İlkler-27 (Hikmet Baba 'nın İlkleri -6)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-27 (Hikmet Baba 'nın İlkleri -6)

Bir Kabadayıya İlk Hizmet

Çayevi bayram yerini andırmaktaydı.
Duvarlardan duvarlara uzatılmış olan rengarenk kordonlar küçücük al bayraklar içindeydi. Her iki albayrak ortasında, üstünde Atatürk resmi bulunan bir küçük çifte bayraklı tablo vardı. Köşeler gelin telleriyle ve sırmalarla süslenmişti. Tavanın şurasından-burasından renkli kağıt fenerler sarkıyordu. Göbeği narlanmış iri sac soba, çevresindeki insanları ötelere süre-ite kendisine yer açma peşindeydi. Dışarının soğuğunu, içerinin sıcağını pekilenmek istemeyen pencere camları birkaçıncı terini döküyordu. Buhar giyinmiş ocaktaki esmer, iriyarı, alaturka tıraşlı, palabıyıklı ocakçı bir yandan pırıl pırıl parlayan kazanına su alıyor, bir yandan süzgeçle çaydanlıktan bardaklara çay süsüyor, bir yandan ateşe cezve sürüyor, bir yandan da garsonun öteden-beriden seslenişlerine kulaklanıyordu.
- Çay beeş… On olduuu… Yirmi yap, yirmibeş yaaap… Bir yandançarklııı. Yandançarklılar ikiii…
Camlar cam gibiydi. Masalar masa gibiydi, örtüler örtü gibiydi, bardaklar-fincanlar-çaylar-kahveler bardak gibi, fincan gibi, çay gibi, kahve gibiydi.
Sokaktaki davulların-zurnaların sesleri tertemiz pencere camlarının ortasında çırpınan yürekleri andırmaktaydı. Yakın masadakiler yanaşmış, uzak masadakiler yerlerinden kalkıp soba yakınındaki masanın çevresine keçeleşmişlerdi.Hikmet Baba pencereye kulak verirken gülümsemekteydi:
- Hoşbilezik vuruyorlar, Usta ‘m.Dedi. Alçıcı Şamil Usta, kendi eliyle hazırladığı ve kendi diliyle ıslatarak yapıştırdığı sarma sigaraları Hikmet Baba ‘nın önüne önüne sürdü:
- Vururlar, Baba. Diye mırıldandı. Vururlar. Yerden göğe kadar haklarıdır. Bu bir 12 Mart Bayramı ‘dır. Erzurum ‘un Rus ‘tan, Ermeni ‘den kurtuluşudur. Rus zulmüne, Ermeni vahşetine hatime indirilişidir. Paslı zincirlerin koparılışı, Erzurum ‘lunun şahlanışıdır.

- Kâş ki; bu anda Erzurum ‘da olsaydık.
- Havalisi de Erzurum demektir, Baba. Nice bir zamandır buralardasın. Yadırgıyor musun?
- Yadırgadığımdan değil, Usta ‘m. Töreni izlerdik. Kurtuluşu nasıl canlandırdıklarını görürdük. Değmez miydi?
- Hem de nasıl değerdi.
- Canlandırmaların gerçeğe ne kadar uygun olduğunu senden öğrenmeyi çok isterdim.
- Çıkar dilinin altındaki şu baklayı, Baba.
- Dilimin altında bakla mı kaldı, Usta ‘m. Şu çevremizde keçelenenlerin durumu sana bir şey anlatmıyor mu? Herkes senin o günlerden söz etmeni bekliyor. Sen o kara günlerin tek canlı tanığı değil misin?
Masayı çevreleyenlerden yaşlı-genç sesler yükseldi:
- Kulaklarımız sende, Şamil Usta. Anlat bu bayram gününün hatırına. Yaşamayanlar, bilmeyenler şöyle bir öğrensin Rus ‘u, Ermeni ‘yi.
Alçıcı Şamil Usta hiç nazlanmadı, sadece, elindeki parlak pirinç tepsiyle gelen garsonun çayları dağıtmasını bekledi. Sonra sarma sigaralarından birini dudaklarının arasına sıkıştırıp çakmağıyla yaktı.
Başında bir eski kasket, sırtında bir alçılar içinde eski palto, esmer yüzünde bir yer yer ağarmış bıyık ve sakal, kalın kara kaşlarının altında kapkara gözler vardı. Burnu normalden az büyüktü ve konuşurken dişleri zor görünmekteydi. Sigarasından çok derin soluklar alıyor, başını omuzlarının arasından öne eğip Hikmet Baba ‘ya kasketinin tereği altından bakıyordu.
- Baba… Diye söze başladı. Ermeni ‘ler kimlerdir ve nereden gelmişlerdir? Önce bunu bilmemiz gerek. Bunu nasıl bileceğiz? Elbette ki; tarihe başvurarak. Bu tarih hangi tarih olmalıdır? Hangi tarih olacağı açıktır: Ermeni Tarihi olmalıdır. Peki, bu tarih yani Ermeni Tarihi güvenilir bir tarih midir? Hemen belirtmeliyim ki; kesinlikle değildir. Zira; Ermeni Tarihi, birilerinin ellerinde özünden saptırılmış, yalanlarla, düzmecelerle, söylencelerle doldurulmuştur. Çünkü; şimdiki Ermeni Tarihi, din adamı görünüşlü kimselerce kaleme alınmış, bilim adamlarınca yazılmamıştır. Geçmişte, hiçbir zaman Ermeni Tapınakları gerçek tapınaklar olarak kullanılmamıştır. Ermeni Din Adamları da hiçbir zaman din adamlığı yapmamışlardır. Bu tapınaklar sürekli olarak anarşistlere kol-kucak açmışlardır.
Dinleyenlerden biri, söz kesecek derecede meraklanmış olmalıydı:
- Ermeni ‘ler hiçbir din peşinde gitmediler mi, Usta?
Yaşlı Alçıcı başını sorana çevirmeden soruyu yanıtladı:

- Tarihlerine sorarsan; gitmişlerdir. Ama nasıl gitmişlerdir? Gregoryan ‘lık, Katolik ‘lik ve Protestan ‘lık gibi Hristiyan ‘lık mezhebleriyle İslam dini arasında mekikler dokuyarak. Harput çevrelerine yerleşmiş altıbini aşkın Ermeni ‘nin bir tek yıl içinde Gregoryan ‘lığı bırakıp Katolik olması bunu kanıtlamaktadır. Zira; başka uluslardaki dine bağlılık, her nedense Ermeni Ulusu ‘nda yoktur. Bu yüzdendir ki; Taşnaksutyun adlı terörist bir örgüt, kurula kurula ancak Ermeni ‘ler arasında kurulabilmiştir. Taşnaksutyun ‘un sadece bir terörist örgüt değil, ayni zamanda Tanrı ‘sız bir örgüt olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Alçıcı Şamil Usta, sigarasını sol parmakları arasında tutarken sağ elinin ilk iki parmağıyla masadaki tabaktan küçük kırılmış bir şeker parçası alarak dilinin üstüne kodu, üstüne çayını yudumladı, çayı bitirinceye kadar konuşmadı. Sonra boş bardağı masaya bırakıp sözlerini sürdürdü:
- Ermeni ‘ler kendilerine ‘Hayk Ulusu’ ve yerleştikleri topraklara da ‘Hayistan’ adını verirler. Kimdir acaba bu ‘Hayk’? Ermeni ‘lere kulak verilirse; bir zamanlar yeryüzünde bir tufan olmuştur. Bu tufan Nuh Tufanı ‘dır. Tufan, Tanrı ‘nın günahkarlara bir cezadır ve bu tufanda tüm günahkarlar azgın sularda boğulmuş, geride kalan Salihler yani iyi insanlar, Nuh ‘un yaptığı geminin Ağrı Dağı ‘na oturmasıyla kurtulmuşlardır. Kurtulanlar arasında bir de, Nuh ‘n torunu ve Yafet ‘in oğlu olan ‘Hayk’ vardır. Kimi Ermeni ‘ler bunu böyle pekilenmezler. Bunlardan aktarılagelen söylentilere göre; Nuh ‘un oğlu Yafet ‘tir, Yafet ‘in oğlu Gomer ‘dir, Gomer ‘in oğlu Torgom ‘dur ve ‘Hayk’ da işte bu Torgom ‘un oğludur. Ve Ermeni Ulusu ‘nun bu ‘Hayk’ ‘tan türediği öne sürülmektedir. ‘Hayk’ sözcüğünün çoğulu ‘Hay’ dır ve kendilerinin yurt edindikleri topraklara ‘Hayistan ‘ adını vermelerinin nedeni de budur.
Hikmet Baba, Alçıcı Şamil Usta ‘nın susup yeniden tütün sarmaya başlamasından yararlanarak söze girdi:
- Usta ‘m, biliyorsun; Ağrı Dağı ‘nın yüksekliği 5165 metre kadardır. Eski çağlarda bunun daha da yüksek olması gerekmektedir. Bilim adamları, yeryüzündeki tüm buzulların erimesi halinde bile, suların bu yüksekliğe çıkamayacağını öne sürüyorlar ve tufanın bir söylenceden başka bir şey olamayacağı üstünde duruyorlar.
Şamil Usta gözlerini sarmakta olduğu sigaradan ayırmadan onayladı:
- Doğrudur, Baba. Dedi. Bu Nuh Tufanı konusu, bilimsel irdelemelere pek o kadar dayanabilecek bir konu değildir. Ancak, birçok ulusun söylencelerinde ve din kitaplarında da yeralmaktadır. Gılgamış Destanı ‘nda böyle bir tufandan sözedilmektedir. Destan bir Babil uydurmacasıdır. Onda bir ayrı Nuh vardır ve bu Nuh ‘un adı ‘Utnapiştim’ dir. Bir Anadolu Tanrısı olduğu söylenen ‘Ea’ bir Babil Tanrısı ‘dır. Bu Tanrı, bir tufan yaratacağını ve bu tufanda tüm günahkarları suda boğarak cezalandıracağını Babil ‘li Nuh Utnapiştim ‘e haber verir ve ondan Salihlerin binebileceği bir gemi yapmasını ister. Benzer konuşmalar Tevrat ‘ta Yehova ‘yla Nuh arasında ve Kur ‘an ‘da da Allah ‘la Nuh arasında geçer. Tevrat ‘a bakılırsa; yapması gereken gemiyi Yehova Nuh ‘a kılı kılına tanımlayarak yaptırır. Öyle ki; o ölçülerle çağımızda bile ayni geminin yapılabilmesi olasıdır. Ancak; o ölçülerdeki, o nitelikteki bir geminin öylesine azgın bir tufana dayanabilmesi, yaşamları birbirlerini yemelerine bağlı binlerce ve binlerce canlının bir öyle ve bir ayni gemide barındırılabilmesiyle yedirilip içirilmesi, bu tür bir kalabalığın gemide kırk gün geçirmesi, bu çağ insanının kolay kolay pekilenebileceği şeylerden değildir.
Alçıcı Şamil Usta, istemeye gerek bırakılmadan masaya sıralanan dolu çaybardaklarından birini alarak sözlerini sürdürdü:
- Tevrat ‘a bakılırsa; tufandan sonra gemi Ağrı Dağı ‘na oturmuştur.. Kur ‘an ‘daki ‘Hud’ suresine göre; gemi Ağrı Dağı ‘na değil, Cudi Dağı ‘na oturmaktadır. Ben bunları yadsımak veya pekilenmek peşinde değilim. Benim üstünde durmak istediğim şey; tufanın nedenidir. Yaratıcı, Nuh ‘la çevresindeki birkaç iyi yakını dışında kalan tüm kötü insanları azgın sularda boğarak cezalandırmayı amaçladığına göre; acaba amacına ulaşabilmiş midir? Yani yeryüzü tüm kötülerden ve kötülüklerden temizlenmiş ve de tufandan sonra sadece iyilere ve iyiliklere mi kalmıştır? Eğer; Ermeni ‘ler gerçekten Nuh ‘un torunu ve Yafet ‘in veya Torgom ‘un oğlu olan Hayk ‘tan türemişlerse; Baba, ben bunu kolay kolay pekilenemem. Zira; Ermeni ‘ler, kendilerinden başkasını düşünmeyen, başkalarına değer vermeyen, acımasız, hırslı ve çıkarcı kimselerdir. Bunlar başka ulusların aralarına dağılıp karışarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Tarih boyunca başka uluslar sayısız devletler kurup bu devletleri sürdürdükleri halde, bunlar, şimdilere kadar ancak beylikler halinde yaşayabilmişlerdir ve beylikleri de hep kısa süreli olmuştur. En uzun süreli Ermeni Beyliği Klikya Beyliği ‘dir. Bu beylik 1080 yılında ‘Rupen’ adlı biri eliyle kurulmuştur. Rupen yıkılmış, yerini Hetyum, o da yıkılınca yerini Lusignan Beyliği almıştır. Bu beylik Frank kökenlidir, 1375 Yılında Mısır ‘lı Memluk ‘lar Lusignan Beyliği ‘ni ortadan kaldırmışlardır. Dağılan Ermeni ‘ler ayni yıl Osmanlı ‘larca koruma altına alınmışlardır.
Hikmet Baba, yudumlamakta olduğu çayını masaya bırakarak mırıldanmaya başladı:
- Ah Osmanlı…
Alçıcı Şamil Usta kaşlarını çatarak belli-belirsiz söylendi:
- Vah Osmanlı…
- Benim neden ‘Ah’ dediğim ortada, Şamil Usta. Peki, sen neden ‘Vah’ dedin?
- Dememek elde mi, Baba. Osmanlı Devleti, hiçbir ulusun pekilenmediği Yahudi ‘leri nasıl olanca içtenliğiyle bağrına basmışsa; Ermeni ‘lere de öylesine kucak açmıştır. Osmanlı yönetiminde ve Osmanlı Ülkesi ‘nde Ermeni ‘ler alabildiğine özgür, alabildiğine varsıl, alabildiğine ayrıcalıklı yaşamlar sürdürmüşlerdir. Osmanlı, Gülhane Hattı Hümayunu ‘yla Ermeni ‘lere çok büyük ayrıcalıklar tanımıştır. Bundan öncesinde; Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklarda Ermeni ‘lerin tanıklıklarına asla başvurulmaz, asla değer verilmezdi. Ama Gülhane Hattı Hümayunu ‘ndan sonra, bu tanıklıklar geçerli sayılmaya başlanmış, geçerli sayıldıkları da bir yana, Ermeni ‘ler, Müslümanlar hakkında karar verebilen yargı organı üyeliklerine dahi getirilmişlerdir. Öyle ki; bunlar bir süre sonra, hak-hukuk yönünden müslümandan hem daha üstün, hem daha öncelikli kazanımlar elde edebilme olanağına kavuşmuşlardır.
Alçıcı Şamil Usta ‘nın sarmasigarasından çektiği soluklar derin derindi ve yenilenen demli çayını ağzına götürmeyi bile unutmuştu. Dinleyenlerin tümü çay-kahve içtikleri halde, kimseden bardak-tabak sesi gelmiyor ve garson palabıyıklı ocakçıya, ısmarlanan çayları-kahveleri fısıldayarak bildiriyor, istekleri işaretlerle alıyor, anlatacaklarını işaretlerle anlatıyordu. Çayhanede duyulan tek ses Alçıcı Şamil Usta ‘nın kalın, tok ve oturaklı sesiydi.
- Baba… Diyordu. Sultan İkinci Mahmud kendi Tuğrayı Hümayun ‘unun yani kendi özel armasının Ermeni kalpaklarında kullanılmasına bile izin vermiş, bu konuda cömertçe bir ferman dahi çıkarmıştı. Ne kadar üzücüdür ki; Zılullahı fil Arz ‘ın yani Allah ‘ın yeryüzündeki gölgesi sayılan Padişah ‘ın Ermeni ‘ye verdiği bu izin, devlet için, ulus için serhadlerde kanını cömertçe döken Türk erlerine hiçbir zaman verilmemiştir. Osmanlı, Hazine Bakanı ‘na ‘Cebi Hümayun’ derdi ve Sultan Abdulmecid ‘in Cebi Hümayunu Ermeni Bogos ‘tan başkası değildi. Hazine bu Bogos ‘un eline-umuduna bırakılmıştı. Kendisi, kimseye tanınmayan bir ayrıcalıkla Osmanlı Sarayı ‘na son derece büyük bir kolaylıkla ve her istediği zaman girip çıkabilmiştir.
Alçıcı Şamil Usta, gözlerini masadan kaldırıp Hikmet Baba ‘nın gözlerine dikti:
- Neden ‘Vah’ dediğimi anlayabildin mi, Baba? Gerçekte; ‘Vah’ değil, ‘Vahvah’ demem gerek benim.
Dinleyen gençlerden birisi söze karıştı:
- Ermeni ‘ler hala daha İstanbul ‘da, Ankara ‘da, İzmir ‘de ve birçok yörelerimizde yaşıyorlar, Şamil Usta.
Alçıcı ilk kez olarak diklendi ve gözlerini söz sahibine çevirdi:
- Patavatsızlık etme, kardaş. Dedi. Onlar Ermeni kökenli Türk vatandaşları. Bizim sözümüz onlara değil. Onlar kardaşlarımız ve ulusumuzun birer parçası. Dininin ayrı olması milliyetini etkilemez. Yahudi nasıl Yahudi kökenli, Rum nasıl Rum kökenli Türk Yurttaşı ‘ysa; onlar da öyle. Türk Ermeni düşmanımız değildir; kardaşımızdır, eşimiz-dostumuzdur, kapı komşumuzdur, yerinde iş ortağımızdır. Sözümüz tarihteki, geçmişteki Ermeni ‘ye. Geçmişten sözettiğim içindir ki; konuşmalarım arasında ‘Vahvah’ demek zorunda kaldım. Nedenini de söyleyeyim: Rus güçleriyle Ermeni çeteleri Van ‘ı elegeçirdiklerinde; Osmanlı Millet Meclisi ‘nde Ermeni saylavları yani milletvekilleri bile vardır. Bunlardan biri; ‘Pastırmacıyan’, obiri; ‘Boyacıyan’ dır. Yeri gelmişken ekleyeyim: ‘Yan’ sözcüğü Ermenice ‘de ‘Oğlu’ anlamındadır. Anlayacağınız üzere; sözünü ettiğim saylavlar; Pastırmacıoğlu ile Boyacıoğlu ‘dur. Pastırmacıyan ‘ın asıl adı ‘Karakin’ dir, takmadı ‘Garo’ dur. Erzurum ‘dan saylav çıkmıştır. Boyacıyan ‘ın asıl adı ‘Hamparsum’ dur ve takmadı ‘Murat’ tır. Kendisi Kozan saylavıdır. Yanlarında bir de Van saylavı olan ‘Papazyan’ vardır ki; onun da asıl adı ‘Vahan’ ve takma adı ‘Hançer’ dir. Bunların üçü de anarşist ve Tanrı ‘sız Taşnak örgütünün hizmetindedirler. Sonradan bu saylavlara bir de ‘Hamazasp’ katılmışitır ve Hamazasp ‘ın Erzurum saylavı olduğu bilinmektedir. Kendisi, 1877 yılında Osmanlı Millet Meclisi ‘nde unutulmayan bir konuşma yapmış, bu konuşmasında Osmanlı ‘yı şaşılacak bir biçimde övmüş, göklere çıkarmış, Osmanlı topraklarında tam beşyüz yıl çok büyük bir özgürlük, çok büyük bir rahatlık ve çok büyük bir varsıllık içinde yaşadıklarını itiraftan çekinmemiştir. Sözleri yalan da değildir. Zira; Ermeni ‘ler Osmanlı ülkesinde akıllarından bile geçemeyecek derecede varsıllaşmışlardır yani büyük varlık sahibi olmuşlardır. San ‘atın ve zanaatın her kolu ellerindedir. Kuyumculuk, marangozluk, oymacılık, inşaat Ermeni ‘lerdedir. Gereksinenlere faizle borç para verenler bunlardır.
Alçıcı Şamil Usta, sigarasını sol eline alıp sağ eliyle dilinin üstüne küçük bir şeker parçası koyarak ilk kez çevresine gözgezdirdi:
- Şu ana kadar sizlere, bizim onlara karşı tutumumuzu anlattım. Hele bir de onların bize karşı olan tutumlarına bir bakalım: Ermeni ‘nin nice bir Ermeni olduğunu anlayabilmek için Erzurum ‘un, Erzincan ‘ın, İstanbul ‘daki Kumkapı ‘nın, Kayseri ‘nin, Merzifon ‘un, Yozgat ‘ın, Sason ‘un, Zeytun ‘un, Gümüşhane ‘nin, Kars ‘ın, daha nice illerin başlarına neler getirildiğini bilmek gerekir. Ben bunların tümünü anlatmaya kalkışacak değilim. Bu, gücünü bilmemek demektir. Zira; tümünü anlatmaya ne aylar, ne de yıllar yeter. Ben, bu 12 Mart Kurtuluş Bayramı dolayısıyla Ermeni ‘nin Erzurum ‘a ve Erzurum ‘luya reva gördüğü vahşeti ve soykırımı ortaya koymaya çalışacağım ve bunu da tam tamına yapabileceğime eminim. Çünkü; ben ilgili tarihsel olaylardan bir kesiminin canlı tanığıyım.
Alçıcı, sandalyesinde şöyle bir dikilerek bir süre susup önündeki masa yüzeyinin derinliklerine daldı, sonra diliyle soluk dudaklarını ıslattı:
- Örgütlenmek ve çeteleşmek Ermeni ‘lerde tam bir tutku halindedir. Bunlar 1882 yılında Erzurum ‘da Silahlılar Örgütü ‘nü kurdular. Yetinmeyip 1886 yılında Van ‘da Arminikan adı altında örgütlendiler. 1887 Yılında Cenevre ‘de Hınçak Örgütü ‘nü tesis ettiler. Bunu 1890 yılında Tiflis ‘te kurdukları Taşnaksutyan Örgütü izledi. Yani bir tür Örgütler Zinciri ‘ni hizmete soktular. Ki; örgütlerinin tümü ayrıcalıksız anarşist örgütlerdir ve Taşnak hem anarşist, hem de Marksist ‘tir.
Şamil Usta belli-belirsiz öfkelenmeye başlamıştı:
- Erzurum kaç kere Rus işgaline uğradı, bilir misiniz? Tam tamına üç kere. Bunlardan ilki; 1828 – 1829 yılları arasında baş gösteren Osmanlı-Rus Savaşı ‘na rastlar. Rus ‘lar 26 Nisan 1828 tarihinde Erzurum ‘u elegeçirmiş, 14 Eylül 1829 tarihinde imzalanan Edirne Anlaşması ‘yla gerivermeye razı olmuşlardır. İkinci işgal1877-1878 yıllarındaki Osmanlı-Rus Savaşı sırasındadır. Bu savaş, ünlü ‘Doksanüç Savaşı’ dır. Bu da, ayni tarihe denk gelen ‘1293’ yılından bir kısaltmadır. Bu savaş yüzünden, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastafanos Anlaşması ‘nın hükme bağladığı bir savaş ödencesi olarak Erzurum Rus ‘lara bırakılmıştır. Ayastafanos İstanbul ‘daki Yeşilköy ‘dür ve oraya bu ad, Yeşilköy ‘deki Aya Stefanos Kilisesi ‘ni anımsatmak için verilmiştir. Bu işgalde Erzurum yedi ay Rus çizmesi altında kalmıştır. Üçüncü işgal 1914-1918 yılları arasında baş gösteren Birinci Dünya Savaşı ‘nda vukubulmuştur. Bu savaş nedeniyle Erzurum, 16 Şubat 1916 tarihinde Rus egemenliğine girmiş, iki yıl 3 aylık bir tutsaklıktan sonra 12 Mart 1918 tarihinde kurtarılmıştır. Şu gün yaşamakta olduğumuz bayram, işte bu kurtuluşun bayramıdır.

Yabancı olduğu izlenimini veren bir müşteri, elindeki dolu çaybardağıyla palabıyıklı ocakçıya eğilerek fısıltılı bir sesle sordu:
- Yahu Pala, kim bu üstü-başı alçılı adam? Nasıl böyle bilgili ve etkili konuşabiliyor, Tanrı aşkına?
Ocakçı kara kara parlayan gözleriyle yabancıya uzandı:
- Üstünü-başını unlu görüp de, değirmenci sanma, Dadaş. Dedi. Bilmiyorsan; öğren: Onun adı ‘Alçıcı Şamil Usta! Dır. Tanımayan yoktur ki; ola. Alçıcıdır, nakkaştır, hafızdır, mimardır, mühendistir, bilgindir. Erzurum ‘un geçirdiği son Rus ve Ermeni işgalini fiilen yaşamıştır ve o günlerden günümüze kalan tek canlı tanıktır.
Tüm ilçeleri, bucakları, köyleri sayılmak koşuluyla Erzurum ilinde onun elinden geçmemiş olan yapı, konak, cami, medrese, okul, tarihsel yapıt, köprü, kemer, kümbet, kubbe, hamam, han, çarşı yoktur. her birinde ya bir taşoyması, ya bir ağaçişlemesi, ya bir kemeri, ya bir nakışı, ya bir hattı, ya bir alnının teri, ya bir elinin emeği, ya bir gözünün nuru, ya bir sesi, ya bir ayakizi vardır. Hakkından azını, hakkından çoğunu istemez, almaz. Kazanabildiğini kitaba yatırır. Bu paltosu alçılı, bu üstü unlu değirmencinin evindeki kitaplıklara, değme kuruluşlarda rastlayamazsın. Yerlerden tavanlara, duvarlardan duvarlara, bahçelerden avlulara, avlulardan odalara, odalardan kilerlere, kilerlerden ambarlara, döşemelerden merdiven basamaklarına kadar, eşi-benzeri görülmemiş bir kitap mahşerine sahiptir. Kent merkezindeki ellibir camiin seksen kubbesi ve yüzdört minaresi, dayanaklarından külahlarına ve alemlerine kadar bunun elinden geçmiştir. Minare külahındaki askıda çalışırken, vakit yemek paydosuna rastlasa; yemeği de, dinlenmeyi de bir yana atar, koynundan kitap çıkarıp okur ve nerede okuduğunun da farkında bile olmaz.
Yabancı, tüm yaşamında daha ilk kez insan görüyormuşcasına Alçıcı Şamil Usta ‘ya bakmakta, gözlerini adamdan asla alamamaktaydı. Şamil Usta, ince elendiğinden, sık dokunduğundan habersiz, anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor, anlatırken bazen üzülüyor, bazen öfkeleniyor, bazen durgunlaşıyor, bazen ateşleniyor, bazen da şahlanıp kükrüyordu:
- Paris Üniversitesi profesörlerinden Mösyö Brun, herne kadar Ermeni ‘lerle Fransız ‘ların ayni kökten geldiklerini öne sürmekteyse de; sen bu yalana pek kulak asma, Baba. Zira; bunlar bazen da kalkıp kendilerinin Kürt ‘lerle soybirliği içinde olduklarını söylerler. Altını çize çize söyleyebileceğim tek şey; Ermeni ‘lerin bu topraklarda tam tamına beşyüz yıl elbebek-gülbebek yaşatılıp korunduklarıdır. Öylesine de korunmuşlardır ki; Rusya ‘da bir Ermenistan kurulduğu halde, bir teki bile kalkıp oraya gitme gereği duymamıştır. Binbir reklamla, binbir yalan kampanyasıyla kandırılarak Ermenistan ‘a çekilen Amerika ‘lı yüzbin kadar Ermeni, orada Hanya ‘yı-Konya ‘yı tanımış ve çok kısa bir süre sonra yine soluğu Amerika ‘da almıştır.
Kapının açılması üzerine Alçıcı Şamil Usta sözlerine ara verdi ve gelenlere baktı. Gelenler genç irisi iki delikanlıydı. Dışarının ne kadar soğuk olduğu morarmış yüzlerinden-burunlarından anlaşılmaktaydı. İkis de parmaklarını ağızlarına götürmüşlerdi ve hohluyorlardı. Önce kapı dibinden ocağa yüksek sesle iki çay söyledilerse de; masa çevresinde öbeklenenleri görünce pıtsılar ve çekingen adımlarla sobaya yanaşıp ellerini ısıtmaya koyuldular. Gözlerini onlardan ayıran alçıcı, yeniden konuşmasına döndü:
- Bazı yabancı devletler, Osmanlı ‘da Ermeni ‘ye uygulanan sürgünü, kendi çıkarları gereğinden olarak bir ırka yapılan acımasızlık ve bir kafatasçılık olarak değerlendirmeye ve bunu dilleriyle saldırılarına persenk edinmeye başladılar. Onların bu tutumları hem yanlıştır, hem de haksızdır. Bilen var, bilmeyen var. Önce sürgünün yani tehcirin ne demek olduğunu bir açıklayalım. Sürgünle tehcir anlamdaşmış gibi görünürse de pek öyle değildir. Olay için tehcir sözü kullanılmıştır. Tehcir; hicret ettirme yani göçettirme anlamındadır. Osmanlı doğuda düşmanla çarpışmaktadır ve Ermeni çeteciler, kendisini içeriden ve geriden vurmakta, cephe gerisinden düşmana yardım etmekte ve topraklarda yer yer isyanlar çıkarmaktadırlar. İki ateş arasında kalmamak, dışarıda düşmanla ve içeride hainlerle boğuşmamak için, Osmanlı, Ermeni ‘leri bulundukları yerlerden kaldırıp Urfa ‘ya ve Diyarbakır güneyindeki Fırat vadisine yerleştirmek istemiştir. Ermeni isyanları ilk kere 1800 lerde ortaya çıkmıştır. Bu isyanların habire sürüp gitmesinin verdiği cesaret, Jores adındaki bir Ermeni anarşistin Padişah İkinci Abdulhamit ‘e suikast girişimine bile yol açmıştır. Bu suikastın 1908 yılında vukubulduğu göz önüne alındığında; 1915 yılındaki Tehcir Kararı ‘nın ne kadar haklı olduğu kolaylıkla anlaşılabilecektir. 1828-1829 ve 1877-1878 yıllarındaki savaşlarda, Rus ‘lara cephe önünden kılavuzluk ve yardakçılık yapan, Erzurum ‘un Aziziye Tabyaları ‘ndaki yaralı erleri öldüren, uykudaki erleri hançerleyen ve 1882 yılında Erzurum ‘da Silahlılar Örgütü ‘nü kurarak kenti bir anarşi yuvası haline getiren Ermeni ‘yi, Omsalı tehcir etmeyecek de, yüzünü-gözünü mü öpecekti?
Şamil Usta büyük bir tiksintiyle başını salladı:
- Ben bu ‘Hançer’ sözcüğünü hiç sevmem: Ermeni adıdır. Nazar, Nişan, Ferdi Ermeni adlarıdır. Aşık Ferdi ‘nin bir Ermeni olduğunu duymamışsanız, varın ilk kez benden duyun.

Alçıcı ‘nın kendisini kıtlama çaylarla avutmaya çalışan bir tutumu vardı. Yeniden dilin üstüne bir küçük şeker parçası koymuş ve üstüne çayını yudumlamaya koyulmuştu:
- Talat Paşa, bu Tehcir Kararı ‘nın çıkmaması için önceleri bir hayli direnmiş fakat sonradan pekilenmek zorunda kalmıştır. Ve bu benim direnenimin tatlı canı, sonraki yıllar içerisinde ‘Taleyran’ adlı bir Ermeni yönünden Berlin ‘de alınmıştır.
Şamil Usta içini çekti:
- ‘1293 Savaşı’ ya da kısaca ‘Doksanüç Harbi’ de denen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ‘ndan önce Erzurum, seksenbin nüfusa sahiptir ve bir bu kadar nüfusu çok büyük bir varsıllık içinde, çok büyük rahatlıkla beslemiştir. Ne kadar yazıktır ki; bu büyük kent bir Ermeni anarşistler kenti haline gelmiş ve çok büyük bir Ermeni vahşetiyle tanışmak zorunda kalmıştır. Nedenini de söyleyeyim: Bazı yabancı devletler kendi çıkarları gereğince, sürekli olarak Ermeni ‘lere arka çıkmışlardır. Osmanlı ‘yı her keresinde, Ermeniler için koşulları daha bir ferah tutmaya zorlamışlardır. Yapılan anlaşmalara koyulan tüm maddeler bu yolda hükümler içermektedir. Ve sonunda dediklerini, dilediklerini yaptırdılar, 1863 yılında Osmanlı ‘ya bir Ermeni Uluslar Yasası çıkarttırarak Ermeni Vahşeti ‘ne çanak tuttular. Az önce söylemiştim: Erzurum ‘u Rus ‘lara peşkeş çeken anlaşma Ayastafanos Anlaşması ‘dır ve işte bu anlaşmaya Ermeni ‘ler leyhine iyileştirme getiren hükümleri bizzat Ermeni ‘lerin kendileri koydurmuşlardır. Ayni hükümlerin sonraları Berlin Ablaşması ‘na koyulduklarını da görmekteyiz.
Çayevinin hiçbir masasında müşteri kalmamış, müşterilerin tümü Şamil Usta ‘yla Hikmet Baba ‘nın çevresine üşüşmüşlerdi. Ocaktan pirinç tepsiler dolusu çay geliyor, sıcak sıcak boşalıyor, boşlar anında geriye gidiyor fakat koskoca çayhanede sinek uçsa kanadının sesi duyuluyordu. Kimsede ses, kimsede hareket yoktu. Varlığı ortada olan sadece Alçıcı Şamil Usta ‘ydı ve onun bakışları yine kasketinin tereği altındaydı:
- Osmanlı Rus ‘u 1853 yılında Tuna boylarında, 1854 ‘te de Sivastopol ‘da perperişan etti. Bu yenilgileri kolay kolay pekilenemeyen Çarlık, Bulgar ‘lardan, Sırbistan ‘dan ve Karadağ ‘dan topladığı çapulcuları arkasına takarak doğu sınırlarına saldırıp orayı çökertme olanağı buldu. O tarihteki ordu kumandanı Ahmet Muhtar Paşa, Ferik Kasap Hüseyin ‘le, Ferik Hüseyin Hami ‘yle ve Ferik Mehmet Paşa ‘yla Kars ‘ta ortak bir karar aldı. Bu karara göre; Osmanlı, düşmana saldırmayacak, onu sınırda karşılayacak ve vuruşa vuruşa, yıprata yıprata, harcaya harcaya, kuşa çevire çevire içeri doğru çekecekti. Rus, Caf Kışlak ‘ı, Çilli ve Mus gediklerini aşıp Doğubayazıd ‘ı ve Ardahan ‘ı elegeçirmiş ve Kars ‘ı kuşatmıştı. Ahmet Muhtar Paşa, Zivin yöresindeki Haylaz ‘da Rus ‘a çok büyük bir darbe indirdi ve onun Pasinler Ovası ‘na inmesini engelledi. Rus birliklerinin başında General Loris Milikof vardı ve bu general Rus Orduları ‘nın Başkumandanı ‘ydı.Buyruğuna altı atlı alayı, altmış top ve onaltı taburluk bir yaya birliği verilmişti. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, bu gücüne rağmen Milikof ‘u Kars ‘a çekilmek zorunda bıraktı. Ruslar tam beş ay yerlerinden kıpırdanamadılar, sayısız ölü verdiler, hayvan ve top yitirdiler ve ister istemez Kars kuşatmasını kaldırdılar. Gedizler ve Kızıltepe yörelerindeki çarpışmalar alabildiğine zorlu, alabildiğine kanlı geçti. Rus komutası yönetiminde bu kere, yirmibir yaya taburu, sekiz Ejderha Bölüğü, onsekiz Kazak birliği, iki de Çeçen bölüğü vardı. Güç tam tamına altmış topa sahipti. Bu karşıkoyulmaz sanılan güç, Derik Mehmet Paşa ‘nın dosdoğru silahı bile bulunmayan üçbin kişilik birliği yönünden kanlı bir biçimde darmadağın edilip püskürtüldü. Sonbaharda başka düşman kolları Arpaçay ‘ı geçerken, bir ayrı düşman kolu Şatıroğlu Dağı ‘na ilerledi. Osmanlı gerideki tepeleri elde tutabilmek amacıyla Alaca Dağı ‘na kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Çok sayıda tutsak verildi, erlerin birçoğu şehit düştü. Düşmanın ilerlemesinin durdurulamayışı Erzurum siperlerini tehlikeye sokabilirdi. Ahmet Muhtar Paşa, Deveboynu ‘na kadar geri çekilirken, Bayazıt ‘tan gerileyen güçleri de toparladı ve bunlara Erzurum ‘dan gelen gönüllüler katıldı. Yorgun ve bitkin ordunun sağ kanadı Rufat Paşa ‘ya bırakıldı ve Rıfat Paşa Toparlak Köyü ‘ndeki Höyükler yöresini savunmaya başladı. Uzunahmet yöresinin savunması Kurt İsmail Paşa ‘daydı. Sol kanada komuta eden Ferik Mehmet Paşa, Çilligöl, Kavaktepe ve Köse Mehmet gediklerini korumaktaydı. Ahmet Muhtar Paşa elindeki altı taburu yedekte tutarken, üç taburunu da Top Dağı ‘na yerleştirmişti. Düşman, bir yandan Korucuk Köyü çevresinden topla hedef döverken, bir yandan da Toparlak ‘taki Höyükler yöresine saldırma peşindeydi. Ama umduğunu bulamadı ve bütün yedek güçleriyle birlikte Uzun Ahmet yöresine yüklendi. Ahmet Muhtar Paşa, bu yükleniş karşısında Aziziye Tabyaları ‘na kadar gerilemek zorunda kaldı. Erler yaralı, yorgun ve bitkin bir biçimde kente girince, ekim ayının ilk haftasında, Erzurum bunlara bağrını-yüreğini açtı. Düşman Toparlak ‘ı, Ağzıaçık ‘ı, Paşa Pınarı ‘nı geçip Sivişli ‘ye kadar yürüdü ve bir sabah vakti, temsilciler gönderip Ahmet Muhtar Paşa ‘dan kentin teslimini istedi. Paşa ‘nın yanıtı şu iki sözcük oldu: ‘Gelin alın.’
Şamil Usta sigarasından ardı ardına soluklar çekmeye başlamıştı:

- Ermeniler 1877 yılı kasım ayının ilk haftasında boy gösterdiler. Beşyüz yıldır elbebek-gülbebek yaşatıldıkları toprakların işgali için Rus ‘larla işbirliği yaptılar. Müdürge Köyü ‘ndeki iyi Türkçe bilen kırk-elli Ermeni, Deveboynu ‘nda şehit soyup giysilerini giyindiler, yürürken ses çıkarmaması için ayaklarına keçe çizmeler taktılar. Sırtlarındaki er giysilerinden ve Türkçe bilmelerinden yararlanarak karnlıkta nöbetçileri kandırıp öldürdüler ve Aziziye Tayaları ‘na girdiler. Bunlardan bir kesimi duvarlardan merdiven indirip Rus ‘ları içeri aldılar, bir kesimi yaralı erleri, yorgun ve bitkin uyuyanları hançerlediler. İlk tabyada bulunan ve durumu öğrenen Miralay Bahri Bey, Rus ‘un ve Ermeni ‘nin elegeçirdiği obir iki tabyayı topa tuttu. Oniki yıllık bir emekle yapılmış olan ve iki vahşi düşmanca kana ve baruta bulanan iki tabya da, ilk tabyaya yaylım ateşe başladı. Düşmanın Aziziye Tabyaları ‘nı elegeçirdiği ve kana buladığını gecenin koyu karanlığında Erzurum ‘luya bildiren ilk insan Ayazpaşa Camii ‘nin müezzinidir. Bu müezzin önce üç kere ‘Allahuekber… Allahuekber… Allahuekber…’ diye haykırdı, sonra gür sesiyle durumu uyuyan halka duyurdu.
Alçıcı Şamil Usta, başındaki eski kasketin tereğini geriye doğru kaldırdı, alnını yukarı dikti ve herkese tek tek gözler gezdirdi:
- Ne oldu, Baba? Ne oldu muhteremler, bilir misiniz? Yiğit Erzurum ‘un karanlık sokakları ir tek anda mahşere döndü. Kadın, erkek, yaşlı, genç, nine, torun eline herne geçirebildiyse; işte onu alıp Aziziye Tabyaları ‘na oluk oluk akmaya başladı. Aziziye sırtları bir anda kanlara boyandı. Satırlar, baltalar, keserler, şişler, nacaklar, demirler, odunlar, kılıçlar, bıçaklar, yatağanlar, kürekler, dirgenler gövdelere işledi e kan sel olup Erzurum ‘a aşağı aktı. Bu bir kutsal savaştı. Bu; namusun, iffetin, ismetin, ırzın ve hakkın savaşıydı. Bu savaş körpe öksüzlerin, taze gelinlerin, beli bükülmüş yaşlıların savaşıydı. Bu; yorgun ordusuna yanık sinesinden, yaralı yüreğinden güç verenlerin savaşıydı. Savaşta düşman, kanlı topraklarda alnının akıyla yatan şehitlerimizin yanına binlerce ölüsünü bırakarak kaçtı. Kaçanları Vank Deresi ‘nde, Kara Fatma ‘lar, Nene Hatun ‘lar, Gülizar Onbaşı ‘lar, Bayraktar Çavuş’ lar, Hüseyin Ağa ‘lar, Yaşar Ağa ‘lar, Mevlüd Ağa ‘lar haklayıp tüketti.
Şamil Usta ‘nın gözlerinden yanaklarına bir-iki damla yaş düştü. Bir yaşlı adam bir kutlu bayram gününde, yasını bayramların bile alıp götüremediği, birbirine çitenmiş insanların önünde ağlamaktaydı.

- Onlarınki ölüydü. Bizimkiler ise; ölüden de, şehitten de başka bir şeydi. Aziziye Tabyaları ‘na düşman girmemiş, Rus ‘larla Ermeni ‘ler girmemiş, sanki yırtıcı hayvanlar, sırtlanlar, kurtlar, çakallar, ayılar, engerekler, çiyanlar, akrepler girmişti. Birer savaş yorgunu, birer savaş uykusuzu, birer savaş yaralısı olarak düştüğü yerde uyuyakalanlar, ayık olup kıpırdanamayanlar en az altmış-yetmiş kere hançerlenmiş, canlarının alınmasıyla yetinilmeyip bedenleri delik-deşik edilmişti. Öldürülenlerin hiçbirinin kulakları, burunları yoktu. Birçokları gözlerinin bebeklerinden hançerlenmişlerdi. Bazılarının ağızları her iki yandan kulaklarına kadar bıçaklarla yırtılmışlardı. Kimilerinin karnı çenelerinin altlarına dek uzunlamasına kesilip açılmıştı. Bazılarının cinsel organları koparılıp, bazılarının kan ve irin içindeki ağızlarına sokulmuştu. Birileri ayaklarına bağlanan urganlarla tavanlara çekilmiş, karınları baştanbaşa yırtılarak barsakları dışarı boşaltılmıştı. Yırtılmış ağızlarda kanlı barsaklar, oyulmuş gözlerde cinsel organlar, nasılsa; sağlam bırakılmış bedenlerde ve kalçalarda keskin bıçaklarla yazılan Ermenice, Türkçe ahlaksız sözcükler vardı. Tabyanın mescidi bir kutsallığa hakaret içindeydi. Boğazları vahşice parçalanmış olan erlerin aziz bedenleri mescide doldurulmuş, tümünün başları kapıya, kıçları mihraba döndürülmüş ve haşa, sümme haşa Allah ‘a kıçlarıyla secde ediyorlarmış gibi görünsünler diye; paramparça karınlarının altlarına parçalanmış başkalarının bedenleri yerleştirilmişti. Hiçbirinin bir insan, bir ana-baba evladı, bir sevgilinin yavuklusu, bir körpe gelinin gözbebeği, bir sabinin başının tacı, bir aksakallı-bir başıyazmalının gözünün nuru olduğu düşünülmemişti. Bir savaş için normal sayılabilecek bir erkekçe, bir sertçe ölme-öldürme, tanımlamaya çalıştığım bu vahşet tablosunun yanında çok basit, çok soylu kalırdı. Önü-sonu dolayısıyla; o, bir savaştı: Kendince kutsal olan bir amaç uğrunda ölürdün, öldürürdün. Fakat erkekçe, fakat mertçe, fakat ölene asla ve asla vahşi, asla ve asla yırtıcı eller uzatmadan, ölene bir daha asla değmeden…
Hikmet Baba ağladığını gizlemiyordu. Çevreye öbeklenenler gözyaşlarını saklamaya bie gerek görmüyorlardı. İzleyenlerden bazıları, ellerindeki çaylarını, ne yaptıklarının farkında bile olmadan, içlerin damlayan bir-iki damla gözyaşıyla birlikte içiyorlardı.Çayhanenin kapısı, her açılışında-her kapanışında öfkeli bakışları üstüne çekiyordu. Kazara içeriye girenler içlerindeki bayram sevinçlerini dışarıda bırakıp geçmiş günlerin geçip gidememiş karayaslarını içeride kuşanıyorlardı. Duyulurda bir tek bardak, fincan, tabak sesi ve görülürde en küçük bir kıpırdanış bile yoktu. Alçıcı Şamil Usta, bulunduğu yerde daha bir yaşlanmış, daha bir ufalmış, daha bir eskimiş görünmekteydi:
- Baba… Diyordu. Biz bu Ermeni ‘ye ne yapmıştık? Bizden böylesine nefret etmesi için, bize bu kadar vahşice davranması için, ona hangi ezayı-cefayı tattırmış, onu hangi sıkıntıya, hangi darlığa sokmuş, onu hakkı bile olmayan hangi haktan yoksun bırakmıştık? Onu tam beşyüz yıldır elbebek-gülbebek besleyen, ona varsıllığın, özgürlüğün, rahatın kapılarını açan, onu sinemize basan, yüreğimize konuk eden biz değil miydik? Onu canımız-ciğerimiz, onu eşimiz-dostumuz, onu iş ortağımız, onu kapı komşumuz, onu bir aile yakınımız edinmemiş miydik? Türk ‘e tanımadığımız hakları ona tanımamış mıydık? Onun bir Türk ‘ün bile çıkamayacağı bir nice makamlara çıkarmamış mıydık? Yerinde, devletimizin hazinesini onun eline vermemiş, Türk ‘ün bile takamadığı Padişah Tuğrası ‘nı onun kalpağına takmamış mıydık? Müslümanlararası anlaşmazlıklarda tanıklığı bile geçerli sayılmazken, bunu geçerli saymamış, hatta onu, Müslümanları yargılayacak makamlara oturtmamış mıydık? Biz onun dinini-imanını, şlaganını-ayinini tümden özgür bırakıp saygıyla karşılarken, o bizim dinimize bu görülmemiş saygısızlığı neden göstermekteydi? Türk ‘ten neyin öcünü aldığını sanıyordu?
Alçıcı Şamil Usta, eski paltosunun cebinden bir büyük, buruşuk fakat temiz makrame çıkardı, yanaklarında şöyle bir gezdirdi, bir iş yapmış olmak için yeniden tütün sardı, kağıdı diliyle ıslatıp yapıştırdı ve Hikmet Baba ‘nın yakıp uzattığı kibritle tutuşturdu:
Sarı bir kamışın değeri ne kadardır, Baba? Diye sordu. Enver Paşa ‘nın beceriksizliği ve gereksiz atılganlığı yüzünden, bir sarı kamış uğruna yetmişbin körpe fidan kırıldı. Yetmişbin babayiğit erimiz soğuktan, açlıktan ve yorgunluktan Sarıkamış Dağları ile Allahuekber Dağları ‘nda mahvoldu, tükendi. Onları kaputlarıyla birlikte karlara gömdük. Karşılarında çarpışacak kimse olmayınca; Rus ‘lar yanlarındaki Ermeni yardakçılarıyla birlikte Erzurum ‘a girdiler. Ve bu havası soğuk, yüreği sıcak Erzurum ‘a 1916 yılının aralık ayında, kar-kış içinde, tipi-boran altında İç Anadolu ‘ya doğru göçetmek düştü. Bu; çetin kış koşullarında kağnılarla veya yaya olarak sürdürülmek istenen bir göçtü. Anlatması hem uzun tutar, hem de gözlerden bu bayram gününde kanlı yaşlar getirir. Aklı olan anlar. Erzurum ‘un Rus ve Ermeni eline geçmesi 16 Şubat 1916 tarihindedir. Bu işgal, 12 Mart 1918 tarihine kadar sürmüştür. Bu tam iki yıl, yirmialtı gün eder. Ufak-tefek olayları saymazsak; Rus ‘lar Erzurum ‘da işkence ve soykırım yapmamışlardır. Bize soykırım yapan Ermeni ‘lerdir. Gerçekte Rus ‘lar Ermeni ‘leri ve Ermeni ‘ler de Rus ‘ları pek sevmezler. Erzurum ‘da Türk ‘e yapılan soykırımın baş sorumlusu Antranik ‘tir. Ne kadar yazıktır ki; Kötür Köyü ‘nden Aleksan oğlu Antranik ‘e, adaletli Osmanlı bir de paşalık vermiştir ve Antranik bir Osmanlı Paşası ‘dır. Kendisi, Erzurum ‘daki çeteci Artinof ‘un çağrısı üzerine kalkıp ta Bulgaristan ‘dan gelmiş, Rusya ‘dan toplayıp getirdiği silahları ve Ermeni ‘leri Erzurum ‘a yığmıştır. Çetesinin alt basamağında Çiybimiz ‘li Nişan, Armanak Toko oğlu Olos ve Morik oğlu Sihok bulunmaktadır. Bunlarla buyruklarındaki silahlı çeteciler, Rus işgali altındaki Erzurum ‘da birer bela ve vahşet fırtınası olmuş, kenti hallaç pamuğu gibi atmışlardır. Canları ne zaman isterse; keyifleri ne zaman domalırsa; o zaman kentteki, ilçelerdeki, bucaklardaki ve köylerdeki evlere baskınlar yapmışlar, cinayetler işlemişler, ırzlara geçmişler, işkenceler uygulamışlar, her yanı ateşler-alevler içinde bırakmışlar, birerli bir kuyruk halinde Türbe Deresi ‘ne götürdükleri kızları-kadınları, gençleri-yaşlıları, bebekleri-sakatları kanlı kütükler üstünde baltalarla kesmişlerdir. Amaçları Erzurum ‘da Türk bırakmamaktır. Antranik ‘in, eli altındaki çetecilere verdiği tek öğüt şudur: ‘En soylu öç, en kapıbir komşudan ve en canayakın ahbabdan alınan öçtür. Evine-barkına en selamsız-sabahsız girebildiğiniz, en çok aşını-ekmeğini yiyip içtiğiniz, en çok korumasına ve insanlığına sığınabildiğiniz Türk ‘ü geberteceksiniz. En yakın komşunuza, en yakın iş ortağınıza, en yakın tanıdığınıza, en yakın ahbabınıza, en yakın arkadaşınıza en eşi-benzeri bulunmayan işkenceyi yapacaksınız. İsa haça bir kere gelmiştir, O ‘nu ikinci kere gerdirtmeyeceksiniz. Sadece kendi dininizden olmayan insanları değil, onlarla birlikte yaşayan hayvanları dahi işkenceyle öldüreceksiniz. Çabuk can vermelerine asla olanak tanımayacaksınız.’
Alçıcı Şamil Usta ‘nın solukları değdiği-dokunduğu yeri yakacak gibiydi:
- Buyrukları Ermeni ‘lerce elifi elifine yerine getirildi ve onun dahi aklının ucundan geçmeyen işkenceler gerçekleştirildi. Bir gözü kör olan sakatlara, bir bacağını yitirmiş olan yoksullara ‘Senin neden bir gözün sağlam, senin neden bir bacağın sağlam da, obir bacağın eksik? Tek eş kalmışsın. Sağlamını da sakatına çevirelim de, bir hayır işleyelim hiç olmazsa.’ Dene dene gözler oyuldu, bacaklar baltalarla kesildi. Yaşlılara aksakallı dedelere ‘Seni biraz gençleştirelim.’ Denerek, aksakalları derileiyle birlikte canlı canlı, usturalarla kesilip çıkarıldı. Beyaz leçekli ninelere ‘Şu leçeğin yerlerini bir iyi belirleyelim.’ Denip leçek yanlarına bıçaklarla izler, yaralar açıldı. ‘Bakalım bu çubuktan tütün içmek hoşuna gidecek mi? ’ Diye alaylar edilerek tütün içtiği bilinen kapıbir komşuların yüzleri, içinde insan eti yakılan sobaların vahşet tüten borularına bastırıldı. Gerçek Ermeni soykırımının başladığı güne kadar, bunların işlediği cinayetlerden ancak birkaçı, durumun kötüye gideceğini sezen bazı Rus kumandanlarca önlenebildi. Bunların da, Türk soyundan geldikleri için, cinayetlere engel olmaya çalıştıkları bilinmektedir. Nitekim, Yarbay Griyaznof bir Kazan Türkü ‘dür. Albay Veliyef bir Kırgız Türkü ‘dür.
Şamil Usta yorgunluk belirtileri göstermekteydi. Diliyle kuruyan dudaklarını sık sık ıslatmaya çalışıyor, masanın altındaki bacaklarını çekip çekip uzatıyordu. Çevresindekilerde çıt yoktu. Konuşma kesilir korkusuyla kimse, boşalmış bardağı çaytabaklarına bırakamıyor, garson uzanıp ellerinden alıncaya kadar boş boş elde tutuyordu.
- Ermeni ‘lerin Türk ‘lere uyguladıkları soykırım 19 Şubat 1918 de Kars Kapısı ‘nda başladı. Ermeni canakıyıcılar, Ermeni vurguncular, Ermeni soyguncular, ilçelerden, bucaklardan, köylerden toplayıp getirdikleri gençleri-yaşlıları, kadınları kızları, bebekleri-çocukları baltalarla, kazmalarla, keserlerle, hançerlerle, süngülerle, kılıçlarla, yatağanlarla, dirgenlerle, eğişlerle, sopalarla, kayalarla, testerelerle, şişlerle öldürüp öldürüp camiin avlusuna doldurdular.
Şamil Usta başındaki eski kasketini geri yıkıp dikeldi ce kıvılcımlanan gözlerini çevresindekilerin yüzlerinde dolaştırdı ve her kime baktıysa; onu, gözlerini kaçırmak zorunda bıraktı:
- Muhteremler… Yüzüme donuk donuk bakmayın… Allah ‘ın size lütfettiği hayalgücünü kullanın… Canlandırmaya çalışın biraz o günü, o yeri, o manzarayı… O vahşet tablosunu… İşte o manzara: Otuz metrekarelik bir cami avlusu ve birbuçuk-iki metre yükseklikte bir ölü yığını… Yetti mi, dersiniz? Hiçbir kan seli, hiçbir ölü yığını, anormal ölçüde işkence yapılmamış hiçbir beden, hiçbir kan-irin denizi Ermeni ‘deki vahşet susuzluğunu, kan içme istemini gidermeye yetmez ki; yetsin. Kente akın akın getirilen silahsız, korkmuş, ürkmüş, şaşırmış, günahsız insanlardan beşyüz kadarı Yakutiye Kışlası ‘na doldurulmuş, tümü çırılçıplak soyulmuş, kadınların ve çocukların gözleri önünde kocalarına ve babalarına tecavüzlerde bulunulmuş, erlerinin-babalarının önünde taze gelinlerin, kızların ırzlarına geçilmiş, kızlar-kadınlar birbirlerine saçlarından bağlanmış, canlı canlı memeleri kesilmiş, oyuklarına erkeklerden kesilen cinsel organlar yerleştirilmiş, kadınların cinsel organları oyulup çıkarılarak parçalanmış erkeklerin ağızlarına verilmiş, gebe kadınların rahimlerindeki karınlarındaki ceninlerin erke mi, yoksa kız mı olduğuna zarlar atılıp bahislere girilmiş, kimin kazandığını, kimin yenildiğini anlamak üzere; canlı canlı karınları yarılarak ceninler çıkarılmış, kız olanların cinsel organlarına, erkek olanların makatlarına süngüler takılmış, marşlar eşliğinde gözler önünde dolaştırılmış, yaşlıların bedenlerinde canlı canlı cepler açılarak içlerine kesilen hayaları, cinsel organları doldurulmuş, oyulmayan göz, kesilmeyen ağız-dudak-kulak bırakılmamış, kışla gazyağı dökülerek ateşlere-alevlere verilmiştir. Ve bu yapılanlar, Antranik ‘ten beş-on gömlek daha temiz, beş-on gömlek daha insancıl sayılan Ermeni Karakurayef eliyle gerçekleştirilmiştir.
Alçıcı, anlattıklarının burasında bir parantez açtı:

- Muhteremler, bilirsiniz: İnsanlar geceleyin rahat bir uyku uyuyabilmek ve uyurken karabasana uğramamak için şöyle bir dua yaparlar ve şöyle bir dilekte bulunurlar: ‘Karakura. Yanı kara, yüzü kara. Seni beni Yaratan ‘ın hakkı için gökte yıldızı, denizde damlayı, çölde kumu say. Tümünü bir tamam et, benim yanıma sonra gel.’ Muhteremler, bu duanın kaynağı, bu dileğin içerdiği korku, işte geçmişteki bu ‘Karakurayef’ tir. Zira; bu vahşinin yanında karabasanlar bile solda sıfır kalırlar.
Şamil Usta, önüne sessizce bırakılan çayını ilk kez ağzı yana yana içti.
- Karakurayef ‘in soykırımıyla ayni günde, bine yakın bir insan topluluğu Kavak Kapısı ‘ndaki kışlaya, yediyüzü aşkın bir günahsız kitlesi Derviş Ağa Mahallesi ‘ndeki Ezirmik ‘li Osman Ağa ‘nın konağına, sayısı dörtyüzü bulan bir çocuk kalabalığı da Hacı Ahmet Hanı ‘na doldurulup kahkahalarla ateşe verildi ve canlı canlı yakıldı.
Hikmet Baba, gözlerinden yanaklarına süzülen yaş damlalarını silmeye bile gerek görmüyordu. Zira; birbaşına değildi ve gözü yaşlı bir kalabalığın tam ortasındaydı. Günlerden bir bayram ve günlerden bir kurtuluş günüydü ama gülmesi gerekenler ağlıyor, kıvanç duyması gerekenler yas tutuyordu.
- 1917 Yılının ekim ayında Rusya ‘da bir devrim oldu. Çarlık Rusyası ‘nın Erzurum ‘daki orduları geri çağrıldı. Bunlar, yanlarında götüremeyeceklerini kestirdikleri silahları Türk ‘e vermek istediler. Silahlanm belki yeni kanlı olaylara yol açar ve halk belki öç almaya kalkışır düşüncesi ve korkusuyla, Belediye Başkanlığı makamındaki Hakkı Paşa ve kendilerini Erzurum ‘lu adına konuşmaya yetkili varsayan yanındaki bazı densizler, bunu pekilenmediler. Götürülmelerine zaten olanak bulunmayan silahlar da böylece Ermeni ‘lerin ellerine verildi. Bu, Ermeni ‘nin aklından-hayalinden bile geçirmediği bir fırsattı. Ve bu fırsat, Ermeni ‘lerce tehcirin öcünü almak, Klikya Devleti ‘ni kurmak yolunda noktasına, virgülüne kadar kullanıldı. Ermeni ‘ler soykırımı Alaca Köyü ‘nde sürdürmeye koyuldular. Bu köy benim köyümdür. Soykırım 10 Mart 1918 de yeniden başlatıldı.Ben o tarihte 8 yaşındaydı. Ermeni ‘ler evimizin, ahırımızın kapılarını baltalarla kırdılar. Birkaç koyunumuzun, birkaç ineğimizin, tek keçimizin ve iki öküzümüzün boğazlarını canlı canlı ve ayakta kestiler. Tavuklarımızın başlarını birer birer koparıp attılar. ‘Sen hangi parmağınla şahadet getiriyorsun, zo? ? ’ Diyerek babamın parmaklarını palayla birer birer ve boğum boğum kırıp kesip parçaladılar. Canvermekte olan babamın hırıldayan ağzına süngü sapladılar. Üstüne kapanan anamı memelerinden ve kaba etlerinden süngülediler: Anam son soluğunda ancak bir yarım-yamalak kelimeişahadet getirebildi ve bana ‘Şamil kaç…’ diye seslenebildi. Köy sokağına fırladığımda zincirlik deliler gibiydim. Sokaklar, evler, duvarlar, kapılar, pencere camları-pervazları, eşikler, çitler, ağaçlar ve tezek kalakları kan içindeydi. Çamurlardan, sulardan, topraklardan, yeşilliklerden kan akıyordu. Parçalanmış ölüler üst üste yatmaktaydı. Samanlıklardan, ahırlardan, ahşap evlerden dumanlar yükselmekteydi. Havada çığlıklar, iniltiler, yalvarışlar, yakarışlar, lanetler vardı. Görebildiğim canlı hayvanlardan kiminin bir bacağı, kiminin kulakları, kiminin ağzı, kiminin kuyruğu yoktu, kiminin ağzından oluk gibi kan boşanıyor, kimi yarılmış karnından barsaklarının boşalmasına direnmeye çalışıyordu. Bana Allah yardım etti. O çocuk aklımla kurtuluşu yerlerde yığılı cesetler arasına saklanmakta buldum. Yattığım yerde, elimde olmaksızın öğürüyor, öğürtüm sezilmesin diye, başımı henüz soğumamış cesetlerin altlarına altlarına sokuyordum. Baktığımı görür gibi olduğumda; dayımın cesediyle yüzyüze geldim. İki kulağının ikisi de yoktu. Parçalanmış boğazından akan kan yanağıma bulaşmıştı. Oracıkta öylesine bayılmışım. Ne kadar baygın yattığımı bilemiyorum. Kendime geldiğimde, sol kolumdaki acıyı sezinledim, kolumun kanlar içinde olduğunu gördüm. Başımda, bizim yanımızda maraba olarak çalışan Mığırdıç durmaktaydı ve elindeki tüfeğin süngüsüyle yerdeki ölüleri süngülüyor, aralarında canlı arıyor, son soluğunu vermekte olanları öldürüyordu. Beni de onun süngülemiş olduğunu kavramakta gecikmedim. Süngüsü sol kolumun etlerine saplanmıştı. Cankorkusu içindeydim. Anamın, babamın, dayımın acısı yüreğime işlemişti. İki bacımla bir erkek kardeşimin onlar gibi vahşice öldürüldüklerini düşünüp ağlamaktaydım. O yüzden süngülenen kolumun acısı umurumda bile değildi. O arada birtakım hayasız kahkahalar duydum. İki-üç Ermeni hocamızın sarığını boğazına dolamışlardı ve yular gibi çekerek adamcağızı koşturarak oraya-buraya sürüklüyor, hayvan edip sırtına biniyor, ahlaksızca gülüşerek yaşlı adamın kıçını elliyorlardı. O gece köyde, yanan evlerin, samanlıkların, ahırların ve bunlar içindeki cesetlerin çatırtılarından ve Ermeni nağralarından başka ses duyamadım. Aç, susuz ve yaralı olarak parçalanmış ölülerin bedenleri arasında Allah a sığındım. O ilk ‘Allahuekber’ sesini sabahın alacakaranlığında duydum. Köy bir anda Türk birlikleriyle dolmuştu. Havada kurşunlar vızıldıyor, top sesleri alacakaranlığı yırtıyor, ‘Allahuekber’ sesleri nağralara, nağralar çığlıklara, çığlıklar at kişnemelerine karışıyordu.Ermeniler atlı-yaya kaçma peşindeydi.Herşeyi, her korkuyu unutmuştum ve bağırmaktaydım: ‘Heeey… Ben buradayııım… Ben sağııım… Allah ‘ınıza, Kur ‘an ‘ınıza kurbanlar olayım Türk Askerleriii… Ben sizin adınıza köleler olayııım… Ben sizin atlarınızın nallarına, nalseslerine kurbanlar olayııım…’ Atlılardan biri uzanır uzanmaz, beni belimden kavrar kavramaz bir çekişte alıp atına bindirdi ve az ötede şuraya-buraya komutlar yağdıran bir subaya teslim etti: ‘Koskoca Alaca Köyü ‘nden sağ bulabildiğimiz bir tek bu, Miralay ‘ım… Onu da kolundan süngülemişler… Yoksul daha yedi-sekiz yaşında varyok…’ Dedi. İşte ben o gün kentimi, o gün bu Erzurum ‘u o albayın atının üstünde gezdim, gördüm: Ortalık öldürülmüş, parçalanmış, didiklenmiş insan etleriyle, kemikleriyle, kanlarıyla örtülüydü. Yeni yeni Canvermekte olanların hırıltıları kulakları yalamaktaydı. Irzlarına geçildikten sonra parçalanan kızların, kadınların, gelinlerin, ninelerin etlerinin kokusu dumanlara sinmişti, dumanlar burunları tıkıyor, mideleri ağızlara getiriyordu. Yanmış insan külleri rüzgarın elinde oyuncaktı. Vahşet, ilkellik, hunharlık, sırtlanlık adımbaşında sergilenmişti. Parçalanmış bedenler direklerde, ağaçlardaydı. Evlerin damları, kapıları, pencereleri ceset doluydu. Narmanlı Camii ‘nin minaresinden bir müezzin cesedi sarkmaktaydı. Çifte Minareler ‘in önü, avlusu, hücreleri parçalanmış cesetler içindeydi. Üç Kümbetler ‘in bahçesinde, birbirine kalın kayışlarla bağlı onu aşkın kanlı beden yatıyordu. Ötede-beride, anakarnından çıkarılıp süngülenmiş ceninler göze çarpmaktaydı. Ve görünürlerde sağlam ev-bark yoktu. Çevre tarihin bir büyük yangınında harabelere dönmüştü. Hayvan leşleri, birbirinden aziz insanların parçalanmış bedenlerinin yanlarında durmaktaydı. Kazım Karabekir Paşa ‘nın erleri Ilıca ‘da elegeçirdikleri Mardik, Merker Portakalyan, Oktar Eskiciyan ve Vahan Mığırdıçyan adlı çeteci vahşileri Erzurum ‘a getirilmişlerdi. Bunlara, Erzurum ‘daki vahşeti benim yanımda gösterdiler ve kendilerine “Suçunuz işte budur. Bunun cezası; sadece bize göre değil, size göre de ölüm olsa gerektir.” Diyip bunları İstanbul Kapısı ‘nda astılar.
Alçıcı Şamil Usta ‘nın sözleri, kapıyı tekmeleyip içeri giren iki kişi yönünden kesildi. Esmer, iri-yarı, kaba-saba, sivil kasketli, kara palabıyıklı, kara kalın paltolu, palrolarının yakaları kalkık, asık suratlı kimselerdi ve sesleri çayhanede top gibi patlamaktaydı:
- Hikmet Baba kimdir burada, lan? ..
Çayhanede bulunanlar bakışlarını önce bunlara, sonra Hikmet Baba ‘ya çevirdiler. Hikmet Baba tam bir şaşkınlık içindeydi. Ayağa kalkmadan, kapıyı tutan adamlara doğru seslendi:
- Hikmet Baba benim. Niçin sordunuz?
Adamlar kalabalığı dirsekleriyle iterek yanlara ayırıp ona yürüdüler:
- Biz adamı sordukmu başı beladadır. Dediler. Fırla yerinden, bizimle geliyorsun.
- Peki ama siz kimsiniz? Sizinle niçin geleyim?
- Kalk lan, it… Bize soru sorulmaz… Biz Kara Haydar ‘ın adamlarıyız…
“Kara Haydar” adı çayhaneye bomba gibi düşmüştü. Oturanlar oturdukları yerlerden ayaklara kalktılar ve kalkanlardan üçü-beşi varlıklarını saklamaya çalışa çalışa kapıdan çıktılar. Küçüğünden büyüğüne varıncaya dek tanımayan, bilmeyen, adını-ününü duymayan yoktu. Yörenin belalısıydı. Hayra adam çağırmazdı ve çağırdıklarının en azından kolu-budu kırılırdı. Her tazgahta bezi, her oyunda eli, her pislikte payı vardı.
Hikmet Baba afallamıştı. Öyle bir adamla ne işi olabilirdi? Lokmasına el uzatmamış, bir yudum suyuna dudak değdirmemiş, adını bile tek bir kere ağzına almamıştı.
Alçıcı Şamil Usta Hikmet Baba ‘ya şaşkın şaşkın bakmaktaydı. Yıllardan beri himini-cimini bildiği arkadaşının Kara Haydar gibi bir püsküllü belayla ne işi, ne ilgisi olabilirdi? Böyle bir ilgiye küçük bir olasılık bile tanımadığı bakışlarından belliydi.
Çayhanede kalabilenlerin bakışları Kara Haydar ‘ın fedaileriyle Hikmet Baba arasında gidip gidip geliyordu.
Adamlar Hikmet Baba ‘yı işte böyle bir şaşkınlık ortamında yerinden kaldırıp ite-kaka çayhaneden çıkardılar ve önlerine kattılar.
Çarşılarda, caddelerde, sokaklarda bayram sevinci, bayram eğlenceleri vardı. Her yer, her yan bayraklarla, bez afişlerle, renkli ışıklarla süslenmişti. Öbeklenmiş insanlar arasında davullar-zurnalar çalınıyor, gencecik Dadaş ‘lar barlar tutuyor, evlerin kapıları önünde yapma develer oynatılıyordu.
Hikmet Baba ‘yı Kara Haydar ‘ın iki kabadayısının arasında görenler, baktıklarını belli etmemeye çalışa çalışa onlara göz atıp ivedi adımlarla geçiyorlardı.
- Yürü baba, yürü… Diyorlardı. Bizi kendine bulaştırma… Yürü arınla-edebinle…
Adamlardan biri, arkadaşını dirsekle uyarmaktaydı:
- Kara Haydar “He” diyecek ki; ben buna göstereyim anasının ekmek tezkeresini.
- Sadece göstermek yetmez, anasının tezkeresini gösterip öylece terhis edeceksin dilloyu.
Hikmet Baba, bu tür terbiyesizce konuşmaları pekilenmek yanlısı değildi:
- Yahu siz nasıl konuşuyorsunuz öyle? Diye sızlanmaya kalkışmaktaydı. Sahip olun dilinize biraz.
- “Yahu” larla konuşma lan. Konuşmalarımızı beğenmedinse; senin anlayacağın dille konuşalım. İster misin?
Hikmet Baba ‘yı yoruluncaya kadar yürüten kabadayılar, onu Ardahan Kapısı ‘ndaki eskiden kalma, görkemli bir taş konağa soktular. Konak kapısının ardında, avluda, merdiven basamaklarında ve kapalı oda kapılarının önlerinde aynı tipte adamlar durmaktaydı ve hiçbiri de ağız açmıyor, tek sözcük söylemiyor, selam vermiyor-selam almıyor, sadece kötü kötü bakıyorlardı.
Adamlar Hikmet Baba ‘yı bir oda kapısının önünde durdurup kapıyı ittiler ve sandalyeye ters oturmuş birine:
- Getirdik dilloyu Emin.
Dediler. Odadaki kaşlarını yavaşça kaldırıp kalın bir sesle homurdandı:
- Çıkarın Haydar ‘a.
Hikmet Baba, merdiven basamaklarına itildi, yürütüldü ve yeniden bir kapı önünde bekletildi. Fedailerden biri içeri girip çıktı ve Hikmet Baba ‘yı kapıdan geçirip kapıyı dışarıdan kapattı.
İçerisi büyük bir salondan ibaretti. Özenle döşenmişti ve salonun her yanından varsıllık seslenmekteydi. Kapının tam karşısında ve uzağında görkemli bir masa vardı. Masanın ardı duvar büyüklüğündeki kırmızı perdelerle kapatılmıştı. Perdenin iki kanadı ortadan yanlara ayrılmış ve sırmalı kordonlarla, duvardaki yaldızlı metal halkalara tutturulmuştu. Salonda lüks kırmızı koltuklar, lüks bir Amerikan Bar, yaldızlı iskemleler ve bir toplantı masası mevcuttu. Perde önündeki görkemli masa, beyaz gömlekli, gömleğinin yakası açık ve kolları dirseklere kadar sıvalı bir adamın egemenliğindeydi. Kara Haydar ‘ın bu adam olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Zira; adamın, ta alnına inmiş, sık kara saçları, kara kaşları, kara gözleri ve kara kaytan bıyıkları vardı. Çıplak kollarını rastgele bir davranışla masasının pırıl pırıl parlayan cilalı yüzeyine dayamıştı. Sol önündeki koltukta, İskoç desenli pis bir gömlek giyinmiş, ayağına pis ve kirli mavi bir kot pantolon geçirmiş, saçları at kuyruğu, kuyruğu kurdelalı, bir kulağı küpeli, boynu kolyeli, bileği metal künyeli, beli sinek şaplaklı, ayakları sandaletli, sandaletin açıkta bıraktığı parmakları ve topuğu kirli-paslı bir hipi oturuyordu. Ve bu hipi, oturduğu koltuktan uzattığı ayaklarını Kara Haydar ‘ın görkemli masası önündeki cilalı, lüks sehpaya atıp birbirinin üstüne koymuştu.
İçeri girdiğinde güleryüzlü bir görünüş içinde olan Kara Haydar, kendisinin girdiğini gözucuyla görür görmez kaşlarını çatmış, suratını asmış ve görünüşünü sertleştirmişti. Gözleri hipideydi ve konuşurken yüzüne bakmıyor, yanağıyla konuşuyordu:
- Yahu, şu “Hikmet Baba” dedikleri sen misin be?
Kapı dibinde ayakta kalan Hikmet Baba, tedirgin bir merakla soruyu yanıtladı:
- Benim.
- Meğer sen ne bulunmaz Bursa Kumaşı ‘ymışsın yaren. Arkana kaç adam saldım bilir misin? her biri ikişerden tam on adam. Arattırmadığım yer kalmadı. Şimdi burada bir turist dostumuz var. Bir dostumuzdan selam getirmişler. Erzurum ‘a ilişkin bilgiler almak istiyorlar. O birkaç yabancıdil biliyormuş ama ne yapalım ki biz bilmiyoruz. Sorduk-soruşturduk. Yörede senden öte yabancıdil bilen yokmuş. Bu tür açmazlarda yetkilisi-yetkisizi seni buldurup kendilerine çevirmenlik yaptırırmış. Ben de onun için seni getirttim. Haydi bakalım yaren, tanış, sor, öğren; kimmiş, kimin nesi-kimiz fesiymiş, ne istermiş ve biz kendisine nasıl yardımcı olabilirmişiz? Biz kaba, cahil adamlarız, lügat-mügat bilmeyiz. Sözleri çevirirken sen yanlışlarımızı düzelt, kabalıklarımızı incelt; yabancıya kaba görünmeyelim ve kendisini incitmeyelim.
Hikmet Baba ‘nın baştanberi belli etmemeğe çalıştığı korkuları silinip gitmişti. Kara Haydar gibi birinin, başına bela olmak için değil, yardımına gereksindiği için kendisini yanına getirtmiş olduğunu öğrenmek onu az-biraz rahatlatmışsa da; yeni yeni üzüntülere düşmesini önleyememişti. Zira; bu ünlü kabadayının kendisini getirtmekte kullandığı yöntem onu kırmış, üzmüş, kahretmişti. Fedailerin kendisini çayevindeki yerinden kaldırış biçimlerini, bayram içindeki sokaklarda ve onun-bunun gözleri önündeki itiş-kakışlarını, reva gördükleri hakaretleri unutamıyor, bunu, böyle bir yardıma gereksinişle bağdaştıramıyordu. Üzüntüsü katmerliydi: Kabadayı, karşısında çok büyük bir rahatlıkla oturan, kirli ayaklarını büyük bir terbiyesizlikle cilalı-yaldızlı sehpasının üstüne uzatan şu hipiye, böyle görgüsüzce oturabilmesi için koltuklar sunduğu, yerler gösterdiği halde, yabancıdil bilmediği için yardımına gereksindiği kendisini kapı dibinde ve ayakta tutmakta, en azından bir köşeye ilişmesini bile istememekteydi. Jestleriyle, mimikleriyle hipiye bir şeyler söylemek, bir şeyler anlatmak isterken o sert yapılı yüzü gülüyor, iri beyaz dişleri görünüyor, gaddar tutumu yumuşuyor fakat kendisine bakarken yüzüne bile bakmayıp yanıyla-yanağıyla konuşuyor, tutumunu ve sesini sertleştiriyor, kölesine hükmeden efendi davranışlarına giriyordu. Kara Haydar bir kabadayıydı. Kaba ve cahil biri olduğunu kendisi de söylemekteydi. Hikmet Baba, böyle birinden bundan öte bir tutum beklememesi gerektiğinin bilincindeydi ama her nedense bunu kolay kolay pekilenemiyordu. Çünkü; kabadayının sadece tutum ve davranışları değil, kullandığı sözcükler de kırıcıydı ve dilpersengi edinmeye başladığı “Yaren” sözcüğünü “Ulan” yerine kullandığı ortadaydı. Koskoca bir yörede başkalarının hiç de sahip olamadığı bir yeteneğe sahip olması kendine övgü yerine, ne kadar yazıktır ki; yergi getirmekte, acılar-üzüntüler vermekteydi. Zira; adam, kendisini düpedüz “Bulunmaz bursa Kumaşı” olarak niteliyor, alaya alıyor, suçluyordu. Tüm bunlara rağmen Hikmet Baba, bunları ölçüp biçme yerinin burası olmadığının ve başına gelenleri pekilenmesi gerektiğinin bilincindeydi.
Çelimsiz gövdesiyle geniş lüks koltuğu boş yere doldurmaya çabalayan hipiyi, kapı dibinden şöyle bir yokladı. Kara Haydar ‘ın birkaç yabancıdil bildiğinden sözettiği değerli konuk Almanca, İngilizce, Arapça, Farsça bilmiyordu. Marsilya ‘lı bir Ermeni ‘ydi ve haliyle Fransızca konuşuyordu.
Kara Haydar ‘la “Mösyö Antosta” Hikmet Baba ‘nın aracılığıyla tanıştılar, konuştular, damdan-dereden sohbetler ettiler, ortak dostları konusunda sorulmayanı, söylenmeyeni bırakmadılar. Konuşmalar arasında, konuğa ne içmek istediği soruldu, Bordo Şarabı ‘nı yeğlediği öğrenildi. Ayakta ve kapı dibinde de olsa; Hikmet Baba ‘ya bir bardak Rize Çayı içip içmeyeceğini sormayı aklından bile geçirmeyen kabadayı, gösterişli büfesinden seçip çıkardığı şarabı, ayaklı bir kristal kadehe doldurarak hipiye kendi elleriyle sundu ve aynı şarapla doldurulmuş kadehini hipinin onörüne kaldırdı.
Tüm alçak dağları kendisi yaratmış havası içerisinde yerine oturan ve çıplak kollarını yeniden masasının yüzeyine dayayan Kara Haydar, Hikmet Baba ‘yla yine yandan-yanaktan konuşmaktaydı:
- Sor bakalım Mösyö Antosta ‘ya yaren. Diyordu. Bizden neler bekliyormuş bu sevgili konuk. Biz kendisine ne gibi yardımlarda bulunabilirmişiz?
Soruldu. Konuğun bir araştırmacı yazar olduğu, tarihsel gerçekleri su yüzüne çıkaracak bir kitap hazırlığı içinde bulunduğu, kente gelmeden önce Kars ‘ta, Van ‘da, Bitlis ‘te incelemeler yapıp tamamladığı, bu kere Erzurum ‘da, Birinci Dünya Savaşı yılları itibarıyla Ermeni ‘lere uygulanan soykırımı kanıtlarıyla kayda geçirmeyi tasarladığı ve bu konuda, Kara Haydar gibi bileği ve sözü güçlü birinin yardımlarından yararlanmak istediği öğrenilip aktarıldı.
Konak sanki o konak değildi, salon sanki o salon değildi ve Kara Haydar sanki o Kara Haydar değildi: Herşey bir göz açıp kapamada birdenbire değişmiş, büyülü ve güçlü bir el, mevcut atmosferi bir anda silip götürmüş ve yerine bir bambaşka konak, bir bambaşka salon, bir bambaşka Kara Haydar koymuştu.
- İdris Dadaaaş… Cebbar Dadaaaş…
Diye gürleyen tok bir ses salonun duvarlarında, tavanında, döşemesinde, perdelerinde, kapısında, koltuklarında, iskemlelerinde, masalarında, büfesinde, hipinin ve Hikmet Baba ‘nın kulaklarında yankılandı. Dışarıda gürültüler, seslenmeler, koşuşmalar oldu, salonun kapısının kanatları geriye vurarak açıldı ve içeriye giren iki irikıyım adam, kapı dibinde bacaklarını makas gibi yanlara ayırıp kollarını göğüslerine kavuşturdular.
Kara Haydar masasının başındaydı, ayaktaydı, kadehini elinde tutmaktaydı, gözleri nabız gibi atıyordu ve bakışları Mösyö Antos ‘taydı:
- Dadaş… Diyordu. Hele bu adama bir iyi bakın… Hele bu benim konuğuma bir iyi bakın… Dostum bu adamı bana, kendisine nasıl bir yardımda bulunmam için göndermiş düşünebiliyor musunuz? .. Dostum bana bu adamı, Birinci Dünya Savaşı sırasında Erzurum ‘da Türk ‘ün Ermeni ‘ye nasıl bir soykırım uyguladığını öğrenebilmesi ve kanıtlara bağlaması için, kendisine gereken yardımı yapmam ricasıyla yollamış… Hem de ne zaman? .. Bir 12 Mart ‘ın yıldönümünde, bir Erzurum ‘un düşman pençesinden kurtuluşunun bayramında… Neden ulan, neden? .. Neden olacak? .. Adımız silah kaçakçılığına, tütün kaçakçılığına karışmış ya, ondan… İyi de, benim gerçek düşmanı, benim vatan haini olduğumu bu dığaya, bu dılloya kim söyledi? .. Ben bilmiyorsam siz söyleyin be: Bugün bir Erzurum yedisinden yetmişine bayram yapmıyor mu? .. Hangi zalim, başkasına zulmetti için bayramlar yapar? .. Hangi kaniçici, hangi soykırıcı, kanlar içtiğinin, soylar kırdığının yıldönümünü kutlar? .. Suçlunun bu kadar güçlü, bu kadar küstah olduğu görülmüş şey midir? ..
Kara Haydar masasına oturdu, çıplak kollarını masanın parlak yüzeyine dayadı ve sehpadaki patilerini çoktan çekmiş, büyük koltuğunda iyice küçülmüş olan konuğuna aldırış etmeksizin homurdandı:
- Baba, bu benim dediklerimi bu şaşkın herife kılı kılına aktar. Olanca kabalığıyla, olanca kızgınlığıyla, bir harfini bile atlamadan öylece ilet…
Dediklerinin aktarılması, iletilmesi hipiyi yerinden kaldırmaya ve korkudan tir tir titretmeye yetti. Kara Haydar, hipinin kalktığı yere egemen bir el işaretiyle Hikmet Baba ‘yı oturtturdu ve kara gözlerini onun gözlerinden ayırmadan adamlarına seslendi:
- Dadaş, bu dığaya bir gün süre tanıyorum. Önünüze katın, paytona atın, dosdoğru Alaca Köyü ‘ne götürün. Ermeni ‘nin kırdığı soyumuzun, genç, yaşlı, kadın erkek şehitlerimizin, bebeklerimizin, hayvanlarımızın topraktan çıkarılıp araziye tepelenen kemiklerini, kafataslarını, kitaplar dolusu kimlik listelerini, o günden bu yana yanık, harap, bitap yatan köyü gösterin, kendilerine ad olarak bunların peygamberinin adını koyduğumuz sabilerin sayısını anımsatın, tüm yaptıklarına karşın, onların düzeyine inmeyerek koruduğumuz ve saygı gösterdiğimiz kiliselerini gezdirin ve sonra havaalanına götürüp ta ülkesine kadar bilet alarak uçağa bindirin ve bu dığayı böylece anasına gönderin.
Adlarının İdris ve Cebbar oldukları anlaşılan iki kabadayı iki yandan hipiyi çevirip salondan çıkarırlarken Kara Haydar ‘ın tok sesi arkalarından yetişti:
- Dadaş bize iki demli çay gönderin. Rize çayı olsun. Hikmet Baba ‘mla şöyle bir keyifli keyifli içelim.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden >159- 202 / 235)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 13.5.2007 15:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu