İlkler-28 (Hikmet Baba 'nın İlkleri - 7)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-28 (Hikmet Baba 'nın İlkleri - 7)

İlk Doyuş

Serin sabah güneşinin körpe ışıkları, temiz pencere camlarını öpmeye çalışan dışarıdaki tellikavağın yapraklarının yelpirdenişlerini masanın camına getirmiş, cam üstünde pırıltılı kıpırtılarla oynaşmaya başlamıştı. Dalların hışırtıları camın içinde ve bırakılan ekmek parçalarına üşüşmüş üç-beş serçe, camın dışındaki daracık pencere taraçasındaydı. Masanın bir köşegeninde durgun, duru, aydınlık bir güneş vardı. Yana açık perdelerin kenarları yukarıdan aşağıya inen sırmalar gibi ışıldamaktaydı. Masadaki kağıtlar bir gölgeleniyor, bir aydınlanıyor, yerinde durmayı pekilenemeyen kavak yapraklarının gölgeleri esniyor, kıpırdanıyor, yaylanıyordu.
Cam- mam dinlemeyen güneşin ilk sıcaklığına sırtını açmış olan Hikmet Baba, okuyup havale ettiği kağıt tomarlarından başını kaldırarak elindeki ıslak bezle dolapların tozlarını almaya çalışan odacıya baktı:
- Mustafa. Dedi. Söylediklerimi bana bir daha söyletme oğlum. Görüyorsun ve biliyorsun; bu odanın iki kapısı var. Bu kapı personelin çalıştığı salona açılıyor. Şu ikinci kapı ise; doğrudan koridora yani dışarıya açılan bir kapı. Personele açılan kapıyı istediğin kadar kapalı tut ama dışarıya açılan kapıyı hiçbir zaman kapalı tutma. Çalışma başlar başlamaz kapıyı aç ve çalışma bitinceye kadar da öyle bırak. Bizim dışarıyla ilişkimizi sağlayan kapı o. İşi olan yurttaşlar buraya oradan geliyor ve ayrılırken oradan gidiyorlar. Kuruluşumuz açısından o kapı “Devlet Kapısı” dır. Ve devletin kapısı yurttaşlara her zaman açık olmalıdır. Kapısı kapanan devlet bitmiş demektir. Oysa; içerden-dışardan oynanan tüm oyunlara rağmen bu devlet sonsuza kadar yaşayacaktır. Kurucusu olan Büyük Atatürk de bunu böyle söylemiştir. Devletin açtığı kapıyı uyruk kapatamaz. Aç o kapıyı. Gelip gidenlerden kim farkında olmaz, kim haddini bilmez de kapatırsa kapatsın, sen aç. Her kapanışında aç. Yine aç, yine aç, yine aç. Bir odacının en başta gelen görevi budur. Yurttaş hizmetini gördürmek için kapı çalmak zorunda kalmamalıdır. Çünkü; yurttaşlar devlet için var değillerdir, devlet yurttaşlar için vardır.
İriyarı, esmer, kıvırcık saçlı, pos bıyıklı odacı küstah koruyucu havalarındaydı:
- Bu kapının bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum müdürüm. Dedi. Anarşiye karşı bir güvenlik önlemi olsun diye kapatıyordum. Biliyorsunuz; demir çubuklarla adam öldürüyorlar. İnsan canının tavuk canı kadar bile değeri kalmadı. Şiddet kolgeziyor ülkede. Dün karşı dairenin şoförünü öldürdüler kapının önünde. Yani anlıyorsunuz; sırf size bir şey yapmasınlar diye.
Hikmet Baba odacısına sevgi dolu gözlerle bakmaktaydı:
- Elbette ki; anlıyorum Mustafa. Dedi. Önlem almaya çalışman iyi bir şey ama ne yapalım, durum böyle. Birileri haklı-haksız, yerli-yersiz üstümüze üstümüze gelirken ve bizim, eli çifteli avcı önünde tavşan gibi kaçmaktan öte çıkar yolumuz yokken, sen bu kapıyı kapalı tutmuşsun ne fark eder? Zincirlerle bağlasan; kalkıp arkasına koldemirleri vursan da; yarar sağlamaz: Kapı kapıdır; yüklenilmeye görsün: açılır, kırılır. Benim söylemek istediğim şudur: Devletin kapısını gücümüz yetti kadar yurttaşa açık tutmalıyız.
Odacı buyruğu pek de pekilenmek yanlısı görünmüyordu:
- Ama müdürüm…
Diye direnmek istediyse de, durum değişmedi ve Hikmet Baba sözü kestirip attı:
- O kapıyı açık tut Mustafa. Şimdi şu soğuyan çayımı bir değiştiriver ve pencereleri aç; sigara dumanı çıksın.
Odacı söylenenleri yerine getirdi ve elindeki ıslak bezle odadan ayrıldı.
Bakışları karşısındaki boş koltuklara takılıp kalan Hikmet Baba, odacının getirip masasına bıraktığı sıcak çayla ilgilenmedi bile. Düşünceleri onu masasından çekip almış ve sokağın ortasına bırakmıştı. Ülke ne hale gelmişti böyle? Yurt baştanbaşa anarşi içindeydi. Can güvencesi kalmamıştı. Kapılar-pencereler, duvarlar-evler sahiplerini koruyamıyordu. Kimse bir sonraki güne, bir sonraki saate, bir sonraki dakikaya sağ çıkacağından emin değildi. Birbiri ardından baş gösteren cinayetler, soygunlar, bile bile çıkarıldıkları bilinen yangınlar, bombalamalar, adam kaçırıp ortadan kaldırmalar, yolkesmeler kanıksanan olaylardan sayılmaktaydı. “Suç samur kürk olsa kimse üstüne almaz.” İnanışı yıkılmıştı. Zira; mantar gibi bitip türeyen örgütler suçu sahiplenebilmekte birbirleriyle yarışıyor, önemini yitiren sorumluluğu kapmaya çalışıyorlardı. Kimvurduya gidenlerin canakıyıcıları çıkmaz ayların son çarşambalarındaydılar. İdeolojik bölünmeler, yurttaşları, yüksek öğrenim ve öğretimi kendi yanına çekmekle yetinmemiş, önce ortaöğretime, sonra ilköğretime de elatmıştı. Yaşlılara saygı ve küçüklere sevgi ortadan kalkmıştı. Duvarlar, yollar, alanlar, dağlar-tepeler, kayalıklar ve hatta mezartaşları bile militarist sloganlar içindeydi. Yaşlılar militanlaşmış, gençler militanlaşmış, kadınlar, çocuklar militanlaşmıştı. Evlerinin duvarlarına yazılmış sloganları silmek-sildirmek yürekliliğini kimsecikler gösteremiyordu. Yerler-gökler, karalar-denizler, tepeler-ovalar, göller-akarsular anarşiye teslimdi. Yurttaşın güvencelerinden olan kolluk güçlerinin telefonları dahi küstahca tehditler altındaydı, işyerleri, eğlence yerleri, konaklama yerleri güneş batmadan kapatılmakta, akşamın görünmesiyle caddelerin, sokakların, alanların boşalması bir olmaktaydı. Saldırıya uğrayıp yaralananlara kimsecikler el uzatamıyor, el uzatmak ve yardım etmek yürekliliğini gösterenler bir daha kimselere el uzatamayacak, kimselere yardım edemeyecek hallere getiriliyorlardı. Bile bile çıkarılan yangınları söndürmeye giden itfaiye neferleri dövülüyor, bıçaklanıyor, öldürülüyordu. Haraç postaları para kokusu olan heryerde kolgezmekteydi. Bir örgütün tahsildarları alacaklarını alıp bir işyerinin kapısından çıkarken, bir başka örgütün tahsildarları bacasından giriyorlardı. Ülke ruhsatsız silah deposundan farksızdı. Genellikle hastalara bakılmıyor, bakılamıyor, bakıldığında; başa gelenlere pişmiş tavuklar bile gülüyordu. Hapishaneler militanların yatakhanelerine, dershanelerine, misafirhanelerine benzetilmişti. Militarist güçler, yolculuk özgürlüğünü ortadan kaldırma peşindeydiler. İstedikleri araçları, birçok yerlerde durduruyor, diledikleri gibi arıyor, resmen kimlik kontrolleri yapıyor, adam indiriyor, adam öldürüyorlardı. Aynı çatı altında yaşayan komşuları öldürülürken, insanlar kurtuluşu, kapılarını kör, duvarlarını sağır eylemekte buluyorlardı. Militan öğrenci, militan olmayan öğretmenine dersi nasıl anlatması gerektiğini öğretiyordu. Kalabalık çayevlerine, lokantalara ve benzeri yerlere elini-kolunu sallaya sallaya giren bir militan, büyük bir rahatlık içinde bir şeyin üstüne çıkıp istediği yasaya, istediği yöne-yönteme dilediği biçimde veryansın ettikten sonra çıkıyor, çıkarken; aynı yerde önceden pusuya yatmış kalabalık arkadaşlarını da yanında götürüyordu. Basın ve yayın yaşamı alt-üst edilmişti. Kalem sahiplerinin her biri bir yanı tutuyor, her biri birilerine saldırıyor, her biri kendini haklı ve doğru görüyordu. Dağıtanlar, kendilerinden olmayanların bastıklarını dağıtmıyorlardı. Kimileri, izlemeye aldıkları insanların siyasal yönlerini saptayabilmek için, onların okudukları veya okuduktan sonra yırtıp çöpe attıkları gazeteleri incelemelere alıyorlardı. Aynı evdeki aynı ailelerin bireyleri, sırf değişik görüşlere sahip oldukları için, aynı evde, aynı lokantada yemek yiyemez, aynı evde, aynı otelde yatamaz olmuşlardı. Otellerde konaklamak, şurada-burada yemek yemek, öteden-beriden alış-veriş etmek zorunda kalanlar, oraların sahiplerinin yandaşları olarak değerlendirilmekte, kendilerine öyle de dostluk veya düşmanlık gösterilmekteydi. Hoşgörü bir yanda, biryerlerde küflenmeye bırakılmıştı. Aynı dinden olanlar, birbirlerinin gidedurdukları tapınaklara ya hiç gitmemekte, ya da girerken-çıkarken ayrı kapıları kullanmaktaydılar. Devrimler tukaka edilmişti. Kimileri Peygamber ‘den öte peygamberlik, Kitap ‘tan önce kitaplık, İman ‘dan önce iman, devlet büyüklerinden öte büyüklük, Yargıç ‘tan öte yargıçlık, haktan öte haklılık taslamaktaydılar. Gücü ellerinde bulan bazıları astını üstüne üst, üstünü astına ast yapmaktan kaçınmıyorlardı. Aile ailenin, komşu komşunun, köy köyün, belde beldenin, ilçe ilçenin, il ilin düşmanı haline getirilmişti. Kimsecikler başka görüşte olanların yerleşme yerlerine gidemiyor, kimsecikler kendi görüşünde olmayanların kendi yerleşme yerlerine gelmesine izin vermiyordu. Sokaklar, caddeler, alanlar, yöreler birbirine aman tanımayan değişik militarist görüşlerle paylaşılmıştı. Aylığının verilmesini bekleyen işçinin parası, alınıp getirileceği yerden daha alındığı anda vurulup götürülüyordu. İşyerleri müşterinin tipinden-giyiminden görüşünü sezmeye, işlemini ona göre yapmaya çalışıyordu. Yerinde, bir aynı ailenin bireyleri birbirlerini ihbardan çekinmiyorlardı. Tapınaklar bölünmüş, tapanlar bölünmüş, iş adamları-memurlar bölünmüş, çiftçiler-işçiler bölünmüş, yönler bölünmüştü. Yansızlık pekilenilmiyordu, hiçbir görüşte olmamak pekilenilmiyordu, tüm görüşlere aynı uzaklıkta kalmak pekilenilmiyordu. “Benden değilsen; bana karşısın.” Düşüncesi egemendi. “Benimle aynı görüşte değilsen; düşmanımsın.” Düşüncesi geçerliydi. Selamet “Bana gel, benden ol” a pekilenmekteydi. Yurtseverlik, her biri bir ayrı görüşte olan militarist fraksiyonların tekeline geçtiği için, yurttaşlardan bir kesimi bir başka kesimin gözünde yurt düşmanı olup çıkmıştı. Oysa; her ailenin, bir yakın savaşın şu veya bu cephesinde verilmiş en az bir şehidi vardı ve bu yurt düşmanlarının dedelerinin kanı, rüzgarlara bağrını açan bayrağın altında, kemikleri güneşe doğrulan buğdayların toprağındaydı.
Gerçek düşman dış düşmandı, tek beden, tek düşünce, tek amaç halindeydi ve pençeleri Türk ‘ün yakalarında, hançeri Türk ‘ün gırtlağında, tuzağı Türk ‘ün ayağında, zehiri Türk ‘ün aşında-ekmeğinde, belası Türk ‘ün başındaydı ve Türk, şöyle bir silkindiğinde üstünden atabileceği bir basit soğukalgınlığının gelip geçici titreyişleri içindeydi.
O, bileklerine vurulan zincirleri, ayaklarına bağlanan gülleleri, o, içine kapatıldığı çelik kafesleri nice bir kereler kırıp parçalayıp atmıştı. O, Sevr ‘i darmadağın etmişti. Bu basit soğukalgınlığını bir-iki aksırık-tıksırıktan sonra elbette ki başından defedecekti.
Hikmet Baba sokaktan kendine döndü.
Kendisi de yandaştı ama devletten, devletin görüşünden yanaydı. Ne yazıktır ki; devletten yana olanların sayısının pek de fazla olduğunu söyleyebilmek kolay değildi. Zira; kendinden yana olmayanlar bile devletin çatısı altında onun ekmeğini yemekte, aşıyla beslenmekte, küstahça bir yüzsüzlükle semirmekte, işin ilginç yanı; bunu da kendileri için doğal bir hak olarak görmekteydiler. Bunlar gündüz külahlı, gece silahlıydılar. Yasaları çiğnemek için yasalara, hakkı silip atmak için hakka sığınmıştılar. Devlete saygı yerine nefret besliyorlar, hizmet etmek değil, köstek vurmak istiyorlar, onu başlarında taşımayıp ayaklarının altına almak için elden geleni geri koymuyorlardı.
Hikmet Baba korumasız olduğunun bilincindeydi. Bir yandan olmadığı için her yanın hedefi halindeydi ve canı bir kurşunun, bir bıçağın, bir demirçubuğun, bir zincirin, bir muştanın, bir-iki yumruğun ucundaydı. Saldırıya uğradığında; o canını vermeden, o kanını dökmeden kimseciklerin yardımına gelemeyeceğini, gelmeye bile yeltenemeyeceğini biliyordu. her biri bir başka görüşün sempatizanı haline getirilmiş personelinden de hiçbir şey umut etmiyordu. Zira; her birinin bu hale cankorkusu yüzünden düştüklerine emindi.
Gerektiğinde canını koruyacak bir tek topluiğnesi bile olmadığını düşündü, acı acı gülümsedi, olacakları geleceklere bıraktı, kaderi kırkbeşledi, masaya yığılmış kağıtları, dosyaları, klasörleri yeniden ince eleyip sık dokumaya koyuldu.
Yazışmalar ne kadar yanlıştı. Kullanılan sözcükler ne kadar rastgeleydi. Anlatımlar ne kadar eksik, ne kadar karışık, ne kadar anlaşılmazdı. Yazı estetiği ne kadar ayaklar altına alınmıştı. Rakamlar ne kadar harfe, harfler ne kadar rakama benziyordu. Yazışma yöntemleri ne kadar kişiliksizdi. Heceler ne kadar çok bölünüyordu.
Elyazısıyla yazılmış bir nüfus cüzdanını incelerken elinde olmaksızın eskiye indi. Eskiden nüfus dairelerinde, evlendirme dairelerinde, bankalarda, pasaport işlerinde sadece yazısı-rakamı güzel olanlar çalıştırılırdı. Zira; nüfus cüzdanı tüm bir yaşam boyunca, evlilik cüzdanı tüm bir evlilik süresince taşınacak, banka cüzdanları kesin ve anlaşılır olacak, pasaportlar yabancıların gözleri önüne serilecekti. Elindeki nüfus cüzdanını dolduran ilgili, adamın doğum yerini “Erz” olarak yazmış, “z” yi bir çizgi halinde uzatmakla yetinip gitmişti. Ülkede “Erz” diye bir il var mıydı? Yoktu. İlçe miydi, belde miydi, köy müydü? Bilinemiyor, anlaşılamıyordu. Bu “Erz” neydi? “Erzurum” daki “Erz” miydi, yoksa “Erzincan” ın “Erz” i miydi?
Hikmet Baba ‘ya göre; kimsecikler öğrenme ve öğretme peşinde değildi ama herkesler diploma peşindeydi. Stajyerliği sırasında bankadaki bir ağabeyinin kendisine “Dokuzu öyle yapma, şöyle yap.”, PTT ‘deki bir şefinin “Virgülü otaya değil, şuraya koy.”, müfettişliğinde üstadının “Şuraya ve değil, virgül koyalım.” dediklerini anımsadı.
Öğrenim çökmüştü. Herkes herkese öğretme peşinde olduğu halde, kimse kimselerden bir şeycikler öğrenmek istemiyordu. Bilgi yozlaşmış, sonunda onsuz da olunabileceği kanısına varılarak kaldırılıp çöpe atılmıştı. İnsanlar vurguya gerek görmeden konuşuyorlar, noktalamaya dirsek çevirerek yazıyorlardı. “Hâlâ” “Hala” ya, “Alem” “Âlem” e, “Adem” “Âdem” e, “Buhran” “Burhan” a, “Sukut” “Sükût” a, “Mefruşat” “Meşrubat” a, “Mahiyet” “Maiyet”e ve “İdrak” “İdrar” a karımıştı. Yazışma dili öykü diliyle, sokak ağzıyla ve konuşma diliyle yerler değiştirmişti. Resmi yazışmalarda çok büyük bir kolaylıkla “Şu kadar gün içinde şu makama gel ‘eceksiniz, bu belgeyi şöyle dodur ‘acaksınız, aynı gün baş vur ‘acaksınız, şu kadar adet tanı getir ‘eceksiniz.” Denilebiliyordu. Üstelik de “Baş vurmak” la “Başvurmak”, “Aded” ile “Adet” arasındaki anlam değişikliğinin yani antonimin ve “Tanık” türünden insanların adetleştirilemeyeceğinin farkında bile olunmuyordu. Canlarının tavuk canı kadar bile değerinin kalmadığından olmalı ki; artık insanlara yazışmalarda “Sayın-mayın” demeye gerek görülmüyordu. En basit uyarılar bile “Yap. Et. Yoksa; asarım, keserim.” leşmişti. Görünürlerde; “Gelir misiniz? ” kalmamıştı, yerine “Gel” ler oturmuştu. “Yapar mısınız? ” lar gitmiş, yerini “Yap.” lar almıştı. Öğütler, öğretmeler, düzeltmeler beklenen yararı sağlayamıyordu. Yeniletilmek istenen her yazı, öncekinden bir daha beter geri getiriliyordu. Görevli görevini müdürüne yakmıştı. Müdür odacılığının odacılığını yapıyor, odacı müdürüne gidip gidemeyeceğini sormuyor, gidiyor olduğunu söylemekle yetiniyordu. Gizli yazılar, bilmesi gerekenler bilemeden, bilmemesi gerekenlerce öğreniliyordu.
Hikmet Baba yeniden sigara yaktı ve tüm iş yaşamında belki de ilk kez kalemini masasının üstüne bırakıp kağıt tomarlarını ileri itti.
Müdürlük görevini bir ek görev olarak yüklenmişti. Eski müdür atandığı yere gitmemekte direnmekteydi. İki yıldan bu yana aralıksız sağlık raporları alıyor, çarşılardan birinde karısı adına açtığı bir mağazada beyazeşya ticareti yapıyordu. Davulu Hikmet Baba ‘nın boyn unda, tokmak da, yasalar öyle gerektirdiği için, onun raporlarını pekilenmek zorunda kalanların ellerindeydi. Müdür yardımcısının durumu da onun bir benzeriydi. Onu da atadıkları yere gönderememişlerdi. Bu nedenle boyundaki davul ikilenmiş, kendi davuluyla birlikte üçlenmişti. Eskiden, görevini şöyle veya böyle yapan ve aylığını alan yardımcı, iki yıla yakın bir zamandır yine aylıklarını alıyor, ancak karşılığında hizmet yerine sağlık raporu verip duruyordu. Tek aylık karşılığında üç ayrı davul çalma zorunluluğu düşe düşe Hikmet Baba ‘ya düşmüştü. Evinin yüzünü göremiyordu. Bazan masasının başından sabahın ilk ışıklarıyla şöyle bir kalkıyor, lavaboda elini-yüzünü yıkıyor, yeniden masasının başına oturup işe “Nerede kalmıştık? ” lardan başlıyordu. Buyruğundakiler, bu davranışı onun işe erken gelmesine veriyor, zaten üstünde de durmuyorlardı. Zira; Hikmet Baba, tembellere göre işgüzardı, komünistlere göre faşistti, faşistlere göre komünistti, yobazlara göre dinsizdi, ateistlere göre yobazdı, liberallere göre kafatasçıydı, kafatasçılara göre liberaldi, tutuculara göre devrimciydi ve devrimcilere göre karşıdevrimciydi. Kısacası; her şeye göre bir şeydi ama aslında sadece bir devlet, bir ulus yandaşıydı.
Odanın personele açılan kapısının vurulması ve açılması Hikmet Baba ‘yı düşüncelerinden kopardı.
Şef Güllabi kapı dibindeydi ama hiç de her zamanki Güllabi değildi. Pardösüsü sırtındaydı, suratı sapsarıydı ve kara saçları rüzgarda dağılmıştı. Onu çalışkanlığıyla, ahlakıyla, örnek davranışlarıyla tanımış ve sevmiş olan Hikmet Baba, genç irisi delikanlının görünüşüne pek bir anlam verememişti.
- Gel bakalım, Güllabi… Diye seslendi. Pek iyiye benzemiyorsun. Yüzün-gözün sapsarı ve saçların darmadağın. Ne oldu, ne var?
Şef kapı dibindeki yerinden mırıldandı:
- Gerçekten de iyi değilim müdür bey.
- Geç otur şöyle. Bir soluk al bakalım. Ne içersin, ne getirteyim sana?
Delikanlı geçip bir koltuğun önüne istemeye istemeye ilişti:
- Hiçbir şey içmem müdür bey. Dedi. Yıkıldım ben, yıkıldım. Bana kötü sicil vermişsiniz.
Hikmet Baba, duyduğu sözler karşısında afallamıştı:
- Ne diyorsun sen be? Diye çıkıştı. Bunu nasıl söyleyebilirsin? İyi ki; üzüntünü gizlemedin ve yüzüme karşı söyledin. Gel buraya, gel yanıma şöyle.
Baba, masasının kilitli gözünü açıp dışarı çekti, içinden kilidi şifreli büyük bir metal kutu çıkararak açtı, kutudaki bir deste kağıdı masanın üstüne koydu:
- Siciller yani tezkiyeler bunlar. Dedi. Personelin fotoğraflarını bunlara sen kendi elinle yapıştırmadın mı? Kimlik bölümlerini o güzel yazınla sen doldurmadın mı?
- Evet evet. Ben yapıştırdım, ben doldurdum.
- Al da bir bak öyleyse şunlara. Sadece seninkine değil, yanı sıra tüm arkadaşlarınınkilere.
Şef Güllabi şaşkınlıklar içindeydi. Sicilleri bir bir açıp bakıyor, baktıkça şaşkınlığı artıyordu. Kaçamak bakışlarını, bulunduğu yerden Hikmet Baba ‘ya çevirmişti:
- Boş bunlar.
- Evet, boş onlar. Çünkü; daha doldurmadım. En erken bu ayın sonunda doldurup göndereceğim. Geç yerine ve rahatla. Bir sicilin olumlu mu yoksa olumsuz mu verildiği söylenmez ama verilip verilmemiş olduğu söylenebilir. Burada iyi sicil verebileceğim kimselerin başında sen gelirsin. Nasıl bilmezsin ki bunu?
Şef Güllabi şaşkındı. Özür dilemeyi bile düşünemiyor, kendisine sicil verilmediğini kimden öğrendiğini söylememekte direniyor, Hikmet Baba da, bulmacayı çözmeye çalışmıyordu.
- Birçok şeyin yolunda gitmediği bu dönemde, yolunda giden ve tıkır tıkır işleyen te şey; iftira mekanizmasıdır. Biliyorsun; “her şeyin bir bedeli vardır.” derler. Senin iftiraya ödediğin bedel, çektiğin üzüntüler oldu. O üzüntüye katlanmasaydın; şimdiki şu sevincini de tadamazdın. Haydi şimdi çıkar pardösünü ve git görevinin başına.
- Baş üstüne müdür beyim… Göz-baş üstüne…
Şef Güllabi iç kapıdan çıkarken yurttaş dış kapıdan girdi. Birkaç adım ilerleyip herhangi bir şey söylemesine, sormasına fırsat bırakmadan elindeki kağıdı Hikmet Baba ‘nın önüne bıraktı.
- hoş geldiniz. Nedir bu?
- Dilekçemdir, beyim. İlişiksiz Belgesi istiyorum.
- Buyurun, oturun.
Hikmet Baba ayağının altındaki zile bastı ve içeri giren odacıya konuğu gösterdi:
Konuğumuzla ilgilenir misin, Mustafa.
Dedi. Odacı bir sehpa üstünden aldığı iki ayrı tabaktan konuğa şeker ve sigara sundu, bir şişeden açılan avuçlarına kolonya döktü, bir çakmakla sigarasını yaktı ve bir-iki adım geriye çekilerek:
- Ne alırsınız? Diye sordu. Çay, kahve, çiçek?
- Bir çay alayım.
- Baş üstüne.
Odacı kısa bir süre sonra geri döndü ve elindeki iki çaydan birini konuğun yanındaki sehpaya, obirini Hikmet Baba ‘nın masasına bırakıp çıktı.
- Neden İlişiksiz Belgesi istiyorsunuz?
- Efendim, ben bir yükleniciyim. Resmi kuruluşlardan birinden açık artırmayla bir iş almıştım. İşi tamamlayıp teslimini yaptım. Paramı almak için başvuruda bulundum. Beni birtakım kuruluşlara gönderip takıntım olmadığı hususunda oralardan belgeler getirmemi istediler. Tümünü sonuçlandırdım. Kala kala bir bu kuruluş kaldı. Buradan da İlişiksiz Belgesi alırsam alacaklarım kesintisiz ödenecektir.
- İşe başlarken bize bildirmiş miydiniz?
- Hayır efendim. Bildirmemiştim. Zira; bildirilmesi gerektiğini bilmiyordum.
- Ve şimdi işi, bitirdiniz.
- Bitirdim.
- Bu durumda bizden neden İlişiksiz Belgesi isteyesiniz ki?
- Müdürüm, ben belge-melge istemiyorum. Belgeyi, işi bana yaptıran kuruluş istiyor. İleride ortaya çıkması olası alacak iddialarından kurtulmak içinmiş. Paramı, ancak söz konusu belgeyi aldıktan sonra verebileceklermiş.
- O anlamda sormadım. Prosedürü zaten biliyorum. Ben şunu söylemek istiyorum: İşi açık artırmayla aldıktan ve işe başladıktan sonraki bir aylık yasal süre içerisinde bize başvurmadığınıza göre; sizin çalışmalarınızdan bizim haberimiz yok demektir. Bu; bizim sizinle hiçbir ilişkimiz bulunmadığını gösterir. İlişkiniz olmayan bir kuruluştan neden İlişiksiz Belgesi istiyorsunuz ki? Ben önce bunu anlamak istiyorum.
- Ben de, “Bu zatın bizim kuruluşumuzla herhangi bir takıntısı yoktur.” biçimindeki bir belge götüremezsem; işini yaptığım kuruluşun alacağımı ödemeyeceğini söylüyorum.
- Ne yazık ki; ben de size böyle bir belge veremeyeceğim.
- Neden?
- Nedeni ortada: Yaptığı iş yönünden, kuruluşumuzun uyguladığı yasanın kapsamına giren her iş sahibinin, yapmaya başladığı her işi, en geç bir ay içerisinde yazılı olarak kuruluşumuza bildirilmesi yasal bir zorunluluktur. Böyle olduğu halde, siz, bu yükümlülüğe uymamak suretiyle yasayı çiğnemiş durumdasınız. Yasa da, hükümlerine aykırı davrananlara, bu aykırılıkları yüzünden belirli bazı yaptırımlar uygulanmaktadır.
- Bunu biliyorum ve ben yasanın bu yaptırımını pekilenmeye hazırım.
- Bu tutumunuzu övgüyle karşılıyorum ama yeterli bulamıyorum. Zira; uygulamadaki amaç; ödenmesi gereken fakat hernasılsa ödenmemiş olan alacakları ödetmektir. Bu husus, üçüncü kişilerin haklarıyla, bildirim yapmamak suretiyle yasaya aykırı davranmak ise; cezayla ilgilidir. Bu ikisi ayrı şeylerdir. Cezayı pekilenerek ödenmemiş hakları ödemekten kurtulamazsınız.
Konuk, elindeki boşalmış bardağı sehpanın üstüne bıraktı:
- Yani şimdi belgeyi alamaz mıyım?
- Alamazsınız ama nasıl alabileceğinizi de belirtmek isterim. İşin başlama ve bitme dönemine ilişkin tüm belge ve kayıtlarınızı kuruluşumuzun incelemesine vereceksiniz. Verdiğiniz bu belgeler, bu incelemeleri yapmaya yetkili görevlilerimizce gözden geçirilip sonuçları raporlara bağlanacaktır. Eğer ödenmesi gereken ödenmemiş bir hak ve eğer yapılması gerekirken yapılmamış olan bir işlem varsa; haklar ödettirilecek, işlemler düzelttirilecektir. Yasanın buyurduğu cezaların varlığı halinde, bunlar uygulanacaktır. Bunların yerine getirilmesinden sonra, istediğiniz İlişiksiz Belgesi hemen imzalanıp mühürlenip size teslim edilecektir. Bunlar gerçekleştirilmediği takdirde; ileride hak iddia ederk ortaya çıkabilecek olan üçüncü kişiler, işi size yaptıran kuruluşu sorumlu duruma sokabilirler. Esasen; o da, böyle bir sorumluluğu pekilenmek istemediği içindir ki; sizden İlişiksiz Belgesi istemektedir.
Yurttaşın, bu uzun ve sıkıcı işlemlerle uğraşmak istemediği, İlişiksiz Belgesi ‘ni hemencecik alma peşinde olduğu davranışlarından ve takındığı tutumdan kolaylıkla anlaşılmaktaydı. İstediği anında yerine getirilmediği için de kızmışa benzemekteydi. O nedenle de fazla geciktirmeden tepkisini ortaya koymaya başladı:
Yahu müdür. Dedi. Kimler değiştirdi bu işleri böyle? Kimler bu eski köye yeni kurallar getirmeye koyuldu? Senden önceki müdürün zamanında, biz bu odaya bile gelip girmezdik. İlişiksiz Belgesi ‘ni dışarıdaki personelden biri yazar, müdüre imzalatıp mühürletip ve getirip elimize verirdi. Biz de kapıp gider, alacaklarımızı alırdık. Yeni yükleniciler değiliz ki. Yıllardır yapıp duruyoruz bu işleri.
Hikmet Baba, adamın tepkisini sevgi ve saygı dolu bir tutumla karşıladı:
- Meslektaşımı kötülememi beklememelisiniz benden. Dedi. Onun böyle bir davranışa neden girdiğini ben bilemem. Ama şunu biliyorum ve söylemek istiyorum ki; işlemler yöneticilerin kendi görüşleri ve düşünceleri doğrultusunda değil, yasaların buyurdukları doğrultularda yürütülürler. Bir yöneticiden beklenen; yaptığı işlemleri yasal gerekçelere dayamaktır. Bunu yapmadıkları veya yapamadıkları takdirde; yetkilerini ve görevlerini kötüye kullanmış sayılıp hesaba-kitaba çekilirler.
Adam yerinden kalktı, masaya doğru yaklaştı, sağ elini ceketinin sol iç cebine sokarak hafifçe eğildi:
- Şimdi bunun bir kolayı yok mu müdür bey?
Diye sordu. Hikmet Baba gülümsedi:
- Olmaz olur mu efendim. Söz konusu belgeleri ve kayıtları ne kadar çabuk getirip verirseniz; inceleme o kadar çabuk yapılır ve sakınca çıkmazsa; İlişiksiz Belgesi de çarçabuk verilir.
Konuk bu kere, ceketinin iç cebindeki elini çıkarıp pantolonunun arka cebine atmış ve Hikmet Baba ‘nın burnuna kadar yaklaşarak homurdanmaya başlamıştı:
- Yahu müdür, sen bu işi neden yokuşa sürüyorsun? Çıkarsana dilinin altındaki şu baklayı.
Hikmet Baba ‘nın gözleri yine adamın gözlerindeydi:
- Benim dilimin altında bakla-makla yok. Söylediklerimi açık açık söylediğimi sanıyorum. Ama isterseniz; amacımı daha bir açık anlatayım. Ortada bir işi yokuşa sürmek falan mevcut değil. Fakat varsayalım ki; mevcuttur. Size göre; bir görevli işi neden yokuşa sürer? Soruyu ben sordum, yanıtını da ben veriyorum: İşi yokuşa iki amaç için sürer. Birincisi şudur: O, işin ve işlemlerin elifi elifine yasalara uygun olmasını istemektedir. İkincisi ise şudur: Görevli, zor durumda olan yükümlüden rüşvet bekliyordur.
Hikmet Baba masasından kalktı. İlerleyip personel kapısını ardına kadar açtı ve kapı açılır açılmaz başlarını kendilerine doğru çeviren tüm personelin önünde adama seslendi:
- Şimdi, tüm bu personelin önünde, onların duyabileceği bir biçimde söyleyiniz: Ben sizden rüşvet mi istiyorum?
Yanıt verilebilecek kadarlık bir süre sonra Hikmet Baba kapıyı kapatıp masasına geçti ve bir el işaretiyle konuğu da koltuğuna buyur etti:
Görüyorsunuz ya; sizden rüşvet-falan beklemiyorum. Sizi, bugünkü ortamda değme kuruluşta göremeyeceğiniz bir güleryüzlülükle ve saygıyla karşıladım. Ayakta bekletmedim. Girerken bir selam bile vermediğiniz halde, hem size “hoş geldiniz” dedim. Sorularınızı yanıtsız, sizi ilgisiz bırakmadım. Kısa bir olmazlanmayla geri çevirmedim. Yer gösterdim. Şeker, kolonya, sigara ve çay sundum. Oturmanız için yer gösterdim. İşlem konusunda, elimden geldiğince bilgi vermeye çalıştım. Zaten bundan fazlası da hem gerekmez, hem de benim gücümü aşar. Zira; devletin bu kapısına ayak basan her yurttaşa ayrıcalıksız böyle davranıyorum ve sunabildiklerimin paralarını kendi cebimden ödüyorum. Peki, şimdi söyler misiniz? Bu kuruluşa işi düşen yurttaşa bundan öte ne yapabilirim, bundan öte nasıl davranabilirim? Yanlış mı yapıyorum yoksa?
Adam şaşkınlık içindeydi. Yerinden şaşkın kalktı, masanın üstünde işlemsiz bekleyen kağıdını şaşkın aldı, odadan tek bir sözcük bile söyleyemeyecek kadar şaşkın ayrıldı.
Hikmet Baba üzgündü. İnsanların neden bu hallere düştüklerini düşünüyordu. Bu büyük ulusa özgü saygı, sevgi, gelenekler ve değer yargıları nasıl böyle birdenbire çöküp gitmişti? Görevlilerin tümü neden yurttaşlarına karşı güleryüzlü, sevgili, saygılı ve yolgösterici olamıyorlardı? Neden kendilerini yurttaşın ağababası gibi görmeye kalkışıyorlardı? Yurttaşlar neden bir olağan güleryüzün ardında rüşvetin kokusunu, rüşvetin suratını aramaya kalkışıyorlardı? Kendilerine yapılan herhangi bir ikram, onları neden tedirgin ediyor, neden korkutuyor, neden yanlış olasılıklara itiyordu. hak ettiklerini neden arka yollardan elde etmeye çalışıyorlardı?
Hikmet Baba, zile basarak odacıyı çağırdı ve kendisinden bir görevliyi odasına göndermesini istedi. Görevli gelip kapı dibine dikilince gülümseyerek yüzüne baktı:
- Abdulkaadir, gel delikanlım. Sen, sana çıkarttırdığım her yazı kopyasının altına neden şu sözcükleri düşüyorsun?
- Hangi sözcükleri düşüyormuşum müdür bey?
- Gel bak. Gel gel gel. Birlikte okuyalım: “Bu yazıdan beş kopya çıkarak Abdulkadir Yıldız ‘dır. (Allah ondan razı olsun.) ”
- Ya benim adım Abdulkadir Yıldız değil midir müdür bey?
- Yanlış yazdığın bir yana, adına-soyadına bir şey dediğim yok delikanlım. Ben şu parantez içindekilerden söz ediyorum. (Allah ondan razı olsun.) demişsin ya.
- Allah Allah. E dinimizde de öyle değil midir müdür bey?
- Öyledir belki.
- Yani Allah benden razı olmasın mı?
- Olsun delikanlım, olsun. Tanrı ‘nın senden razı olması elbette iyi bir şeydir ve senin de, benim de dileğimizdir. Ama yaptığın iş nedir ki; Tanrı kalkıp de senden razı olsun? Alt yanı, eline verilen yarım sayfalık bir yazıdan topu topu beş kopya çıkarmışsın, hem de kopya kağıdı yani karbon kullanarak. Hepsi bu. Ayrıca, sen bunu Tanrı rızası için de yapmıyorsun, yaptıklarının karşılığında aylık alıyorsun. Karşılığında çıkar sağladığın bir iş için Tanrı ‘dan bir de sana karşı hoşnutluk beklemen az-biraz fazla değil mi? Kaldı ki; kopyalanmış yazılardan her birinin altına bu biçimde açıklamalar düşmek yöntemlere de aykırı.
- Ama müdür bey, şimdi dinimiz…
- Tartışma benimle delikanlım. Bu kuruluşun yöneticisi benim. Bu makamın gerektirdiklerine sahip olsaydın; buraya beni değil, elbette ki; seni oturturlardı. Onun için ben ne diyorsam sen onu yapmaya bak. Karşında sanki dini senden az bilen biri varmış gibi de dini öne sürme.
Hikmet Baba, gülümsemesini yüzünden eksik etmemeye çalışarak astının yüzüne baktı:
- Adını yanlış yazıyorsun: “Abdulkadir” diye değil, “Abdulkaadir” diye yazmalısın. Sözcük Arapça ‘dır ve Türkçe telaffuzu ancak öyle uygun düşer. Kopyaların altındaki açıklamalarına eskiler “Radyallahu anh” derlerdi, sen “Allah ondan razı olsun” demişsin. Bu, o Arapça sözcüklerin Türkçe ‘si ve bizim açımızdan anlaşılması daha kolay. Ancak ve en azından; bu bizim bir başkası için başvurabileceğimiz bir dilektir. Onu kendimiz için kullanamayız. Zira; insanın, kendisinden, kendisi sanki bir başkasıymış gibi söz etmeye kalkışması yanlıştır. Edebilse bile; bu duaların, bu dileklerin yeri birtakım resmi yazıların altları değildir. Bilmem anlatabildim mi?
Görevli şaşkındı ve söylenenleri anlayamamanın şaşkınlığıyla bakıp durmaktaydı.
- Bundan sonra bu tür kopyaların altlarına “Tıpkısıdır” sözcüğünü yazacak, yanına günün tarihini yazacak ve adınla soyadının başharflerini koyduktan sonra imzalayacaksın.
- Ama müdür bey, benim soyadım “Yıldız”. Yıldız bir tek “Y” harfiyle gösterilebilir mi?
- Gösterilir.
Görevli şaşılacak bir şaşkınlıkla çıkarken Hikmet Baba gülümseyerek söylenmekten kendini alamadı:
- Şuna bak, biz buna ne verebilmişiz ki; ne verebilsin bu bize?
Masadaki işlerinin tamamlanışından sonra yerinden kalkan Hikmet Baba, personel kapısını açıp kapıya dikildi:
- Kerim, senin yazıların gelmedi bana?
Salondaki gencecik biri, önündeki yazı makinesine elini vurarak oturduğu yerden seslendi:
- Nasıl gelebilsin ki yazılarım? Bu yazı makinesi bozuk. Onarıma gönderilmesi gerek.
Hikmet Baba doğruca genç görevlinin yanına gitti ve masasındaki yazı makinesinin sağına-soluna baktı:
- Neresi bozuk bu makinenin?
- Şeridi sarmıyor.
Makinenin kapağı kaldırılıp bir yana koyuldu, şeritle makaralar gözden geçirildi ve başkaca bir incelemeye gerek görülmeden durum anlaşıldı. Hikmet Baba:
- Elbette ki; bu makara bu şeridi sarmaz çocuğum. Dedi. Zira; makaralardan biri bu makinenin kendi orijinal makarası ama obiri değil. Makinenin şerit saramaması da senin yüzünden. Bu makine bu kuruluşa gönderildiği gün onu sana ambalajından çıkarıp teslim etmiştim. Ama bak ki; sen ne yapmışsın? Şerit değiştirildiğinde; makinenin orijinal makarasını çıkarıp çöpe atmışsın ve asıl çöpe atılması gereken şerit taşıyıcı makarayı da kalkıp bu makineye takmışsın. Taşıyıcı makara bu makinenin orijinal makarası olmadığından ister istemez dönmemeye, dönmeyince de şeridi sarmamaya başlamış. Ne kadar yazık; bir yazı makinesinin orijinal makarasıyla, şeritle birlikte satılan bir taşıyıcı makara arasındaki farkı bile bilmiyorsun. Ne kadar yazık; bir yazı makinesi şeridini bir taşıyıcı makaradan bir orijinal makaraya aktarmak gerektiğinin bilincinde bile değilsin. Ne kadar yazık; bir tek makara yüzünden pahalı bir yazı makinesini işe yaramaz hale getiriyorsun. Ne kadar yazık; kamu malına gereken özeni göstermiyorsun ve kamunun malını kendi mallarından çok daha hor, çok daha bilinçsiz, çok daha düşmanca kullanıyorsun. Haydi şimdi, herne biçimde olursa olsun; bu makarayı çalıştır, şeridi sarar ve iş görür hale getir, yazılarını yazıp kavuştur ve beni sana bulaştırma.
Hikmet Baba masalar arasında dolaşırken gözü bir görevlinin yanındaki çöp sepetine ilişti:
- Bu ne bu? Diye söylendi. Birkaç saatlik bir çalışma sırasında nasıl olmuş da bu çöp sepeti böyle ağzına kadar dolmuş? Mustafa, bana bir örtü bul getir, salonun ortasına ser ve bu arkadaşımızın çöp sepetini o örtünün üstüne şöyle bir boşaltıver. Bakalım nelerle dolup gitmiş bu sepet.
Odacı istenen örtüyü bulup getirdi, salonun ortasına serdi ve çöp sepetini örtünün üstüne boca etti.
Sepette ciddi anlamda çöp-möp yoktu. Örtünün üstü sadece boş veya basılı kağıtlarla ve kopyalarla doluydu. Hikmet Baba, bunları birer birer ele alarak inceledikçe şaşkınlıktan şaşkınlığa düşmekteydi:
- İnanılır şey değil. Diye homurdanıyordu. Hele şu yepyeni, tabaka tabaka parşömenlere bakın Tanrı aşkına. Hele şu yepyeni karbon kağıtlarına bakın. Hele şu basılı kağıtlara, basılı bildirgelere, basılı cetvellere bakın. Bunların tümü temiz, tümü kullanılabilir halde. Bazısında sadece bir tek sözcük, bazısında bir tek satırlık yazı, bazısında bir basit karalama var fakat hepsi de ikiye-dörde bölünüp bölünüp çöp sepetine atılmış. Söyler misin bana, niçin bunları böyle sebil edip attın çöpe?
- Şey müdür bey, ben onları yanlış yazmıştım da…
Hikmet baba üzüntülüydü:
- O gerçek tanımını bir türlü yapamadığımız karşıdevletçilik, o karşıulusçuluk bu işte. Bu ziyan edilmiş kağıtların kimlerin parasıyla ve kaç paraya alındığının bilincinde bile değiliz. Olsak da; bizi asla ırgalamıyor. Nasıl olmuşsak; kendi malımızın, kendi çıkarımızın dostu, kamu malının, kamu çıkarının düşmanı olmuşuz. Hangi ahlaksızlıkla, hangi hainlikle pekilenmişsek; devletin malının deniz, o malı yamyamca yemeyenin domuz olduğunu pekilenmişiz. Nasıl bulabiliyorsak; kendi yerimize cimri, kamu yerine cömert davranma hakkını kendimizde bulabilir olmuşuz. Böyle değilken, biz nedendir ki; böyle olabildik? Kamu malı olan bir karbon kağıdını posası çıkıncaya kadar kullanan bizler değil miydik yoksa? Bir yazı yanlışımızda, yazının tüm kopyalarının altına kağıt parçaları koyarak her birindeki yanlışı silip silip düzelten bizler değil miydik? Kamunun basılı kağıtlarını ve benzeri kırtasiyesini gözümüzden esirgeyen bizler değil miydik? Bir kalemi, sigara izmariti haline gelinceye kadar kullanan, tutulamaz ve yazılamaz duruma düşünce; ona kamıştan saplar takarak ömrünü uzatan bizler değil miydik? Neden bu kadar bozulduk, neden bu kadar çözüldük? Şimdi sadece sana değil, burada çalışanların tümüne söylüyorum: İsterseniz sürdürün gitsin bu yanlış davranışları, bu yanlış tutumları ama şunu kesinlikle unutmayın ki; kamu mallarının hala daha benim gibi milyonlarca bekçisi, milyonlarca izleyicisi var.
Personel odasına bir-iki iş sahibinin girmesi üzerine Hikmet Baba sustu, odasına doğru yürüdü ve yürürken yanından geçtiği bir görevlisinin yanına gelmesini istedi.
Yerine geçip oturunca, odaya girerek kapı dibine dikilen görevliyi masasına çağırdı:
- Gel Salih. Dedi. Yaptığın yazışmada yanlışlıklar var. “Çanakkale” sözcüğünü “Çanak” ve “Kale” biçiminde iki ayrı sözcük olarak yazmışsın. Yazının üç yerinde bu böyle geçiyor. Bir yanlış üç kere yinelendimi; ortada yanlışlık değil, bilgisizlik var demektir. “Çanakkale” sözcüğü “Çanak” la “Kale” den oluşmuş bir birleşik sözcüktür. Birleşik sözcükler ayrı ayrı yazılmazlar, tek sözcük halinde yazılırlar. Örneğin: “Sivrisinek” sözcüğü böyledir. Bu bir sinek adıdır. Onu “Sivri sinek” olarak yazmaya kalkışırsak; sivri bir sinekten söz etmiş oluruz. Gerçekte sineğin sivrisi-yassısı olamayacağından yanlıştır. Başka örnekler vereyim: “Boğaziçi” sözcüğü “Boğaz içi” biçiminde yazılırsa; anlamı değişir. “Sakaltutan” bir geçit adıdır. Bunu sakal tutan” yaparsak; birinin sakalını tutan bir başkasından söz etmekte olduğumuz sanılır. Yazışmanın şurasında da; “Sayın Dışgeçer Hasan Yurdaer” seslenişi var. “Dışgeçer” i nereden çıkardın çocuğum? Adam “Dispeçer”, sen onu kalkıp “Dışgeçer” yapmışsın. Böyle bir unvan olamayacağını bile düşünememişsin. Düşünebilseydin; herhalde sormak, öğrenmek isterdin. Haydi bakalım, götür bunları düzelt.
Görevli çıktı ve Hikmet Baba yeniden işleri arasına gömüldü.
Çalışma hep böyle sürüp gitti.
Ve günlerden bir gün, bir adam, odanın açık dış kapısından girip kapı dibine dikildi ve dikildiği yerden, masasındaki dosyalarla boğuşan Hikmet Baba ‘ya baktı:
- Günaydın müdür bey. Dedi. Beni tanıyabildin mi acaba?
Hikmet Baba başını dosyalardan kaldırıp adamı baştan aşağı süzdü. Kim olduğunu çıkaramadı. Tanrı ‘nın her günü onlarca yurttaşın girip çıktığı kapıdaki birini anılardan bulup çıkarabilmek hiç de kolay değildi. Bir süre öylece bakındı ve sonra karşısındaki görüntünün anılardaki görüntülerden biriyle çakışması üzerine, gözlerine bir canlılık oturdu:
- Evet evet, tanıdım. Diye mırıldandı. Siz buraya İlişiksiz Belgesi almaya gelenlerdensiniz. Yanılmıyorsam; yükleniciydiniz, bir kuruluştan açık artırmayla iş almış, işi bitirmiş, ancak paranızı alamamıştınız.
Adam homurdanarak Hikmet Baba ‘ya baktı:
- Tamam, işte ben oyum. Anımsayacaksın: Bir zamanlar ben bir yüklenici olarak bir kamu kuruluşundan açık ihaleyle bir iş almıştım. O işi bitirip paramı istediğimde; ihale makamı, beni birbirinden değişik kuruluşlara göndererek onlarla herhangi bir ilişiğim, herhangi bir takıntım olup olmadığını sorup öğrenmek istedi. Hiçbirinde bir takıntım bulunmadığını gösterir belgelerimi alıp oraya sundum. Son olarak da beni sana yani bu kuruma yolladılar. Ama sen bana, gereken İlişiksiz Belgesi ‘ni vermedin. Bana, işin başlayışını izleyen ilk bir ay içerisinde, durumumu belirtir bildirge vermediğimden yasaya aykırı davranmış olduğumu söyledin. Aykırılığın yasal cezasını pekilendimse de, o kadarının yetmeyeceğini belirttin. İşe başlayıştan bitirişe kadar geçmiş süreyle ilgili tüm belgelerimi ve kayıtlarımı inceletip rapora bağlattırmak zorunda olduğumu bildirdin.
Hikmet Baba gülümsemekteydi. Konuğuna oturması için yer gösterdiyse de; konuk bunu pekilenmeyip ayakta durmakta direndi ve sözlerini de ayakta sürdürmeye koyuldu:
- Çok zorda kalmıştım. Bu odadan eli boş çıktım. Yüklendiğim işi yapmış bitirmiştim ama İlişiksiz Belgeleri ‘m eksil olduğundan hak ettiğim parayı alamıyordum. İş iki yıl kadar sürmüştü. Kimi belge ve kayıtlarımı bulamıyordum, kimilerini zaten düzenlememişi tutmamıştım. O koşullar altında ancak bulabildiklerimi getirip sunabildim. Sen bunları ilgililerine incelettin. Aykırılıklarım ve eksikliklerim yüzünden yüklü miktarlarda para cezalarına çarptırıldım. Ayrıca; sunduğum bordrolarda, ödemem gerekirken ödeyemediğim ücret alacaklarına rastlandı. Hak sahiplerine, hak edip alamamış oldukları ücretleri ödedim. Yasal aykırılıklarım ve para cezalarım, huzuruna çıkarıldığım mahkemece karara bağlandı ve ben onları da tediye ettim.
Hikmet Baba gülümseyerek mırıldandı:
- Evet, tıpkı öyle oldu.
- Yükümlülükler yerine getirildiği için sen bana İlişiksiz Belgesi ‘ni verdin ve ben de onu ihale makamına sunup hak ettiğim paramı aldım.
Yüklenici kısa bir an durup soluklandıktan sonra yeniden söze girdi:
- Başka kuruluşlarla olduğu gibi, bu kuruluşla da hiçbir ilgim kalmadı ama gördüğün üzere; ben yine buradayım. Şimdi sana bir soru soracağım: Benim durumumdaki bir adam senin yanına, senim bu makamına niçin yeniden gelir acaba?
Hikmet Baba, elindeki kalemi masaya bıraktı, koltuğunda geri yaslanarak acı acı gülümsedi:
- Bunu bilmeyecek ne var. Dedi. Senin durumundaki bir adam, ya bana sövmek ya da beni dövüp öldürmek için buraya yeniden gelir.
Kapı dibindeki adam, öne doğru bir-iki adım attı ve boş koltuklardan birine kendiliğinden oturdu:
- İlişiksiz Belgesi almaya geldiğimde; senin olmazlanman karşısında, önce “Bu herif işgüzarın biri.” diye düşündüm. Sonra, bilerek ve isteyerek yolu yokuşa sürdüğünü aklımdan geçirip rüşvet ayaklarına yattığını sandım. Daha sonra, şu kapıyı ardına kadar açıp benden, rüşvet isteyip istemediğini personelinin önünde açık açık söylememi dilediğinde; rüşvet varsayımlarını da kafamdan silip atmak zorunda kaldım. Bu kere, görünüşümden, tutumumdan, davranışımdan seninle aynı siyasal görüşte olmadığımı kestirip beni düşman pekilendiğini ve bile bile, isteye isteye sıkıntıya sokma peşinde olduğunu varsaydım. Fakat benim bu varsayımım da yargı organı huzurunda kalkıp iflas etti. Zira; mahkeme kapısında, benzer yasal aykırılıklar içinde bulunan fakat her biri bir obirine taban tabana zıt siyasal görüş sahibi olan birçok yükleniciyle karşılaştım ve senin ayrıcalıksız tümünü kamu adına mahkemeye vermiş olduğunu öğrendim. Yani; her kim olursa olsun, hangi siyasal görüşe sahip bulunursa bulunsun, benimle aynı aykırılıklara düşen ve aynı suçları işleyen tüm yükleniciler hakkında aynı işlemleri yürütmüş, hiçbirine göz yummamış, hiçbirini bağışlamamıştın.
Yüklenici oturduğu yerden kalkmış, masaya yanaşmış, iki elinin ikisini birden Hikmet Baba ‘ya uzatmıştı ve odaya girdiğinden beri ilk kez gülümsemekteydi:
- Buraya, bu makama, bu odaya ne sana sövmek için, ne de seni dövüp öldürmek için geldim. Ben buraya, senin şu iki mübarek elini öpmek için geldim müdür. Sadece ve sadece şu iki elini öpmek için. Çünkü; bazılarının bilerek, isteyerek, çoklarının ise cankorkusundan biryerlere, biryanlara, şu veya bu görüşlere ve örgütlere sinip sığınıp denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarıldığı ülkede, devlette, ülkeden, ulustan ve yasalardan bu derece yana olmasını bilen biriyle karşılaşabilmek hiç de kolay ele geçen bir şans değildir.
Hikmet Baba, ellerini yüklenicinin ellerinden kurtarıp ona iki eliyle birden sarıldı ve adamı büyük bir içtenlikle kucakladı:
- Dur, sen benim elimi öpme ve izin ver; ben senin alnından, şu alnının tam ortasından öpeyim. Zira; yaptığın iş karşılığında hak ettiğin parayı alabilmek için eşikler aşındırdın, mahkemelerde süründün, cezalar giydin, paralar ödedin fakat yine de, devletine, ülkene, ulusuna ve hakkında işlem yürütenlere karşı sevgini, saygını, güvenini yitirmedin. Övgüye değen davranışı övmeyi, iyiyi ve doğruyu pekilenmeyi biliyorsun. Ve ben, tüm çalışma yaşamımda ve içinde bulunduğumuz şu koşullar altında senin gibi bir yükümlüyle daha ilk kez karşılaşmaktayım.
Hikmet Baba, henüz yeterince bile tanımadığı yükleniciyi alnının ortasından öpüp koltuklardan birine oturturken, kendisi de yanındaki koltuğa çöküverdi.
- Saygıdeğer konuğum, saygıdeğer yurttaşım, inan ki; bu benim ilk doyumum, ilk doyuşumdur. İnsan olmasını bilen için önemli olan; midenin değil, ruhun mutluluğudur. Mide arsızdır; doydukça acıkır, acıktıkça doymak ister. Ruh arlıdır; bir doydumu doymuş demektir. Sana teşekkürler ederim. Sayende, yıllardır açlıktan kıvrım kıvrım kıvranan ruhum doydu.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER İsimli Öyküler 'inden > 203- 235 / 235

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 22.5.2007 12:53:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu