsteyene sen ver anı, Bana seni gerek, seni.”
- Bu yüzden öylesine bir dil komedisi içinde yaşıyoruz ki; daha artık sorma gitsin. “Cumhur” sözcüğü Arapça, “Başkanı” sözcüğü Türkçe. “Baş sözcüğü Türkçe, “Tabib” sözcüğü Arapça. “Vali” Arapça, “Yardımcısı” Türkçe. “Baş” Türkçe, “Gardiyan” Fransızca. “Kaymakam” Arapça, “lık” Türkçe. “Polis” Fransızca, “Hafiyesi” Arapça. Nice bir örnek vereyim ki? Dil de bir organizmadır. Doğar, büyür, gelişir, serpilir, yaşlanır ve ölür. Bugün artık kimse “Mustantik” demiyor, “Sorgu Yargıcı” diyor. Kimsecikler “Müddeiumumi” sözcüğünü kullanmıyor, “Savcı” sözcüğünü kullanıyor. Sen “Yenidilcilik” diye karşıçıkanlara kulak asma; karşıçıktıkları sözcükleri onlar da kullanır oldular. Zira; artık “Miralay” sözcüğünü kimse anlamıyor ama “Albay” sözcüğünü herkes anlıyor. “Vali” yerine koyulmak istenen “İlbay” ı, “Kaymakam” yerine koyulmak istenen “İlçebay” ı pek benimseyen olmadıysa da, “Vilayet” yerine “İl” i, “Kazâ” yerine “İlçe” yi, “Nahiye” yerine “Bucak” ı, “Tamim” yerine “Genelge” yi, “Teşrinievvel” yerine “Eylûl” ü, “Teşrinisâni” yerine “Ekim” i, “Kânunuevvel” yerine “Kasım” ı, “Kânunusâni” yerine “Aralık” ı, “Divanı Muhasebat” yerine “Sayıştay” ı, “Şûrayı Devlet” yerine “Danıştay” ı, “İçtimaıumûmî” yerine “Kurultay” ı ve benzeri birçok sözcüğü herkes benimsedi.Benimsemek istemeyenler, direnişlerini yarımşar yarımşar azaltmaktan hiç de geri kalmıyorlar. Türkçe ve Arapça sözcükleri birlikte kullanarak bir şeyler anlatabildiklerini sananlar bunlardandır. Böyleleri “Şarbay” pekilenmedikleri gibi, “Şehremini” de diyemediklerinden, yarı Arapça, yarı Türkçe “Belediye Başkanı”, “Ulusal Eğitim” diyemediklerinden “Millî Eğitim”, “Ulusal Savunma” diyemediklerinden “Millî Savunma”, “Tarımsal Donatım” diyemediklerinden “Ziraî Donatım”, “Teknik Tarım” diyemediklerinden “Teknik Ziraat”, “Toprak Ürünleri İşevi” diyemediklerinden “Toprak Mahsûlleri Ofisi” demeyi yeğlemektedirler. Ancak, onların da “Kavanin” diyemedikleri, “Yasalar” demeye başladıkları, “Teşkilâtı Esasiye Kanunu” yerine “Anayasa” yı, “Teşrî Meclis” yerine Yasakoyucu”, “İcra” yerine “Yürütme Organı”, “Kazâ” yerine “Yargı Organı” nı kullanmayı pekilendikleri gözden kaçmamaktadır.
Hikmet Dede ‘nin bakışları Tuzla Müdürü ‘nün yüzünden otobüsün penceresine kaydı. Dışarıda güçlü bir gelecekten geçmişe akış vardı. Yapılar, ağaçlar, tarlalar, tepeler, kayalıklar, akarsular sürekli olarak gerilere doğru kayıp kayıp kayboluyorlardı. Gelecekten şimdiye neyin yansıyacağı, geçmişe ait neyin şimdide ne kadar kalacağı belli değildi.
- Eğer ülkende yaşayan dili anlayamıyorsan o ülke, o ulus artık sendenliğini yitirmiştir.
Tuzla Müdür ‘nün yüzünde derin bir üzüntünün gölgeleri dolaşmaktaydı.
- Bir dilin bir yabancı dil veya yabancıdillerce elegeçirilmesi ne kadar üzücü bir şey dedem. Bu bir bakıma; yalnız dilin değil, ülkenin de elegeçirilmesinden farksız. Ülkenin en basit bakkalları bile market, süpermarket, hipermarket olup çıktılar. En dipte kalmış aşevleri restorana dönüştüler. İşhanları plazalaştılar, sergiler şovrumlaştılar. Abur-cuburun adı festvud oldu. Baktığın her noktada bir Ensar Ticaret, bir Furkan Market, bir Merve Pide, bir Hicret İnşaat, bir Tevhid Nakliye, bir İhlas Simit, bir Dallas Restoran, bir Flemingo Nalburiye. Ürün adları ve ambalajları yabancıdil baskınına uğradıklarından, alıcılar satın almak istedikleri ürünün adını söylemek yerine, onu parmaklarıyla göstermeye başladılar.
- Söyleyebilmek için az-çok yabancıdil bilmek gerek de ondan. Kendi anadilini bile doğru-dürüst konuşamayan şu veya bu köylü “Skoçbrayt” ı nasıl bilsin, nasıl aklında tutsun, nasıl söylesin? Adamcağız “Akümülatör” yerine süs için mi “Akimotor” diyor? “Şanjman” yerine süs için mi “Şanzıman” ı, “Diferansiyel” yerine süs için mi ”Defransiyel” i, “Sendika” yerine süs için mi “Sanduka” yı, “Kraker” yerine süs için mi “Krater” i, “İş Riski” yerine süs için mi “İş Rızkı” nı, “Mâlûmat” yerine süs için mi “Mâmûlat”ı, “Meşrubat” yerine süs için mi “Mefruşat” ı, “Televizör” yerine süs için mi “Televizyon” u,, “Pasport” yerine süs için mi “Paşaport” u,“Traktör” yerine süs için mi “Direktör” ü, “Fırka” yerine süs için mi “Fıkra” yı, “Burhan” yerine süs için mi “Buhran” ı, “Sukut” yerine süs için mi “Sükût” u, “Maiyet” yerine süs için mi “Mahiyet” i, “Hafriyat” yerine süs için mi “Hafriyat” ı kullanıyor? Bir insan bir şeyin yerine başka bir şeyi kullanırsa; bu, onun sadece bir şeyi değil, iki şeyi de bilmediğini gösterir. Laf salatası dediğimiz dil saçmalıklarının ortaya çıkması salt bu bilgisizlikler yüzünden değil midir? “Mefruşat” a “Döşeme”, “Meşrubat” a “İçecek” demeyi pekilenenler bu tür yanlışlıklara düşerler mi hiç? “Döşeme” yle “İçecek” i hangi akıllı bir birinin yerine kullanabilir? Neden kullanıyor öyleyse? Nedeni ortada: Kullandığı veya kullanmak zorunda bırakıldığı dil kendi dili değil de ondan.
Tuzla Müdür mırıldandı:
- Evet dedem, işte dil bu kadar önemli.
Hikmet Dede ‘nin bakışları derinlerdeydi:
- Gerçekte; ondan da önemli olan “Ben” dir.
- Peki “Ben” nedir?
- “Ben” beyindir ve o, şaşılacak bir şaşkındır. Çünkü; kendisinden söz ettiğinde bile, bir başkasından söz ediyormuş gibi davranır. Örneğin; büyük bir kolaylıkla “Beynim uyuştu.” diyebilir. Bu şaşkın, genelde birçok şeye akıl erdirebildiği halde, bir midenin ne kadarlık bir yiyecekle doyabileceğine pek de akıl erdiremez. Ac karnına alış-verişe çıkarsan; sana, balığın yanında pilici, pilicin yanında eti de aldırır. Ben diline sahip çıkmadan dil kendini bulamaz.
Tuzla Müdürü gönülden yazıklandı:
- Dedem. Dedi. Kurtuluş Savaşı ‘ndan önce ülkemizi nasıl pay pay etmişlerse, Kurtuluş Savaşı ‘ndan sonra da dilimizi tıpkı öyle pay pay etmişler. Dilimiz yabancıların işgali altında.
- Doğru. Ben bunu dilimize uygulanan bir Sevr Anlaşması olarak değerlendiriyorum. Yabancılar o anlaşmayla topraklarımıza nasıl akbabalar gibi üşüştülerse; dilimizi de tıpkı öyle elegeçirmeye çalışmaktadırlar. Bir görkemli Güneş Dil ‘den neredeyse bize pek bir şey kalmamış gibidir. Düşünebiliyor musun? “Doktor” desen Fransızca, “Hekim” desen Farsça, “Tabib” desen Arapça. Yerlerine kullanılabilecek bir “Utacı” mız var ama onu da halk pekilenme yanlısı değil.
- Bence dil işini, bu konuda pek bilgisi bulunmayan halka bırakmamalı dedem.
- Niçin?
- Halktan çıkıp halkı etkileyebilenlerin kulakları bazan ağızlarından çıkanı pek duyamıyor da onun için.
- Anlayamadım.
- Aman dedem, bilmiyor olabilir misin hiç? Türkülerimiz bu halkın ürünleri değil midir? Türkülerimizi söyleyenlerin genellikle, söylemek istediklerinin tersini söylediklerine zaman zaman tanık olmuyor muyuz?
- Oluyoruz. Örneği benden: “Ne dedim de, kömür gözlüm, darıldın? Darıldın da eloğluna sarıldın.” ve hemen arkasından; “Oğlan, oğlan, boynuma dolan.” Gel bak şu türküye ve bak şu söyleyene. Şimdi, bu “Darılan kömür gözlü” kim? Kız mı, oğlan mı? “Oğlan, oğlan, boynuma dolan.” Diyenin kız olması gerektiğine göre; “Kömür gözlü” nün de oğlan olması gerekmez mi? Ancak, bir “Kömür gözlü oğlan” ın kıza darılıp da eloğluna sarılmasını anlayabilmek hiç de kolay değil.
Tuzla Müdürü gevrek bir kahkaha koparırken Hikmet Dede sözlerini sürdürdü:
- Türkücümüz şöyle diyor: “Evlerinin önü kahve dibeği, Dibeğe vurdukça oynar göbeği, Ne sen gelin oldun, ne ben güveyi.” Ve hemen arkasından “Cumbulu cumbulu, aslanım aslan.” Şimdi burada “Ne sen gelin oldun, ne ben güveyi” diyenin erkek olması gerektiğinde herhangi bir kuşkumuz yok. Fakat “Cumbulu, cumbulu, aslanım aslan” dediğine bakılırsa; bu güveyi olamamış oğlanın kız olması gerektiğini de düşünmeden edemiyoruz.
Hikmet Dede sözlerinin etkisini araştırırcasına yol arkadaşının yüzüne baktı:
- Bak şu yeni türküye Tanrı aşkına: “Bir yiğit gurbete gitse; gör başına neler gelir.” Miş. Yahu, yiğidin başına ne gelebilir. Övmek isterken yiğidi neden acınacak duruma düşürüyorsun ki?
Bir süre önlerine bakındılar ve sonra Hikmet Dede yeniden mırıldandı:
- “Çanakkale içinde aynalı çarşı, Ana, ben gidiyom düşmana karşı.” Ve yine arkasından “Gençliğim eyvah…” Mehmet Akif ‘in tarihlere sığdıramadığı, dünyaya bedel Çanakkale Kahramanı ‘nı, gel gör ki; türkücümüz ne hallere düşürmüş. Onu, sanki anası yanında olmadan düşmana karşı gidemeyen ve giderken de kendi kendisine acıyan bir yoksula çevirip bırakmış. Oysa; Bedr ‘in arslanları bile ancak O ‘nun kadar şanlıydı.
Şoför yardımcısının hastalık görmemiş sesi otobüsün içindeki tüm sesleri bastırdı:
- Ağır ol Gapdaaan… Sapakta yenecek vaaar… “Ağır olsana Reşid ‘in iti… Yenerken golunu-budunu mu gırsın herif? ..”
Otobüs yavaşladı, yana çekildi ve ikincil bir yol ağzında durdu. Birileri torba-çuval sürükleyerek indiler ve yardımcı, inerken açık bırakılan kapıyı çekip arkadan öne seslendi:
- Devam et abem… “Anca gidersin dıllo…”
Araba yeniden yola koyulurken Tuzla Müdürü Hikmet Dede ‘ye döndü:
- İndiler diye yolculuklarının ve çekeceklerinin bittiklerini sanma dedem. Dedi. Köylerine ulaşabilmek için bu yoksullar, sırtlarındaki çullarıyla-çuvallarıyla en az on-onbeş kilometre taban tepecekler.
Hikmet Dede yanıt vermedi ve vermeye de kalkışmadı: Soğuk pençeleriyle körpe baharı kaldırıp bir yana atan zorlu bir kışın dondurucu yüzü geçmişteki biryerlerden gelerek gözlerinin önüne oturmuştu. Bu; yakın bir bahardan bir uzak kışa bakış gibiydi. Bu bir tür kendi kendisini görmekti. Bu; yaşlılığında çocukluğunu incelemekti. Gözlerinin önünde, dağları-taşları bürümüş bir zorlu karakış ve bir beyaz okyanus içinde bir küçücük kara lekeyi andıran bir katır kervanı vardı. Kendisi işte orada, o küçücük kara lekenin içindeydi. Küçüktü, küçücüktü. Bir katırın sırtına bağlanmış iki şekersandığından birine kendisini, obirine Böygana ‘sını sıkıştırıp tepmişlerdi ve donup kalmamak için, buzlanmış ağızlarında leblebi geveliyorlardı. Ana ‘sı ve Beyba ‘sı yerde, dizboyu kar içinde soğuğa direnmeye ve zorlu bir kış fırtınasına karşı ilerlemeye çalışıyorlardı. Yolculukları öyle yol ağızlarından yakınlardaki köylere kadar değil, Giresun ‘dan Şebinkarahisar ‘a kadardı.
Hikmet Dede, geçmişten güne Tuzla Müdürü ‘nün sesiyle döndü. Müdür:
- Ne o dedem. Diyordu. Niye daldın?
Hikmet Dede belli-belirsiz gülümsedi:
- Dalmadım, dalmadım. Otobüsten inenlerin köylerine ulaşabilmek için katlanacakları sıkıntıları düşünüyordum.
Güneş henüz doğudaydı ve otobüs güneşe doğru gidiyordu. Hikmet Dede güneşi sol elinden, sol kolundan alıp sol omzuna atmıştı. Yüzünün sol yanı parıltılar içindeydi. Parıltı saçının ve sakalının bir yanını yer yer gümüşe boyamıştı. Kimin bileğindeki saatin kesme camından yansıdığını kestiremediği parçalı onlarça ışıltı, önündeki koltuğun arkalığında minicik aynalar gibi oynaşmaktaydı.
- Bu yoldan kışın geçmiştim dedem. Yöre gözalabildiğine karlar-buzlar altındaydı. Şimdi ise toprak zümrüt gibi. Yeşil, yeşil, yeşil. Her bir yan gül-çimen içinde. Boy atmış yeni ekimin görünümü ne kadar da güzel. Tarlaların neden böylesine yemyeşil olduklarına kolay akıl erdirebiliyorum: Sulayanı var, gübreleyeni var. Ama bu başıboş toprakların, bu tepelerin, bu yamaçların, bu dağların gübreleyeni de yok. Bir yağmurla bunlar nasıl yeşerebiliyor, nasıl boy atabiliyor, nasıl büyüyebiliyor, anlayamıyorum.
Hikmet Dede, önündeki koltuğun arkasında oynaşıp duran ışık parçacıklarından gözlerini ayırmaksızın mırıldandı:
- Düzlükleri, tepeleri, yamaçları gübrelemeye hiçbir çiftçinin gücü yetmez. O nedenle doğa bu görevi kendisi üstlenmiştir. Bu açıdan bakıldığında; doğa en becerikli çiftçidir. Atmosferde her saniye içinde beşyüzden fazla şimşek oluşmaktadır. Çok büyük çoğunluğunu bizim göremediğimiz bu şimşekler, atmosferin bileşimindeki azotu ayrıştırırlar ve onu yeryüzüne yağdırırlar. Azot gübrenin ta kendisidir. Düzlükler, tepeler, yamaçlar ve dağlar bu yemyeşil örtülerini yağmurlara ve yerin gökten gübrelenmesine borçludurlar Dağbaşı.
- İşte ben bugüne kadar bunu bilmiyor ve sürekli olarak da merak ediyordum dedem. Beni büyük bir meraktan kurtardın.
Hikmet Dede yanıt vermedi. Başını pencereden yana çevirdi ve camdan dışarıya bakmaya başladı. Dışarıda gözalabildiğine uzanan bir yeşillik vardı ve yeşillikler yakınlarda açık, uzaklarda koyu görünmekte, arada bir ağaçlarla beslenmekte, evlerle, duvarlarla lekelenmekteydi.
Teypte bir “Hoptaralillim havası, Yandı da pilav tavası.” geziniyordu. Yardımcı bir ara, şoförün yanındaki boş koltuğa oturmak istediyse de, sürücüde yüreklendirici bir yüz bulamadığından yolculara sürtüne sürtüne koridordan geçip arkaya ilerledi ve ilerlerken kendisini görüp su istemeye kalkan bir yolcuya bir küfürbaz baktı. Duyulan şişe sesleri yolcularda koşullu bir reflekse yol açmış olmalıydı ki; öteden-beriden su istekleri baş gösterdi. Şoför Yardımcısı dışından:
- Sular şindi gelir… Derken, içinden: “Şeytan diyir ki; bağla bunarın ağızlarına birer ECA musluğu, aç vanayı, gözleri doyana kadar içsin, develer…” diye söylendi.
Yükselen bir bebek ağlaması teypteki “Hoptaralillim Havası” nı bastırmaya başladı. Bu ağlamalar Tuzla Müdürü ‘nden başka kimseyi rahatsız etmemişe benziyordu:
- Otobüs olacak da bebek ağlaması olmayacak, dedem. İşte bu olanaksız. Andlar içerim ki; bu bebek ağlamasın yolculuk bitene kadar sona-mona ermez artık.
Hikmet Dede gülümsedi:
- Ona bir bebek ağlaması olarak değil, bebekliğe çağrı olarak baksana Dağbaşı. Olanak bulunsa; katılmak istemez miydin bu çağrıya? Dönmek istemez miydin bebekliğine? Basamak basamak yaşamak istemez miydin, bu yaşantını bir kere daha?
- Neden isteyeyim ki dedem? Nasıl olsa benzer acıları bir kere daha yaşamayacak mıydım?
- Yaşamda acı yoktur. O bir mucizedir. Mucizelerde acı olmaz. Acılar duygulardadır. Bir yanın ağrırken yaşamı başka, ağrımıyorken başka görürsün. Eğer tadı alamıyorsan; bu yaşamın değil, senin noksanlığındandır.
- Sen her şeyden tad alır mısın dedem?
- Alırım. Dişimin ağrımasından, gözümün eskisi gibi görememesinden, ayaklarımın eskisi gibi yürüyememesinden ayrı ayrı tadlar alırım. Bir bacadan yükselen duman, sudaki bir yüzgeç, havadaki bir kanat bana mutluluk verir.
- Şimdi bu bebek ağlaması sana mutluluk mu veriyor?
- Evet. Çünkü; beni çocukluğuma, beni anılarıma çağırıyor, beni bebekliğimden bugünüme kadar bir daha yaşatıyor.
- Ya anasının şu vurdumduymazlığı?
- Ağlamayı kesmediği sürece güzel.
- Şu halde, sence hazlarla acılar bir ve aynı şeydir, öyle mi?
- Öyle. Zira; evrende herşey bir ve aynı şeydir. İçinde yaşayıp durduğumuzu sandığımız şu uzayda, alt, üst, ön, arka, sağ, sol yoktur. Herşey bir ve aynı değerdedir ve herşey birbirine göre alttır, üsttür, öndür, arkadır, sağdır, soldur. Evrende aşağı düşüş, aynı zamanda bir yukarı düşüştür. Yukarı çıkmak aynı zamanda aşağı inmektir. Bunlar gözlemcilere ve gözlemcilerin duygularına göre değişirler ve değerlendirilirler. Merdiven bir ve aynı merdiven olduğu halde, o, inene göre; inen, çıkana göre; çıkan merdivendir.
Şoför yardımcısının sesi Hikmet Dede ‘nin sözlerine son verdi:
- Sayın yolcularımız… Gapdanınız yarım saat dinlenme molası vermiştir…
Hikmet Dede ‘yle Tuzla Müdürü elde olmaksızın bakışıp gülüştüler. Hikmet Dede, yerinden kalkmaya çalışırken mırıldandı:
- İşte sana “Dinlenme” ile “Mola” yı ve “Mola” ile “Molla” yı birbirinden ayırtedemeyen bir yoksul. Bu adam bana “Moruk” diye seslense; çok mudur?
Dinlenme yeri, bir yanını çıplak ve sarp bir kayalığa dayamış olan bir toprak parçasıydı. Yolun sol ilerisinde kerpiçten yapılma, derme-çatma bir dam vardı. Damın bitişiğindeki eski ve hantal bir ağaç oluktan akan berrak bir su, hemen altındaki dolu taş yalaktan dışarıya taşmakta, çakıllı-taşlı bir doğal yolu izleyerek ötedeki kayalıklar arasında kaybolmaktaydı. Dam arkasını görkemli bir çınara vermişti. Gölgesi çevreyi cömertçe kucaklayan çınarın yere yakınca bir dalında, delik bacağıyla buraya asılmış olan yeni yüzülmüş bir koyun mevcuttu ve gövdenin de başında, elindeki satırıyla, kaba-saba, iri-yarı, kara palabıyıklı, kara gözlü, kara kaşlı, açık başlı, kolları geri sıvanmış, şalvarlı, yemenili bir adam duruyordu. Otobüsün kaptanı turist rehberliğine soyunmuştu ve çevresinde öbeklenenlere açıklamalar yapmaktaydı:
- Pala bizim Muslu Usta ‘mızdır. Muslu Usta ‘da ana-baba, çoluk-çocuk yohder. Davari gendi besler, gendi keser, gendi bişirir, gendi satar. Buranın davarının etine doyum olmaz. Her dayim davari keser, yüzer, asar, sahatimize denkleştirir. Di haydinin, afiyet ossun.
Muslu Usta ‘nın eti-ekmeği “Parayla değil, sırayla” ydı. Hikmet Dede ‘yle Tuzla Müdürü sıralarını belirleyip dam önündeki örtüsüz tahta masaya oturdular.
Görünürlerde Muslu Usta ‘nın damından başka tek ev yoktu. Önlerindeki yol, çıplak ve ıssız tepelere tırmanmanın yorgunlukları içindeydi. Çevrede, insanlar susabildiklerinde ortaya çıkan tatlı bir su sesi vardı. Damın içindeki ızgaradan istekleri cana getiren kızarmış et kokuları yükselmekteydi. Bir-iki yolcu çocuk, çınar dalına ayağından asılmış olan yüzülmüş koyunun yarılmış karnına, üstünde kalabilecek biçimde kesilip bırakılmış başına ve satırla koparılıp alınmış budunun yerine bakmaktaydılar:
- Anneciğim, ay bu koyunun bir bacağı yok.
- Onu amcaların yediler yavrum. Gel yanıma, seni de yerler.
- Ay beni yemesinler… Beni yemesinler…
- Şunu da at ızgaranın üstüne Muslu Usta. Bu körpeyi ben yiyeceğim.
Sıra kaçırmamakta da becerikli olduğu anlaşılan Muslu Usta, Hikmet Dede ‘yle Tuzla Müdürü ‘nün ellerine, ortadan yarılmış ve içine kızarmış et koyulmuş birer bütün ekmek uzattı. Tuzla Müdürü, ağzı ve dudakları yana yana ekmeğini-etini yerken, nereden çıktığı anlaşılamayan, alnı ve çenesi beyaz, kalanı gri, küçük ve zayıf bir kedi Hikmet dede ‘nin önünde iki arka ayak üstünde dikildi ve miyavladı. İlk “Pist” sesi Tuzla Müdürü ‘nden, öfkeyle karışık bir ikincisi Muslu Usta ‘dan geldi:
- Sen gine mi buradasan, soyha? .. Bu kere ayağını kıracam senin… Piiissst…
Hikmet Dede, elindeki ekmeğin içinden sıcacık bir et parçası koparıp kediye verirken ve onu iki ayağının koruması altına alırken:
- Dokunmayın hayvana. Dedi. Belli ki; karnı ac yoksulun.
Tuzla Müdürü, ağzı dolu dolu homurdandı:
- Bunlar hem gözü ac, hem de nankör hayvanlardır dedem. Elindekinin tümünü versen; yer de yine ister. Beni dinlersen kov şunu gitsin.
- O bir kedi, bizler birer insanız Dağbaşı. Onun, yoksulluğundan başka hiçbir şeyi yok, bizim her şeyimiz var. Eksik olan tek şeyimiz merhametimiz. İnsanı insan yapan; merhametinin öfkesinden ve sevgisinin nefretinden önce gelmesidir. Başka şeylerin anlamını bilmeyen kediler vardır ama bence; “Pist” in anlamını bilmeyen tek kedi yoktur. Çünkü; onların insanlardan en çok duydukları sözcük budur. Bırak bu kerecik de “Gel” i öğrensin bu yoksul. “Ye” yi öğrensin, “Al” ı öğrensin. Elimizdeki etimizden başka yitirecek neyimiz var?
Kedi Hikmet Dede ‘nin koparıp koparıp verdiği kızarmış etin tamamını yedi. Tuzla Müdürü ‘nün uzattığı et parçasını diliyle yaladıysa da yemedi, yüzünü-gözünü Hikmet Dede ‘nin ayaklarına sürdü. Müdür:
- Bak namussuza; beni yalanlıyor, doyabileceğini ve minnettarlık duyabileceğini kanıtlamaya çalışıyor.
Diye güldü ve Hikmet dede, konuşmaya katkıda bulunmaya bile gerek duymadan, içine kızarmış et tadı sinmiş yavan ekmeğini yedi. Doğruldular. Ağızlarını ağaç oluğa dayayarak sularını içtiler ve dinlenmenin bittiğini belirten çağrıya uyup otobüsteki yerlerini aldılar.
Birlikte yolculuk Suşehri ‘ye kadar sürdü. Otobüsten ardarda indiler. Müdür Hikmet Dede ‘yi Tuzla ‘ya kadar götürmek ve orada dilediği kadar konuk etmek istediyse de, o bunu pekilenmedi, Müdürü minibüse bindirdi, el sallayıp uğurladı.
Yaşlı adam bir türlü tanımlayamadığı heyecanlar içindeydi.
İlk kere on yaşındayken geldiği bu ilçeye yetmiş yıl sonra yeniden ayak basmıştı. Kendisini on yaşındayken ölmüş, nice bir yıllar sonra yeniden on yaşında dirilmiş sanıyordu.Bıraktıklarını yerinde bulamamanın korkularını yaşamaktaydı. her şeyin yerli yerinde olmasını istiyor ama bunun olamayacağını da biliyordu. Yine de aranıyor, yine de bakınıyor, yine de yitiğini bulmaya çabalıyordu. Yıllanmış bacaklarına, dallara tırmanmaya çalışan karıncalar misali körpe bir çocukluk yürümeye başlamıştı. Yüreğinde bir salıncağın zirvesindeki havalanmalar vardı. Ak-pak saçlarını, ak-pak sakalını yele-sele bırakmıştı. Bir evin köşesini tedirginlikler içinde döndüğünde; kızgın kumlarında tükeneceğini sandığı bir çöl tepesinin ardında kendisine yeşil yeşil vahasıyla karşılaştı: Yükleriyle birlikte binebilecek bir kamyon bulmak üzere, ailece bir geceliğine yatmak zorunda kaldıkları handan bozma otel tam önündeydi. Ve otel yine handan bozma oteldi. Kendisini yetmiş yaş gençleşmiş, oteli yetmiş yıl yaşlanmış buldu. Bedeninin isyan ettiği bir canlılıkla otele koştu, yapının sıvaları dökülmüş bir köşesini kollarıyla sarabildiği kadar sardı, kucaklayabildiği kadar kucakladı, yüzünü-sakalını duvarlara sürdü ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yakınlardan birinin:
- Hey ihtiyar, sen ne yapıyirsin orda? .. Kapıyı ariysen; kapı aha burada… Yatak mı istiyirsen? ..
Diye seslenmesine aldırış bile etmeden yürüyüp kapıdan içeri girdi ve fazla bir yabancılık çekmeden bir ahşap merdiven çıkıp bir eski tanıdık odanın yenilenmiş kapısını açtı. Yanılmamıştı: Oradaydılar. Böygana yere serdiği bir büyük işlemeli bohçanın üstünde namaz kılıyordu. Ana, bir elindeki ekmek dilimine obir elindeki bıçağın parlak yüzüyle yağ sürmekteydi. Onu vermek için o açık pencereden kendisini içeriye çağırmış olmalıydı. Beyba, bir eski somyadaki pamuk şiltenin üstünde yarı yatmış bir haldeydi, elinde dumanı tüten sigarası vardı ve bulunduğu yerden kapıdan yana bakarak gülümsemekteydi. Açık kapının önünden;
- Böygana… Ana… Beyba… Sizleri o kadar çok özledim ki…
Diye haykırdı. Böygana çenesini göğsünün üstünden dolaştırarak başını kendisine doğru çevirirken “Essalamünaleykûmverahmetullah” dedi, Ana “Deli bu oğlan, deli, bir dışarı çıkıp bir içeri girdi ve hemencecik de bizi özledi.” diye söylendi ve Beyba gülümsemesini sürdürdü. Sonra zorları varmışcasına ardarda yaşlandılar, kamburlaştılar, çöktüler, eğrilip kıvrıldılar ve tükenip eridiler. Yerlerinde bir örümceklenmiş oda, bir bacağı kırık kirli masa, bir ortası çökmüş paslı somya kaldı.
- Burası sana yaramaz ihtiyar. Kırık-dökük öteberiyi atmakta kullanıyoruk.
Sözcükleri zoru zoruna anlayarak ve sahiplerini tanıyamayarak bir süre bakındı ve yaşından beklenmeyen bir körpelikle ahşap merdivenden aşağı trabzandan kayarak indi.
Dışarıda tatlı bir ikindi vardı ve gölgeleri çekip uzatmaya çalışan ikindi güneşi elattığı her şeyi yaldızlamaktaydı. Handan bozma otelin önündeki küçücük toprak alan kupkuruydu. Kuşlar çalakanat dallardan dallara uçuyorlardı. Günübirlik oyun arkadaşları görünürlerde yoktu ve belki de, kendisi onları burada ararken onlar ilçe alanının bir yanında bulunması gereken Cumhuriyet Halk Fırkası binasının önünde birdirbir oynuyorlardı. Yanından geçen eli makrameli ve makramesi dolu bir yaşlı adam “Selâmünaleyküm” diyerek selam verdi ve o bunu büyük bir saygıyla “Vealeykümesselâm amca” diyerek aldı, sonra onun şaşkınlığının farkına bile varmadan Cumhuriyet Alanı ‘na doğru koştu. Rastlayanların, bakanların, görenlerin bu ak-pak saçlı, bu ak-pak sakallı koşturmacayı yadsıdıklarını bile seçemedi. Birdirbir oynayan arkadaşlarını arıyordu. Alan oradaydı, üstünde “Cumhuriyet Halk Fırkası” sözcükleri bulunan pirinç plaket oradaydı ama günübirlik birdirbir arkadaşları görünürlerde yoktu. Bu alan o alan mıydı? Değildi, değildi, değildi. O alan dünyalar kadardı, bu alan birkaç adımda tükenen bir alandı. O plaket pırıl pırıldı, ışıl ışıldı, ikindi güneşinde altınlar gibi parlar, gözlerini kamaştırır, bakışları plaketin göz kamaştırmayan bir yanını arardı. Bu plaket paslıydı, küflüydü, kabarmıştı, kağşamıştı, göz-möz kamaştıramıyor, ikindi güneşine kör bakıyordu. O bina görkemliydi. Bu bina yorgundu, bitkindi, tükenmişti, saman kokuyor, küf kokuyor, çürümüş yaprak kokuyordu. Yanlış gelmiş, yanlış görmüş olmalıydı. Elindeki kuru bir dal parçasıyla önündeki koşumsuz iki öküzü sürüp götüren genç irisi bir delikanlıya eliyle büyükvari bir selam verdi:
- Abi… Dedi. Cumhuriyet Alanı nerede, Cumhuriyet Halk Fırkası nerede? ..
Büyük adam küçük çocuğa büyük büyük baktı başını yanıtsız çevirerek öküzlerini nefret nefrete hayladı. Verilmeyen yanıtı almasına da gerek kalmamıştı: Sorduğu Cumhuriyet Alanı burasıydı, aradığı Cumhuriyet Halk Fırkası burasıydı. Bunu alana az-biraz yüksekten bakan çayevinin yarımdaire biçimindeki mermer basamaklarını görür görmez anlamıştı. Kendisi, pantolonunun kirlenmesine aldırmadan ikinci basamağa oturduğunda günübirlik arkadaşları onu birdirbire çağırmamışlar mıydı? Çağırmak için oturmasını bekliyor olmalıydılar. Basamağa oturdu ama rahat edemedi. Bir-iki dakika içinde kim kırıp dökmüştü bu mermer basamakları? Kim bunları yassıltmış, aşındırmış, karartmış, kim bunların güneş altındaki solgun pırıltılarını alıp götürmüştü? İyiler neden bir-iki dakika içinde bu kadar kötüleşmişlerdi? Kötüler neden bir-iki dakika içinde gözden sürmeyi çalmaya soyunmuşlardı? Tanrı ‘ya şükür ki; kendilerini yükleriyle birlikte buradan alıp Sivas ‘a götürecek olan kamyon birkaç adım ilerisinde çalımla durmaktaydı. Kaportasının üstünde metal bir avuç, avucun içinde metal bir dünya küresi vardı ve kürenin üstündeki “Fargo” sözcüğü kendisine tanıdık tanıdık bakıyordu.
- Kirli-pis, kırık-dökük basamaklara neden oturdun ihtiyar? Çıksana taraçaya. Masamız var, sandalyemiz var, gölgeliğimiz var. Yorulmuşsun, belli. Dur ben sana yardım edeyim.
Hikmet Dede, çaycının yardımına gereksinmedi, ak-pak saçlarına, ak-pak sakalına hiç de oturmayan bir çeviklikle eski mermer basamakları çıktı, büyük bir çekingenlikle taraçadaki plastik sandalyelerden birine oturup adamın yüzüne baktı:
- Burada bana bir şey demezler değil mi amca?
Dedi. Çaycı yüzeylerde ve dalgasız sulardaydı:
- Neden desinler? Diye sordu. Burası çayevi. Herkes oturur.
- Çocukları çayevlerine sokmuyorlar da.
- Sokmazlar elbet. Ahlakları bozulur. Sen birini mi bekliyordun basamaklarda.
- Arkadaşlarımla birdirbir oynayacaktık ama onlar yoklar. Ben de kamyona bakıyordum.
- Hangi kamyona?
- Şuradaki kamyona.
Çaycı önlerindeki küçücük alana şöyle bir göz gezdirdi, sonra bakışlarını Hikmet Dede ‘nin yüzüne çevirdi:
- Ortada kamyon falan yok ki.
- Göremiyor musun akıllım? Bak şurada işte. Oradaki kamyon. Kaportasında bir avuç, avucun içinde metal bir dünya, üstünde de “Fargo” yazısı var. O kamyon bizi yarın ailece Sivas ‘a götürecek. Yani beni, Böygana ‘mı, Ana ‘mı ve Beybaba ‘mı.
Adam bir şeyleri yeni sezmişcesine başını salladı:
- Aha, anladım. Şimdi anladım: Orda Fargo bir kamyon var ve o kamyon sizi yarın Sivas ‘a götürecek.
- Eveeet.
- Dur ben sana bir çay getireyim.
Çaycı camlarla çevrili çayevine girdi ve az sonra elinde bir bardak çayla ve yanında iki adamla geri döndü ama Hikmet Çocuk ‘u yerinde bulamadı: Masanın önündeki plastik sandalyede saçı-sakalı ak-pak, yaşlı ama dinç, yorgun ama dirençli bir Hikmet Dede oturmaktaydı. Yanına sandalye çekenlerin verdikleri selamları gülümseyişlerle aldı fakat uzatılan çayı geri çevirdi:
Ben çay istemedim. Dedi. Onu bu efendiye ver, yanındakine de çay getir, bana da bir orta şekerli yap.
Çaycı masa önünde kısa bir an dikildi, bakındı, bir şeyler söyleyecek oldu, caydı ve çayı masaya bırakp içeri gitti. Önüne çay bırakılan adam:
- Bağışla bizi dedem. Dedi. Bizim sana ikramda bulunmamız gerekirken, sen bize ikramda bulunuyorsun. Bizim konukseverliğimiz bunu kaldırır mı sanıyorsun?
Hikmet Dede elini uzatarak adamın elinin üstüne hafiften hafiften iki kere vurdu:
İkramın altında kasıt yoksa, sevgi varsa; kaldırır ağam. Dedi. Sizlerin konukseverliğiniz benim yeni öğreneceğim bir şey değildir.
- Buraları ve bizleri tanırmış gibisin dedem. Yanılıyor muyum yoksa?
Hikmet Dede gülümseyişler içindeydi:
- Şuna “Az-çok” diyelim gitsin.
- Ama yabancısın.
- Yabancıyım. Geldim gidiyorum.
- İyi. Yolculuk nereye?
- Şebinkarahisar ‘a.
O ana kadar ağzını açmamış olan ikinci adam söze karıştı:
- Öyleyse dedemiz bir saat daha burada. Zira; Karahisar ‘dan gelen minibüsün geri dönmesine bir saat var.
- Tek minibüs mü çalışıyor ilçeler arasında?
- Evet ve o da yeterince yolcu bulamıyor. Çünkü; Suşehri ile Şebinkarahisar arasında sadece bu iki ilçenin halkı gider gelir. Başkaları otobüslerle gelip geçerler. Eskiden bu da bulunmazmış ve bu yolda yaylılar çalışırmış. Yaylının bir günde alabildiği Suşehri-Şebinkarahisar yolunu şimdi minibüs yirmi-yirmibeş dakikada alıyor. Zaman değişti. Ben şu orta şekerliye bir bakayım, gecikti.
Adam yerinden kalkıp her yanı camlarla çevrili çayhaneye girdi ve cezveyi ateşten çekmek üzere olan çaycıya yanaştı:
- Ere Mahir. Dedi. Hani ya, sen ihtiyar için “Bunamış” diyordun? “Deli” diyordun? “Çocuklaşmış” diyordun? “Aklı gel-git” diyordun? Adamcağız ne deli, ne bunak, ne çocuklaşmış, ne de aklı gel-git. Has adam, tevatir adam, yaşının-başının adamı. Allah ‘ın bir garibi.
Kahveyi fincana dökmeye başlayan çaycı donuk donuk bakındı:
- Ama bana dediydi ki…
- Bırak bre “Dediydi ki” yi- “Demediydi ki” yi. Ulaştır kahveyi, ayıp olacak konuğa. Para-mara da vermeye kalkarsa sakın alayım deme.
Başları üstünde yelpirdenen erik çiçekleri altında tanıştılar. Masallardaki gibi; birinin adı Ali, obirinin adı Veli ‘ydi ve ikisi de birbirinden iyi, birbirinden sevecen, birbirinden konuksever, birbirinden saygılı kimselerdi. Çaylar-kahveler içtiler. Ali:
- Hep böyle bir başına mısın dedem? Diye sordu. Kimin kimsen yok mu? Yalnız mı çıktın bu yolculuğa?
Hikmet Dede tatlı tatlı gülümsüyordu:
- Kolay olan sorular, zor olan yanıtlardır Ali. Dedi. Şimdi ben sana kısa bir yanıt vermeye kalksam; o seni, uzun bir yanıt vermeye kalksam; o da beni doyurmaz. Ama ben yine de sana şöyle söyleyeyim: Eğer aileden- yakından yana kimim-kimsem olup olmadığını soruyorsan; öyle bir kimsem yok. Gerçekte yalnız olup olmadığımı soruyorsan; yalnız değilim. Ben yalnız değilim, sen yalnız değilsin, o yalnız değildir. Biz yalnız değilizdir, siz yalnız değilsinizdir, onlar yalnız değillerdir.
Hikmet Dede pırıldayan bakışlarla karşısındakinin yüzüne bakarak yeniden gülümsedi:
- Şaka yaptığımı veya ne dediğimden haberdar olmadığımı sanma. Dedi. Bence; hiçbir insan bir başına değildir. Yalnız görünen bir insan bile iki başınadır. İnsanın içinde bir başka insan daha vardır. Yalnızlıkta bu ikisi başbaşadır. Biri olmadan obiri doğruyu, güzeli, iyiyi bulamaz. Biri kördür, sağırdır, dilsizdir. Obirinin gözleri velfecri okur, obirinin kulakları karıncanın ayak seslerini duyar, obiri dilli düdüktür, akıldanesidir, eldentutandır, yolgösterendir, avutandır, sorunçözendir, uslandırandır, acındırandır, dengeyi sağlayandır. Bu nedenle evrende tek insan yoktur. Tek insan çift insandır, iki insan dört insandır, dört insan sekiz insandır.
Ali eline aldığı çaykaşığını boş bardakta çalkalayarak çayevine seslendi:
- Mahiiir… Gel bre… Bırak bardağı-tabağı, gel… Bak ki; senin bu dededen kalma çayevine bugüne kadar böyle bir müşteri ayak basmış mı?
Çaycı, elindeki pirinç askısında bulunan dört dolu kahve fincanı ve dört dolu su bardağıyla göründü. Çağrı sahibi bir süre onun bardakları, fincanları masaya sıralayışını izledi, sonra eliyle omzuna vurarak yanlarındaki boş iskemleye oturttu:
- Bu efendinin adı Hikmet Dede. Dedi. Aç kulaklarını da onu dinle. O bize seni anlatıyor, seni. 1Üzücü olan; insanın insandan yana yalnızlığı değildir, kendisinden yana yalnızlığıdır.” Diyor. “Kendi kendinle tanışmamışsan; kendi kendinle konuşamıyorsan; kendi yanında kendini bulamıyorsan; işte o zaman yalnızsın demektir.” Diyor.
Çaycı gözlerini Hikmet Dede ‘nin gözlerine dikti:
- O zaman kendi kendiyle konuşmak delilik değildir.
Hikmet Dede önündeki su bardağından birkaç yudum su aldı:
- Böyle bir soruya kolaylıkla “Evet” veya kolaylıkla “Hayır” yanıtı veremeyiz. Kendi kendisiyle konuşmak her zaman delilik belirtisi olarak pekilenilemez. Fakat genelde, insan kendi kendisiyle sessiz konuşur. Eğer sesli konuşuyorsa; bu iki nedenden kaynaklanır. Bu nedenlerden birincisi insanın kültür düzeyiyle ilgilidir. Kültürlülerin konuşmaları sessiz, kültürsüzlerin konuşmaları sesli olur. İkincisinde; kendinin çabaları ve gücü kendisini frenlemeye ve avutmaya yetmemektedir. Bu tam bir delilik belirtisi değilse de; az-çok öyle varsayılabilir. Çünkü; normal olan sessizlik, normal olmayan sesliliktir. Ve çünkü; sessizlik düzenlilik, seslilik düzensizliktir. Düzen tektir ama düzensizlik çoktur. Senin içerideki raflarında duran bardakların, fincanların, tabakların durumu düzendir ve bu düzen sana göre; tek düzendir. Onlardan birinin yerinin değiştirilmesi düzensizliktir. Bardakların, fincanların, tabakların her birinin yerleri yerden yere değiştirilebilir ve bu en azından bizim sonsuz varsayabileceğimiz sayıda yapılabilir.
Hikmet Dede parmağıyla önündeki su bardağını gösterdi:
- Bu bardağın bu durumu sessizliktir ve düzendir. Ben buna bir çay kaşığıyla vurursam; bu sessizlik ve düzensizliktir. Gelgelelim; ben çay kaşığını bu bardağa birbirinden değişik sonsuz noktalardan vurabilirim. O zaman bu çoğulluktur. Ama bardağın, içindeki şu kadarlık suyla şuradaki şu durumu tekilliktir. Ve bardağın bu tekilliği başka türlü olamaz.
Hikmet Dede gülümseyişlerini dinleyenlerinin yüzlerinde gezdirdi:
- Acaba anlatabiliyor muyum?
Soruyu yanıtlayan Ali oldu ve Ali Çaycı Mahir ‘e anlamlı anlamlı bakarak:
- Anlatmasına sen anlatıyorsun da dedem. Dedi. Bakalım bizim gibi bunamışlar, deliler, çocuklaşmışlar ve aklı gel-gitler bunları anlayabilecekler mi?
Çaycı başını Hikmet Dede ‘den ayırmaksızın onayladı:
- Valla haklısın, billa haklısın.
Önce yakınlardan birkaç klakson sesi duyuldu, sonra sokak aralarından birinden ortaya çıkan ve alana doğru ağır ağır ilerleyen bir minibüs göründü. Hikmet Dede toparlanmak istediyse de, Veli eliyle onu önledi:
- Bu gidecek minibüs ama henüz gitmiyor dedem. Dedi. Gidiş saatine kadar yolcu toplamak amacıyla geziniyor. Sen rahatına bak.
Minibüs tertemizdi, pırıl pırıldı, yepyeniydi ve parlak kırmızılı, parlak yeşilli bir renge boyanmış, sol ön camına içeriden “Suşehri-Karahisar” sözcüklerini taşıyan sac bir plaket koyulmuş, sürücü yerinin yanındaki cam yarıya kadar indirilmiş ve şoför, kolunu açık camdan dışarı bırakmıştı. Mermer taraçadaki dört kişilik topluluğu görünce araç ağır ağır oraya doğru ilerledi ve sürücü, sanki tanıdığı birini çağırıyormuşcasına:
- Karaysar? .. Karaysa? ..
Diye seslendi. Ali:
- Hulusi… Dedi. Dolanmayacaksan gel otur, dolanacaksan git dolan… Geçerken uğra; Karaysar ‘a gidecek konuğumuz var…
Şoför yakınlardan el salladı:
- Hele daha buralardayam iyherif. Geçerken alıram konuğu.
Minibüsünü sürüp giden şoförün kullandığı “İyherif” sözcüğü Hikmet Dede ‘ye bir sözcükten çok, bir tanıdık, bir bildik gibi gelmişti. Elinden gelse; bu “İyherif” le kucaklaşacak, sarmaş-dolaş olacak, onu alnından-yanaklarından öpecek, titrek elleriyle ve cansız kollarıyla ona sımsıkı sarılacak ve ağlayacaktı. O, Hikmet Dede için sıradan bir “Herif” değildi, başlıbaşına bir Şebinkarahisar kokan, başlıbaşına bir çocukluk kokan bir “İyherif” ti, Şebinkarahisar ‘ın yabancıya görülmemiş bir sıcaklıkla açılan kollarıydı, Öksürük Kalesi ‘nden, Tamzara ‘dan, Avutmuş Bağları ‘ndan, Küpeli Mahallesi ‘nden, Ermeni Maşatlığı ‘ndan, Cumhuriyet Alanı ‘ndan, İnkilab İlkokulu ‘ndan Suşehri ‘ye düşen bir esintiydi.
Çevresindekiler Hikmet Dede ‘nin derinlere daldığını sezemediler. Ali gülerek eliyle ağır ağır uzaklaşmakta olan minibüsü göstermekteydi:
- Dedem, bu Hulusi var ya, Hulusi; şoför. Bunun takma adı “Denge” dir. “Denge Hulusi”. Başka şoförlere uzaktan-yakından benzemez. Başkaları araçlarını balık istifi doldururlar ve yolda buldukları herkesi arabaya tıkarlar. Hulusi ‘de o yoktur. Minibüs kaç kişilikse yolcusu da o kadarlıktır. Az alır, fazla almaz. Hulusi ‘ye göre haksızlığın hakkı vardır. O hak insana vebaldir ve vebalin diyeti bedeldir ki; o bedel dengeyi bozar. Bozulan her bir denge daha baika dengelerin bozulmasına yol açar. Sonunda bu evrenin dengesine zarar verir.
Hikmet Dede elini ak-pak sakalında gezdirdi:
- Senin bu Hulusi ‘n çok akıllı bir Hulusi ‘ymiş, baksana. “Şoför” deyip geçmemeli. Aralarında işte böylesine doğru ve derin düşünenleri de var demek ki.
- Yani sana göre de doğru mu onun bu dedikleri?
- Doğru. Evrenin kendine özgü bir düzeni vardır. Bu düzen denge düzenidir. Denizdeki bir dalga, nasıl ki; kaynağından kıyıya kadar yansırsa; sonsuz küçüklükteki dengelerde ortaya çıkan aksaklıklar da sonsuz büyüklükteki dengeye de bir öyle yansır. Bu, bir esnemenin esneyenden esnemeyene geçmesi gibidir. Say ki; elinde bir balon var ve sen bu balonu şişiriyorsun. Şişirince ne yapıyorsun? Maddeyi etkileyip onun düzenini bozuyorsun ve senin her üfürüşünde o düzen daha değişik ve çok sayıdaki bozulmalara yol açıyor. Peki, sen üflemesen balon şişmez mi? Şişmez. Çünkü; o düzeni korumaya çalışan bir dış etken mevcuttur. Bu etken evrendir. Böyle bir durumda etkiyle tepki karşıkarşıyadır. Senin şişirme çaban güçlendikçe, tepki de güçlenecektir. İyice şişirmek için daha fazla etkide bulunursan; balon şişemeyecek, patlayacaktır. İşte, en kolay tanımıyla o patlama noktası denge noktasıdır.
Birliktelikleri fazla sürmediği halde, çok iyi arkadaş olmuşlardı. Minibüs eski mermer basamaklar önünde durduğunda, birbirlerinden istemeye istemeye ayrıldılar. Çaycı Mahir, nereden bulmuş buluşturmuşsa, nereden yapmış yaptırmışsa; elindeki bir büyücek paketi Hikmet Dede ‘ye uzatmaktaydı:
- Yolluktur dedem. Gevrektir, dişine göredir. Arada bir atarsın ağzına.
Hikmet Dede şaşkındı ve gülümsüyordu:
- Yirmi-yirmibeş dakikalık minibüs yolculuğunun yolluğu mu olur Mahir. “Ha” dedimmi Karahisar ‘dayım.
- Bu yol yolluğu değildir dedem, bu; “Hatır yolluğu” dur.
- Hatırınız varolsun.
“Denge Hulusi” Hikmet Dede ‘ye kendi yanındaki koltuğu ayırmıştı. Kırk yıllık tanıdık gibi davranıyordu. Ali ‘nin, Veli ‘nin, Çaycı Mahir ‘in ve Şoför Hulusi ‘nin içtenlikleri Hikmet Dede ‘nin gözlerini buğulandırıyor, sisler içerisinde bırakıyordu. Ayrılmaları tanışmalarından daha zor oldu. Şoför Hulusi, bir-iki koltuğu boş minibüsü yokuşbaşına kadar ağır ağır sürdü ve üç arkadaşı Hikmet Dede ‘yi minibüsün yanında yürüye yürüye uğurladılar.
Suşehri ‘den ayrılış bir yokuştan inişle başlamıştı. Yokuş yeni yeni çiçeklenen meyve bağlarının arasındaydı. Güneş çiçekli dalların yanlarını-yanaklarını okşuyor, yokuş inişe inişe vurdukça bağlar varsıllaşıyordu.
Hikmet Dede, yetmiş yıl kadar önce iki atın çektiği yanları açık, üstü tenteli bir yaylıyla geçtiği yoldan şimdi altındaki motorlu bir araçla ve önündeki büyük camdan her bir yanı izleye izleye geçmekteydi. Şurası, inip hayratlık ağaçlardan cepler dolusu alıç topladıktan sonra koşa koşa yetişerek yaylıya bindiği yerdi. Şurada, şu Kızılırmak ‘ın sularında yorgun atlarını sulamışlardı. Şurada, Böygana, Beyba, Ana ve yaylının sürücüsü otlara serili örtüler üstünde hala daha azıklarını yemekteydiler.
Ya bunlar? Bu yapılar, bu çiftlikler, bu meyve bağları, bu tarlalar, bu tarlaları birbirlerinden ayıran sınır taşları, bu sırasöğütler? Bunlar da yetmiş yıl öncekiler miydi? Yoksa, elindeki bir dal parçasıyla önündeki kara sakallı beyaz keçisini güde güde karşılardan kendilerine doğru gelip yanlarından geçen saçı-sakalı beyaza vurmuş, derin çizgili yüzü bakıra çalmış, üstü-başı toz içinde kalmış ihtiyar, Cumhuriyet Alanı ‘nda günübirlik birdirbir oynadığı arkadaşı Cemil miydi? Yetmiş yıl önceki yaylılarının demir tekerleklerinin izleri nerelerdeydi? Hangi acımasız eller o tekerlek izlerinin üstüne bu çamur renkli asfaltı çekmişti? Bu körpe rüzgar, o yaylı atlarının tatlı kişnemelerini bu bağlardan alıp hangi bilinmeyen bağlara götürmüştü? Yanları açık, üstü tenteli yaylı neredeydi şimdi? Yaşlı arabacı nerede son soluğunu vermişti? Karşılardan kendilerine doğru gelip gelip ön cama dayanan bu yaylı neden gerisin geri gitmekteydi? Her geri gidişte ve minibüsün her ilerleyişinde neden bu yaylı, bu ihtiyar sürücü, bu Böygana, bu Ana, bu Beyba biraz daha, biraz daha gençleşiyorlardı? Peki niçin onlar gençleştikçe kendisi bir buğday başağını tersine okşamış gibi oluyordu? Bu biryerlerine batan, battıkça orasını-burasını zedeleyen dikenli teller de nereden çıkmıştı?
- Bana sorarsan iyherif; dünya ahlarla, pişmanlıklarla, keşkelerle doludur. İnsanın bu yaşamda “Keşke öyle yapmasaydım da böyle yapsaydım.”, “Ah, o fırsat şimdi önüme çıkmalıydı ki.”, “Valla, onu öyle ettiğime öyle pişmanım ki.” demediği gün var mıdır? Yoktur. Peki, bu neyi gösterir? Madem ki soruyu ben sordum, yanıtını da ben vereyim bari: Gösterip göstereceği insanın yaşadığını bir daha yaşamak istediğidir. Var mı bir yanlışım iyherif?
Hikmet Dede başını omuzlarının arasına bıraktı. Bu şoför onun aklından geçenleri nasıl da bilebiliyordu? bir şeyler demesine kalmadan, sürücü açık pencereden çıkardığı eliyle gözlerinin önüne cennetten bir köşe serdi:
- Buraya “Aspasa” derler iyherif. Dünya-alem fırsatladıklarında Karaysar ‘dan buraya gelirler, burada yerler, içerler, eğlenirler ve geriye dönmek bile istemezler.
Yetmiş yıl öncesinin “Aspasya” sı işte yanında, işte solundaydı ve yine “Aspasya” ydı. Ama bildiğini okuyan zamandaki alıcı alıcı kuşların pençelerine düşmüştü. Yırtıcı pençeler nice bir yetmiş yılların Aspasya ‘sını didik didik didiklemişler, derisini-etlerini sıyırmışlar, soysuz soysuz avuçlar al yüzüne karalar çalmışlar, uzandığı dalları ellerinde kırmışlardı. Türedi zamanlarda büyü bozulmuş, Aspasya doğayı betona hapseden bir cadıya yerini-yurdunu bırakarak dönmeyecek rüzgarların önlerine düşüp kelle-paça biryerlere gitmişti ve yerinde, gözlerinden alınarak çelik musluklara armağan edilmiş birkaç damla gözyaşı kalmıştı.
Bir süre sonra Köroğlu Gözesi ‘nin kendisini karşılayacağını biliyor, sanki yerinde daha bir iyi doğrulursa; onu daha bir iyi görebileceğini sanıyordu. Fakat ilçe yakınlaştığı halde Göze görünmüyordu.
- Göze ‘ye yaklaştık mı Hulusi?
- Ne gözesi iyherif?
- Köroğlu Gözesi.
- Babamdan duymuştum; Aspasa ‘dan bu yana olan yere öyle derlermiş. Ama artık ne Köroğlu var ne de gözesi.
Ölüm haberi Hikmet Dede ‘yi biraz daha yaşlandırdı, biraz daha hırpaladı, biraz daha çökertti ve biraz daha eritti. Soluğu zayıflamıştı. Ağzı çiriş çanağı gibiydi ve dilinde pas tadı vardı. Gönlü yaşlı bedeninde küçük bir çocuk olmuş, sol koluyla göğsünü, sağ koluyla yüzünü korumaya çalışarak, hiçbir öğüdü, hiçbir avutmayı pekilenmeyerek “Bana ne? .. Bana ne? .. Ben Göze ‘mi isterim…” diye ağlıyordu. Yanını-yöresini nohut ve mercimek tarlaları bürümüş, yamaçlarını iri ve sulu meyve veren armut ağaçları sarmış, başını-göğsünü çimenlere-çiçeklere dayamış göze, kendisini bir kopmuş yaprak gibi alıp götüren yeller-seller içindeydi. Sarı kabuklar içindeki unlu unlu meyvelerini toplayıp toplayıp bakır bir tasa doldurduğu o yaprakları güneşte pırpırlayan iğde ağaçları, o hayratlık emzik dutlar, o kuşburnular artık kendisini beklemiyorlardı.
Şebinkarahisar ‘a nereden, hengi yandan girdiklerini hiç bilemedi.
Yorgundu, bezgindi, umutsuzdu, erimişti, tükenmişti. Yanına koyduğu yolluğu, koyduğu anda unutmuştu. Karnı acdı ve gözkapakları kurşunlar gibi ağırdı. Kendisini ilçe girişinde karşılayan serin bahar akşamı, cümle hüzünleri, cümle yalnızlıkları, cümle umarsızlıkları, cümle acıları kucağında getirmişti.
- Bu yakınlarda otel bulunur mu Hulusi?
- Ne oteli iyherif? Şu yolcuyu bırakayım, sen, bize götüreceğim. Otellerde-motellerde kalamazsın. Konuğumsun.
Pekilenmedi, Hulusi ‘lere girmedi, konuk-monuk olmadı. Hatır-gönül kırmadan güçlü bir ihtiyar inadıyla minibüsten çarşıdaki bir otel önünde indi. Yerini tuttu. Parasını peşin peşin ödedi. Odasına yolluksuz çıktı ve yaşlı gövdesini örtüsünü bile açmadığı bir yatağa bıraktı.
Giysileri üstündeydi. Ak-pak olmuş saçları yastıkta, ak-pak olmuş sakalı göğsünde dağılmıştı. Yüzünün kırışıklıkları eskisine oranla daha bir belirgin, daha bir derindi. Bir kolu gövdesinin altında kalmış, obir kolu olanca güçsüzlüğüyle yanına uzanmıştı. Kırışmış-buruşmuş elinin damarlarında pıtpıtlayan nabızlar vardı. Bacaklarında zorlu uyuşukluklar mevcuttu. Sinsi sızılar kemiklerinin üstünde topal böcekler gibi kekeleye kekeleye gezinmekteydi.Birbaşına olduğu zamanlardaki gibi ikibaşına da değildi. Kendisi kendinden ayrılmış, uyanabileceği zamana kadar onu ona bırakmıştı. Koca bir evrende bir böcekten daha yalnızdı Koca bir evrende bir böcekten daha korunmasızdı. Ananları belki varsa da, arayanı yoktu. Varlığını bir Yaratan, bir de otelcilik yapsın diye yaratılan biliyordu. Kendisi bile kendisinin varlığından habersizdi.
Hikmet Dede, bir yabancı gecenin bir tanımadığı saatinde karanlıklara uyanır gibi oldu. Yalnızlığından, korumasızlığından ve unutulmuşluğundan korktu. Bedeninin altında kaldığı için uyuşmuş olam kolunu sızılar içinde karanlıklara uzattı ve arasına düştüğü dikenlerden kurtulmaya çalışan bir böcek gibi mızıldandı:
- Böygana? .. Ana ‘can? .. Beyba? .. Burada mısınız? .. Korkuyorum…
Hemen arkasından, kol yanına, baş yastığa düştü.
Garip bir akşamın Hikmet Dede ‘yi yatırdığı döşekte, Şebinkarahisar ‘ın bahar kokan temiz yüzlü ve serin güneşi Hikmet Çocuk ‘u buldu. Afacan afacan bakan gözlerinde varsıl parlaklıklar gezinmekteydi. Gece, ak-pak saçlarını beş numara makineye vurarak, ak-pak sakalını bir keskin usturayla kazıyarak ve yüzündeki çizgileri-kırışıklıkları derinlerden bir bir toplayarak alıp götürmüş, güneş başına gergin, pırıl pırıl, kaymak gibi bir yüz getirmişti. Paçaları dizkapaklarının üstünde olan kısa ve kara bir pantolon içindeydi. Pantolonunun aşırtmaları omuzlarından arkaya çapraz atılıp beyaz gömleğinin üstünden kopçalanmıştı.Kısa kollu gömleğinin üst iki düğmesi açıktı. Pantolonunun sağ arka cebinde, lastiği dışarı sarkan bir sapan vardı. Elleri-kolları-dirsekleri kirli fakat diriydi ve ayakları yere ayakkabısız, çorapsız basmaktaydı.
Odada lavabo vardı ama o, ellerini-yüzünü, kollarını-ayaklarını bile yıkamadı. Oda kapısını açar açmaz kendini merdivenin trabzanı üstüne attı. Trabzana ata biner gibi bindi. Önü yukarı, arkası aşağı gerisin geri kayarak alt kata indi. Kendisine faltaşı gibi açılmış gözlerle bakan otelciye:
- Merhaba amca…
Diyip dışarı fırladı. Otelcinin “İşte bu ahırzamandır. Ak saçlı, ak sakallı dedeler merdivenleri trabzanlardan kayarak iniyorlar iyherif.” diye homurdandığını bile duymadı. Zira; çok meşguldü ve kapı önünde kendisini bekleyen atına binmeye çalışıyordu. Atı çok körpeydi, çok yeşildi. Başı kalın, kuyruğu inceydi. O ata binmedi, at onun bacaklarının arasına girdi ve başını onun sol eline verdi, sonra uzun uzun, körpe körpe kişnedi. Hikmet Dede koşmaya, atını bacakları arasında koşturmaya ve sağ avucuyla atının incecik sağrısına şamarlar indirmeye başladı:
- Deh benim atım… Deh deh deeeh…
Daldan ibaret bir gövdesinden başka hiçbir şeyi bulunmayan körpe at, burnundan keskin soluklar püskürterek çarşının şaşkın kalabalığı arasından dörtnal geçti, kale eteklerinden dolanarak Avutmuş Bağları ‘na uzanan yokuşun başına geldi, orada şahlanıp ağzından köpükler saçarak durdu.
- Amca, bir postahane olacaktı buralarda?
- Ömrü sana olsun iyherif. Altmış yıl önce yıktılar onu.
Avutmuş ‘a inen yokuşun başındaki İstiklal İlkokulu ve birkaç adım ötesindeki Cumhuriyet Alanı oradaydı işte. Kendisinden “Baytekin” ler ve “Çocuk” dergileri alıp okuduğu Turan, okul kapısının önünde duruyordu. Mısır püskülü saçlı, kara önlüğü kırmızı yamalı Zehra yine duvar dibinde iki göz-iki çeşme ağlamaktaydı. Turan, elindeki sigara kutusu kapaklarından oluşan desteyi sağ bacağına vura vura sırıtıyordu:
- Hiki, hazır mı senin papeller? Çocuklar papel oynamak için bizi alanda bekliyorlar. Nerelerde kaldın iyherif?
Hikmet Dede atlı, Turan yaya, rüzgar gibi uçup alana ulaştılar.
Bu nice işti? Ortada ne bir Cumhuriyet Alanı, ne alanda papel oynayan çocuklar, ne yanında Turan, ne altında söğüt dalından atı vardı. Gözleri, alanın bir köşesine çekilerek paslanmaya bırakılmış olan yolbasanı yani silindiri aradı. Yolbasan? Yolbasan? Yolbasan? Yolbasanı şeytan almış götürmüş, satamamış, geri de getirmemişti. Çevre duvarları alanın yanına kadar inen Ermeni Maşatlığı bir uçan halıya binip gitmiş ve şişeden çıkan bir ne halt ettiğini bilmez dev, onun yerine bir büyük hastane çökertmişti. Önü-arkası, yanı-yöresi insanlarla doluydu. Biryanlarda kaportaları güneşte kırlangıç göğüsleri, arı kanatları, gül yaprakları gibi parlayan otomobiller vardı. Tamzara ‘ta giden yol, gitmiş, gitmiş, gidebildiği yerde kalmış, bir daha dönmemişti. Köroğlu Gözesi ‘ne uzanan yoldaki erik, elma, armut, kiraz, vişne ağaçları yaşlandıkça evleşmişler, yapılaşmışlar, selamlarına başlar çevirmişlerdi.
Küpeli ‘ye çıkan yokuşu karşısında bulunca; Hikmet Dede ‘nin gözlerinden yanaklarına damlalar düştü. Yüreği duracak gibi oldu. Solukları sıklaştı. Gücü-takati kesildi. Dizleri-bacakları titredi.
Yokuşu çıkarken tükeneceğine güçlendi.
Yetmiş-yetmişbeş yıl önce oturdukları ev orada, karşısındaydı. Tehlikeyi sezen bir kısrak gibi başını yukarı yukarı kaldırmıştı. Kimisi kırık-dökük, kimisi camsız pencereleri baktığını görmeyen, perde inmiş gözler gibiydi. Bahçenin yüksek çatılı kapısı ve duvarları çürük dişler gibi yerlerdeydi. Erik, kiraz, vişne, elma, armut ve ceviz ağaçlarıyla asmaların yerlerinde mezarlık üzerlikleri kıyasıya tepiniyorlardı. Harabeden çıkan öfkeli bir kadın, bileğinden kavradığı kirli bir küçük kızı dövmekteydi:
- Seni yanıkara seni… Bir daha bu harabeye girmeyeceksin, anladın mı? Girmeyeceksin…
Hikmet Dede ayakta duramadı. Önce çömeldi, sonra çöktü. Avucuyla toprağı süpürmeye, yetmiş-yetmişbeş yıl önceki çıplak ayaklarının izlerini aramaya başladı. Çöpçüler ne de erken kalkmışlardı, çöpleri elim-yüzüm demeden nasıl da süpürmüşlerdi. Ne yana bakacağını bilemeyen gözleri sisler, tüller, yağmurlar içindeydi. Toza-toprağa bulanmış eline ak-pak sakalı aşırı ıslak geliyordu.
Yorulmuştu, üşümüştü, acıkmıştı ve uykusu vardı.
Bulunduğu yerden kalkmamaya, eve gitmemeye, Böygana ‘ya, Beyba ‘ya, Ana ‘ya kendini bir iyice arattırmaya kararlıydı.
İnadı inattı.
Her zaman o onları arayacak değildi ya, biraz da onlar onu arasınlardı.
Şımarık şımarıktı. Mutlu mutluydu. Umutlu umutluydu. Hele bir güneş devrilip devrilip batsındı, hele bir akşamlar gelip gelip insindi, hele bir hüzünler heryanı heryanı kaplasındı, hele bir ortalıktan eller-ayaklar çekilsindi, hele bir tozlar-topraklar mühürlensindi, bak ki; o Böygana, o Beyba, o Ana nasıl bir cana-başa düşeceklerdi, nasıl bir kendisini fellik fellik arayacaklardı, nasıl bir bulacaklardı, elinden nasıl bir tutup tutup götüreceklerdi, akşam serininde ocak başına oturtup eline nasıl bir, üstüne tereyağı sürülmüş ekmek dilimini vereceklerdi ve işte o zaman o yalpı ekmek dilimini nasıl bir şımarık şımarık yiyecekti.
- Dede, ne arıyorsun burada? Niçin oturuyorsun bu kupkuru toprakta?
Hikmet Dede erimişti, tükenmişti, takatsizdi, yanıt vermeye gücü yetmedi. Onun yerine soruyu Hikmet Çocuk yanıtladı:
- Böygana ‘mı, Beyba ‘mı, Ana ‘mı bekliyorum. Gelecekler, beni bulacaklar, bileğimden tutup evimize götürecekler ve bana, üstüne tereyağ sürülmüş bir dilim ekmek verecekler.
Çevresine Öbeklenmiş yaşlı-genç, kadın-erkek kalabalıktan biri mırıldandı:
- Bu yaşta insanın Böygana ‘sı, Beyba ‘sı, Ana ‘sı mı olur be?
Mısır püskülü saçlı, kara önlüğü kırmızı yamalı bir yaşlı Zehra sözcükleri dişsiz ağzında zar-zor geveledi:
- İnsan şu veya bu yaşa gelmeden o yaşta görülenleri göremez, duyulanları duyamaz, bilinenleri bilemez, yaşananları yaşayamaz iyherif. Bu yaşa gelebilirsen; senin de yolunu bekleyeceğin bir Böygana ‘n, bir Beyba ‘n, bir Ana ‘n olacaktır.
Dedi.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 7-54/220

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 3.6.2007 22:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu