Bir Ermişe İlk Hayır
Telefondaki ses ciddiydi:
- Baba… Diyordu. Ben Başkomiser Selim. İki elin kanda, iki ayağın bir pabuçta da olsa biryerlere ayrılma. Geliyoruz. Yardımını gerektiren bir iş peşindeyiz.
Hikmet Baba telefonu kapatıp önündeki yazıya birkaç sözcük daha ekledikten sonra başyazısını gözden geçirmeye koyuldu:
“Kişinin kendi noksanını bilmesinin büyük bir erdem olduğu söylenmiştir ve bu doğrudur. Kendisini oluşturan Teşri, İcra ve Kaza kuvvetleriyle yani Yasama, Yürütme ve Yargı güçleriyle birlikte Devlet de bir kişiliktir. Bu kişilin bir gerçek kişilik olmayıp bir tüzelkişilikten ibaret bulunması durumu fazla değiştirmemektedir. Bu açıdan bakıldığında; Devlet ‘in de kendi noksanlarını bilmesi erdem gereğidir. Onun bugünkü noksanlığı bazı ekonomik yanlışlıklara düşmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yanlışlıklar yavaş yavaş ekonomiyi sarsmaya ve uygulanan ekonomik politikanın da sanıldığı kadar doğru olmadığını ortaya koymaya başlamıştır. Bir yumurtanın 50 kuruşa, bir kilo kurufasulyenin 7.5 liraya, bir kilo pastırmanın 20 liraya, bir batman yani sekiz kilo patatesin 4.5 liraya çıkmasının altında hep bu yanlış ekonomik politikalar yatmaktadır. Piyasadaki yani emisyondaki para hacmi 50 milyar lirayı bulmuş ve halk 500 liralık para kupürlerini bile kullanmak zorunda kalmıştır. Ülkedeki enflasyon, sadece petrolün varilinin 2.74 dolardan bir yıl içinde 11.65 dolara çıkmasına değil, kendine özgü başka nedenlere de dayanmaktadır. Bunların başında; bütçe açıklarının açık finansmanla kapatılması, İktisadi Devlet Teşekkülleri ‘nin yani Ekonomik Kamı Kuruluşları ‘nın içine düştükleri zararların Merkez Bankası kaynaklarıyla giderilmesi, tarımsal ürünlerin yüksek tutulması gelmektedir. Bu nedenle, bugünkü bir aylık ücretle ancak bir öğün yemek yiyebileceğimiz günlere doğru pupayelken gitmekte olduğumuzu söyleyebiliriz…”
Hikmet Baba yazısının sonunu okuyamadı. Bürosunun yola bakan penceresinden konuklarının gelmekte olduklarını gördü. Zile bastı. İçeri giren yaşlı dizgiciye elindeki kağıdı uzattı:
- Recep Usta. Dedi. Ver bugünkü başyazımızı dizsinler. Benim konuklarım var. Onlarla birlikte matbaadan çıkacağımı ve bütün gün buraya dönemeyeceğimi sanıyorum. Sorarsa; Cemal Efendi ‘ye yani patrona söylersin. Bugünlük benim yerime sen düzeltmenlik yap ve gazeteyi sen gözden geçiriver. Senin bilgine ve deneyimli oluşuna her zaman güvenmişimdir.
Deneyimli dizgici belli-belirsiz gülümseyerek kendisine uzatılan kağıdı alıp mırıldandı:
- Sen hiç merak etme beyim. Selametle git, selametle gel.
Konuklar, daha büroya bile girmeden, kendi çaylarını Hikmet Baba ‘nın çayıyla birlikte, çalışanlardan birine ısmarladıkları için odaya çaylarla aynı anda girdiler.
- Sayın Yazıişleri Müdürü ‘müz, sayın Başyazar ‘ımız, sayın Çevirmen ‘imiz, sayın Düzeltmen ‘imiz, sayın Şairimiz, sayın Öykücümüz, sayın Romancı ‘mız, sayın Tiyatro Yazarı ‘mız, sayın Senarist ‘imiz, sayın Eleştirmen ‘imiz ve sayın her şeyimiz nasıllar?
- Kötünün de kötüsüyken işte şu anda iyinin de en iyisi oldular. Herhalde yağ iyi geldi. Peki, sırtlanlara kök söktüren, çakallara ot yolduran, çıyana zaman-akrebe aman vermeyen, suçlu deveyi küçük iğnenin deliğinde yakalayan Selim Başkomiser ‘imizle ortağı Hayri komiser ‘imiz nasıllar?
- Onlar pek nasıllamazlar. O kanlı kaleminizden, o keskin zekanızdan öperler.
- Kalem öpenler, zeka öpenler sağolsunlar da, hele bir “Hayrola? ” diyelim. Polis baskınına uğramak için acaba ne suç işledik?
Başkomiser Selim, bir hizmetlinin, önündeki sehpaya bıraktığı çayından bir yudum alıp bardağı yerine koyarken yanmakta olan sigarasından derin bir soluk çekti ve dumanı açık pencereye doğru savurdu:
- Suç-muç işlemedin ama eğer tasarlıyorsan; işleme: Dostluğumuz suya düşer ıslanır, yere düşer paslanır.
Başkomiser ortağının yüzüne şöyle bir göz gezdirerek gazeteci arkadaşına döndü ve:
- Baba. Dedi. İnanamıyacağın bir olayla karşı karşıyayız. Olaya geçmeden önce sana şunu sormak istiyorum: Manyetizma, spiritüalizma, fakirizma ve ermişlik konularında neler biliyorsun?
Hikmet Baba elindeki çaybardağıyla gülümsedi:
- Sorarken öyle bir biçimde soruyorsun ki; böyle bir soruya, sanki iki söz-bir Pazar hemen yanıt verebilirmişim gibi. Hemen belirtmeliyim ki; bu tür bir soruya ben senin umduğun kadar kısa yanıtlar veremem.
Başkomiser bir kahkaha kopardı:
- Çaylar Seylan ‘dan, kahveler Yemen ‘den ve paralar da senden olduğu sürece; ben de, ortağım da seni sonuna kadar dinleriz. Proje dolayısıyla şimdilik ön araştırma yapıyoruz. Zamanımız bol.
Hikmet Baba kendisine kalkan etmek istercesine ellerini kaldırıp avuçlarını dışarı doğru açtı:
- Yine de fazla bir şeyler bekleme. Çünkü; öğrenmek istediğin konuların uzmanı değilim. Sana ancak kendi çapımda bilgiler verebilirim.
- E ossuuun. Biz razıyız. Az veren candan, çok veren maldan.
- Çevirin antenleri öyleyse Tasayla ‘ya: Zira; adına “Manyetit” denen taş, Teselya ‘daki Magnesia ‘da bulunduğundan o adı almıştır. Bu taş mıknatıs taşıdır. Buna (Fe3 O4) yani demiroksit denir. Kendisiyle aynı özelliğe sahip olan taşları ve demiri kendisine doğru çeker. İşte bu çekmenin adı “Manyetizma” dır. “Manyetizmacı” manyetizma yapan adamdır. “Manyetizör” sözcüğü de manyetizmacı anlamındadır. Çekim bir etkilemedir. Canlı varlıklarda bu etkileme bence, hücresel bir çekime dayanmaktadır. Bir mıknatısın bir kutbunun bir başka mıknatıstaki bir ayrı adlı kutbu çekmesi ve aynı adlı kutbu itmesi hücreler arasında da geçerlidir. Bir canlı bedenin bir dişi hücresi, bir başka canlı bedenin bir erkek hücresini, bir erkek hücresi de bir dişi hücresini çeker. Bu olay; bedenin bedeni çekmesi veya bedenin bedeni itmesidir. Birileri bu çekmeyi “Sempati” ve bu itmeyi de “Antipati” olarak adlandırırlar. İnsanı baz alırsak, diyebiliriz ki; Yaratıcı dişiyi sadece dişi hücrelerden, erkeği de sadece erkek hücrelerden varetmiştir. Hücresel karışıklık halinde; erkek erkekliğini, dişi de dişiliğini irdeler. Cinsiyet değiştirmeye eğilim bu yüzdendir. Hücresel etkileme bir tür elektriksel etkilemedir. Her beden az veya çok elektrik üretir. Varlıklardaki etkileme ve etkilenme bundan kaynaklanır. Yılanın bakışı bu nedenle tavşanın kanını dondurur. Nişan almayı bile bilmeyen bir beceriksizin yirmibeş metreden bir yılanı kafasından vurabilmesi bu yüzdendir. Bazı insanların bazı başka insanların gözlerine bakamamalarının nedeni budur. Kimileri gözlerdeki etkileme gücüne manyetizma demektedirler. Bazı insan toplulukları nazarın yani bakışın başa kötülükler getirebildiğine inanmışlardır ve inanmaktadırlar. Temelde gözler, bir kamera objektifi kadar bile değerli ve yetenekli değillerdir. Zira; göz, biraz etten, biraz pıhtıdan oluşmuştur. Öz maddeleri satılmaya kalkılsa; alıcı bile bulamayacağı söylenebilir. Objektif, yöneltildiği yerdeki her detayı kolayca görüp kaydedebilir. Göz bu işi yapamaz. Bir yere veya birine baktığında; oranın veya onun heryerini değil, sadece yönelebildiği yerini görür ve detaya inemez. Örneğin; her iki gözüme baktığını sandığın anda bile, bakışların ya sağ gözümde, ya da sol gözümde toplanmıştır.
Başkomiser yardımcısına bakarak mırıldandı:
- Ben sana söyleyip durmuyor muydum? Adam bilgili.
Hikmet Baba güldü:
- Şerlok Holms ‘un bilgili görünmesi Doktor Vatsın ‘ın bilgisizliğindendir.
- Şımarma Baba, bir çay daha içerim ha. Sürdür şu konuşmanı.
Hikmet Baba zile bastı, içeri giren hizmetliye çay getirmesini söyledi ve sonra söze yeniden girdi:
- Manyetizmanın gerçek olduğunu öne süren bazıları, iki gözün ayrı ayrı bakışlarını bakılan iki göze birlikte yöneltmenin yolunu bulmuşlardır. Bu yöntem, iki gözle iki göze değil, iki gözle kaşların tam ortasına bakmaktan ibaret bir yöntemdir. Doğrudur; Öyle bakıldığında; bakılan, iki gözle iki gözüne bakıldığını sanır ve öyle de algılar. Bu koşullar altında dört gözden ikisinin etkileyeceğini ve ikisinin etkileneceğini söyleyebiliriz. Nitekim; bakışma şu veya bu kadar uzadığı zaman, gözlerden ikisi kaçmak zorunda kalacaktır. Elbette ki; kaçanlar etkilenenler ve kaçmayanlar da etkileyenlerdir. Öyle de olsa; bu tür bir etkileşim sırasında, etkileyenin etkileneni şu ya da bu eyleme yöneltebileceğine yani onu kendi amaçları doğrultusunda kullanabileceğine ben inanmıyorum. O nedenle de, bu yolda yapılan kanıtlama gösterilerini bir aldatmaca ve bir danışıklı dövüş sayıyorum.
Başkomiser Selim elini kaldırarak Hikmet Baba ‘yı durdurdu:
- Çayları Dursun ‘a mı söylettin baba. Sen şu zile bas, anımsat ve bu arada derin bir de soluk al, ben de reddiyemi çekeyim: Öylesi bir etkileme-etkilenme olayıyla tam iki kere karşılaştım. İlkini anlatıyorum: “Manyetizör Profösör” olarak tanıtılan bir gösterici, kendisine yardım etmesi için sahneye adam istedi. İzleyiciler arasındaki resmi üniformalı bir er yanına çıkıp postal vurarak herkesi selamladı. Adam onu bir sandalyeye oturttu, gözleriyle bir süre manyetize etti, sonra havanın gittikçe ısındığından, sıcaklığın dayanılmaz bir hal aldığından falan sözaçtı. Er, izleyenlerin gözleri önünde bunaldı, soyunmaya koyuldu, külot katına kaldı, onu da çıkaracakken izin verilmedi. Seninki, önlerinde dalgasız, masmavi ve serin bir deniz bulunduğunu anlattı ve onun serinlemek için suya atlamasını öğütledi ve er, tıpkı denize dalıyormuşçasına sahnenin kupkuru tahtalarının üstüne balıkladı.
Hikmet Baba, büroya getirilen çayları göstererek başkomisere göz kırptı:
- Bana, biraz fazla “Ve” ledin gibi geliyor. Sen şu çayını aladur, ben de tümcelerinden, önceki iki fazla “Ve” yi çıkarayım.
- Neden?
- Burası bir gazetenin bürosu ve benim görevlerimden biri Çevirmenlik de ondan.
- Rahatsız.
- Bu da ne demek şimdi?
- Her zaman “Ahlaksız” denmez ya, bu kere de “Rahatsız”. Ne yani, birisi efendi efendi konuşurken rahat durmayana öyle demezler mi?
Gülüştüler. Çaylarını yudumlamaya başladılar. Başkomiser Selim yeniden söze girdi:
- İkincisini anlatayım: Profösörlerimizden biri, salt manyetizmanın varlığını kanıtlamak için bir kalabalık önünde, üç delikanlıyı yan yana oturtup manyetize etti. Sonra, elindeki sıradan bir meteoroloji raporunu acıklı bir sesle okumaya başladı. Gençler dinlerken ağladılar. Aynı raporu bir kere de komiklikler yaparak okudu ve bu kere delikanlılar kahkahalarla güldüler. De bakalım bunlara ne diyeceksin baba? Olayların yeminli tanığı benim.
Hikmet Baba dudaklarının arasına bir sigara sıkıştırırken Komiser Hayri ‘nin sigarasını da kendi kibritiyle yaktı:
- Kesinlikle eminim ki; sözünü ettiğin ilk gösteri gece yapılmıştır.
- Evet, gece yapılmıştı. Ben bunn üstünde durmamıştım. Nasıl bilebildin?
- Neden bilmeyeyim? Öyle gösteriler geceleri daha lezzetli ve daha inandırıcı olur da ondan. Peki, şimdi bana söyleyebilir misin, ne zamandan beridir erlerimiz geceleri sokağa çıkabiliyorlar? Hem de üniformalı olarak.
Komiser Hayri, başkomiserin yüzüne bakarak Hikmet Baba ‘ya hak verdi:
- Babanın söyledi doğru. Ben şimdiye kadar, tek üniformalı ere rastlayamadım geceleri herhangi bir yerde.
Başkomiser onayladı:
- Pekileniyorum. Peki, ne çıkar bundan?
Hikmet Baba yanan sigarasını küllüğe bıraktı:
- Bundan, üniformalı erle göstericinin birbirlerinin tanıdıkları olduğu çıkar. Yani olay tüm gücünü o iki kişi arasındaki bir danışıklı dövüşten almaktadır. “Ben şöyle yapınca sen böyle yap.” Türünden bir şey. Adam er-mer değildir. Kendisine er üniformasının giydirilmesi, aldatmacayı inandırıcı kılmak için hazırlanan bir kılıftır.
Hikmet Baba çayını yudumlarken açıklamalarını sürdürdü:
- Senin ikinci gösteri de bu tür yutturmacaların basit örneklerindendir. Manyetizörlük bence şarlatanlıktır ve hüner-müner değildir. Altında hiçbir gizli güç, hiçbir keramet yoktur. Böylesi gösterilerde kullanılan araç ve gereçlerin tümü hiylelidir. Bir bakıma; hüner hiylenin arkasındadır. Manyetizma gösterileri gizli gücün kanıtlanması değil, bir yalanın sergilenmesidir. İzleyici yalana ve hiyleye olasılık tanımamış olduklarından, şarlatanın insanüstü bir güce sahip olduğunu sanırlar. Bir örnekle sözlerimi kanıtlayayım: Kendi kendisini Manyetizör Profösör yapmış olan, belki de ciddi bir öğrenimi bile bulunmayan göstericimiz sahnededir. İzleyicileri etkilemek amacıyla Kont Drakula gibi giyinmiştir, belinde bir Roma kılıcı asılıdır. İzleyiciler arasından birinin sahneye gelmesini istemektedir. Üstadımız gelenle bir-iki sohbet eder. Sonra elindeki iskambil destesini ona uzatarak desteden rastgele bir kağıt çekmesini, kendisine belli bile etmeden kartı izleyicilere göstermesini diler. Dileği yerine getirilir. Diyelim ki; adamın çektiği, izleyicilerin gördüğü ve üstadın görmediği iskambil kartı bir maça ası ‘dır. Gösterici kartı görmediği gibi, ona elini bile sürmemiştir. O yalnız şunu yapar: Elindeki iskambil destesini de kart çeken adama verir ve elindeki çekilmiş kartı destenin herhangi bir yerine koymasını, sonra desteyi istediği gibi ve istediği kadar karıştırmasını ister. Buyruğu yerine getirilir: Kart desteye konur, deste birçok kez karıştırılır. Sonra kendisine, elindeki iskambil destesini öylece üstada doğru savurması söylenir. Bu da yapılır ve savrulan iskambil kağıtları göstericinin başına yağmur gibi yağar. Üstad sadece kılıcını belinden çekip sallar. Kart yağmuru durduğunda, onun, kılıcını maça ası ‘na saplamış olduğu görülür. Zira; maça ası Roma kılıcının ta ortasındadır.
Hikmet Baba, dudaklarının arasına yeni bir sigara sıkıştırdı ve bunu, bitmek üzere olan eski sigarasının ateşiyle yaktı:
- Şimdi, izleyenler açısından bu bir hüner midir? Evet hünerdir. Altında bir gizli, insanüstü bir güç var mıdır? Olması gerekir. Neden? Gözüyle görmediği ve ona elini bile değdirmediği halde, seçilen kartın maça ası olduğunu bilmiştir ve başına savrulan elliiki karttan hiçbiri değil de, sadece seçilen karta kılıcını saplamıştır da ondan.
Hikmet Baba, gülümseyerek dostlarına göz gezdirdi:
- Oysa; bu doğaüstüymüş gibi görünen hünerin altında sadece iki basit hiyle yatmaktadır. Birinci hiyle şudur: Gösteride kendisinden yararlanılan iskambil destesindeki elliiki kartın her biri bir maça ası ‘dır ve destede başka kart yoktur. Bu yüzden, kart seçenin sadece maça ası çekebilme şansı ve olanağı vardır. O da öyle yapmak, onu çekmek, onu seçmek zorunda kalmıştır. Kartı destenin neresine koyduğunun, desteyi nasıl ve ne kadar taradığının hiçbir önemi bulunmamaktadır. Çünkü; bütün bir deste sadece maça aslarından oluşturulmuştur.
Hikmet Baba soluklandı, sonra sözlerini sürdürdü:
- Üstadımızın yararlandığı ikinci hiyle de şundan ibarettir: Adamın ılıcı hiylelidir. Kabzadaki el koruyucu metal plaka, gerçekte bir kart yuvasıdır ve buraya önceden bir maça ası yerleştirilmiştir. Kabzadaki bir düğmeye basılır basılmaz harekete geçen gizli bir yay, o gizli maça asını hızla kılıcın ortasına itmektedir. Bu itilme, kartların havaya savrulması sayesinde gözlerden kaçırılmaktadır. Manyetizmanın da, manyetizörlüğün de iç yüzü bana göre budur.
Hikmet Baba, arkadaşlarının şaşkın şaşkın bakmalarından hoşlanmışa benzemekteydi:
- Gelelim “İspirtizma” ya. Diye güldü. İspirtizma “Ruhçuluk” demektir. Ruhların varlığını pekilenen ve kanıtlamaya çalışan, onların davranışlarını incelediğini öne süren ve onlarla nasıl ilişki kurulabileceğini araştıran bir öğretidir. Oturumlarına “Celse” adı verilir. Spiritüalistler yani ruhçular, ruhlarla insanlar arasındaki ilişkileri “Medyum” lar aracılığıyla kurmaya çalışırlar. Medyum, psikolojik açıdan, bu tür bir ilişkiyi kurmaya yatkın olan veya yatkın olduğu sanılan kimsedir. 1848 Yılında Hydesville ‘li iki kızkardeşin, kendilerini medyum ilan etmesinden sonra İspirtizma modern bir biçim almıştır. Tanrı, ruhun varlığı ve ölümsüzlüğü, obir dünyanın varlığı, ceza ve ödül bakımından yaptırımları ve insankardeşliği gibi iddia ve meraklar yüzünden İspirtizma İngiliz Uluslar Topluluğu ‘nda dinsel bir kimliğe bürünmüştür. Sonraları Fransa ‘da da bu tür yönelişler ortaya çıkmıştır. Konunun uzmanı olduğunu öne süren “Allen Kardec” adındaki bir doktorun bunu, deneylerle kanıtlamaya çalıştığı söylenmekte, ancak başarılı olup olmadığı hiç de söylenmemektedir. Doktora bakılırsa; İspirtizma “Bilimsel” bir “Din” dir. Amacı; yeniden bedenlenmeye dayalıdır. Bizde, ciddi olarak İspirtizma peşine düşen ilk insan “Bedri Ruhselman” dır. “Metapsişik İlimler Tetkik Cemiyeti” yani “Metafizik Bilimler İnceleme Derneği” bu kimse yönünden kurulmuştur. Ölümünden sonra dava, “Doktor Refet Kayserilioğlu” yönünden sürdürülmüştür. Hareket, sonradan islama ve parapsikolojiye yönelmiştir. Bana göre; bunlar, belki hoş ama boş çabalardır. İnsan, varoldu olalı çevresinde gizil olaylar aramaktadır. Zira; önünü-sonunu bilip çıkaramadığı bir gizemli evren içindedir. Elbette ki; canlı bedende ruh bulunduğuna, ölümle ruhun bedenden ayrılacağına, gidip biryerlerde bekleyeceğine, yöntemine uygun bir biçimde çağrıldığında geleceğine, onunla iletişim kurulabileceğine ve bilinmeyenler konusunda ondan bilgiler alınabileceğine inanacaktır. Peki, günümüze kadar ruhlardan hangi bilinmeyen bilgiler alınmıştır? Onların yardımlarıyla hangi gizemlere ulaşılabilmiştir? İspirtizmanın uygarlığa ne kadar katkısı olmuştur? Bunlara kim, hangi geçerli yanıtları verebilmiştir? Bir motor tıkır tıkır çalışıyorsa; bu onun ruh sahibi olduğunu mu gösterir? Ölümle bedenden ayrılan ruh, kendisine yeni bir beden bulabiliyorsa; bu, ruhların belli bir sayıda yaratıldığı ve yeniden ruh yaratılmadığı anlamına gelmez mi? Yeni ruh yaratılıp yaratılmadığını bilmesek bile, sürekli beden yaratıldığını bilmekteyiz. Yeni bedene eski bir ruh koyulabildiğine göre; bedenlerin ruhsuz yaratıldığını ileri süremez miyiz? Ruhsuz beden ve bedensiz ruh olamıyorsa; ruhların belli bir sayıda, bedenlerin sonsuz sayıda olabilmesi nasıl açıklanacaktır? Bedeni ve organlarını kullanmadan ruhun kendini anlatamayacağı açıktır. O halde, bedensiz bir ruh hiçten öte nedir? Bir insan bir hiçten hangi gizemi öğrenebilir? Bir hiçin, beden gibi karmaşık bir organizmadan üstün tutulmasının ve bedenin ruhun kölesi sayılmasının haklılığı neresindedir?
Hikmet Baba ‘nın gözleri eskisinden daha da çok parlamaktaydı:
- Bunlardan çıkan sonuç şudur: Medyumlar birer kurnazdır, İspirtizma ise gereksiz ve yararsız bir oyundur.
İçilen çayların-kahvelerin sayısını üçü de bilmiyor, önlerine ne koyulursa onu içiyor, sigara üstüne sigara yakıyorlardı. Konuya yön veren bu kere Başkomiser Selim oldu:
- Biraz da “Fakirizma” yı darmadağın et bakalım baba.
Hikmet Baba ciddiydi:
- Edeyim Başkomiserim. Dedi. Hindistan ‘da, insanüstü güçlere sahip oldukları sanılan kimselere “Fakir” denmektedir. Gerçekte bunlar, dünyadan ve onun nimetlerinden ellerini-eteklerini çekmiş, kendilerini çileye adamış insanlardır. Bu nedenle “Fakir”, “Yoksul” anlamındadır. Adamlar bu Yoksul ‘luktan kurtarabilmek amacıyla kendilerine “Bhiksu”, “Sadhu”, “Yogin” gibi adlar takmışlardır. Gittikleri yola “Fakirizm” ve yaptıkları işe de “Fakirizma” denmektedir. Fakirizma bir bakıma; fakirlerde var sanılan gizli güçlerin ortaya çıkardığı olayların tümüdür ve bu olaylar doğaüstü oldukları pekilenilen olaylardır. Fakirler, kesici cisimlerin kendilerini kesmediği, delici cisimlerin bedenlerini delmediği, yakıcı etkenlerin varlıklarını yakmadığı iddiasındadırlar. Onların katelepsiye açık oldukları yani istedikleri anda bedenlerini taşlaştırabildikleri söylenmektedir. Uzatmadan belirtebilirim ki; bunların tümü fizik kurallarına aykırıdır ve fizik mızrak gibi gerçektir, ayrıcalığı pekilenemez. Kuralları olağandır ve deneyle kanıtlanırlar. Ellerimizdeki şu az veya çok dolu çaybardaklarını baş aşağı çevirdiğimiz anda, çay dökülecektir. Taşı nerede havaya atarsak atalım; düşecektir. Ateş insanı yakacak, su boğacak, çivi delecek, bıçak kesecektir.
Başkomiser Selim, ortağına şöyle bir baktı ve Komiser Hayri, bu bakış üzerine kalkıp büronun kapısını-penceresini kapattı. Konuşan başkomiser oldu:
- Baba. Dedi. İşi daha fazla uzatmaya gerek kaldığını sanmıyorum. Bunları pekilenmeyen adamın bir Ermiş ‘in kerametlerini de pekilenmeyeceği apaçık ortada. “Şu anlattıklarını yeri geldikçe sana yeniden yeniden soracağım.” Diyorum ve gerçek konuya girmek istiyorum: Biz, uzunca bir süreden beri ihbarlar almaktayız. Çevre köylerden birinde piyasaya bir adam çıkası olmuş. Araştırdık. Yalancı peygamber falan değil. Ama bir ermiş. Kerametle insanları etki altına almış. İnananların-bağlananların sayısı sürekli artıyor. Göreni-duyanı öylesine etkilemeye başlamış ki; uyumak için kendi evlerinde yataklarına uzananlar çarpılma korkusuyla onun bulunduğu köye doğru ayaklarını çevirip yatamıyorlarmış. Yakınlar-uzaklar akın akın ziyaretinde. Huzuruna her biri başka renk perdeli kapılardan giriliyormuş. Kapalı armağan kablarının içini okuyor, huzuruna kabullendiklerine bir bir adlarıyla hitap ediyormuş. Harıl harıl yanan gazocağını çıplak elleriyle tutup yerini değiştirirken en küçük bir zarar bile görmüyormuş. Yanan ocakta akkor haline gelmiş taşları çıplak elleriyle alıp iyileştireceği hastaların başlarında çevirerek içine bıraktığı tenekelerin suları dıjır dıjır dıjırdıyor, fokur fokur kaynıyormuş. Köylüler evinin eşiğinden kazıp aldıkları toprakları, her türlü dertlerine derman olsun diye, hem kendileri suya katıp içiyor, hem de hastalarına içiriyorlarmış.
Başkomiser, sigarasının izmaritini küllüğe bırakıp yerine yeni bir sigara yaktı:
- Baba, şimdi sıkı dur. Olayın en şaşırtıcı yönünü söyleyeyim sana: Bu ermişin bedeni baştanbaşa Kur ‘an Ayetleri ‘yle örtülüymüş. Ayetler çıplak bedenini örümcek ağı gibi sarmaktaymış. İşin ilginç yanı da şu: Adam anasından öyle doğmuş. İnanılır şey değilse de, görenler, bilenler sayılamayacak kadar çok. Anlatılanlara bakılırsa; adam gerçek ermiş. Mühürlü, lehimli kabların içini, duvarların arkasını, kapıların dışını görüyor. Üstelik de, Peygamber ‘lik tasladığı falan yok. Kendisini o unvana layık görenleri tepkiyle karşılıyor ve iftiracıların cehennemlik olacağını söylüyor. Hiçbir yarar, hiçbir çıkar, hiçbir amaç peşinde değil. Bu onu daha da bir etkin yapıyor. Kendisi o yolda olmasa da, gidişin bir tarikatçılığa dönüşeceği konusunda kuşkularımız var. Nasıl değerlendirirsin sen şimdi bunları?
- Nasıl değerlendireceğimizi az önce kendin belirtmiştin zaten.Manyetizörlere, spiritüalistlere ve fakirlere inanmayanın ermişlere inanamayacağını söylemiyor muydun? Değerlendirmem budur ama istersen; ben bu değerlendirmemi daha da açayım: Adına, istersen; “Allah”, istersen “Tanrı”, istersen “Yehova”, istersen “Elohim”, istersen “Le Dieu”, istersen “The God”, istersen “Der Gott”, istersen “Rabb”, istersen “Hoda”, istersen “Hormoz”, istersen “Doğa” de, herne dersen de, kesinlikle bir yaratıcı vardır. Bunu pekilenmekten asla kaçamazsın. Zira; her umarsızlığında karşındadır. Ateistler O ‘nu pekilenmezler, yok sayarlar. Ben de ateizmi pekilenmiyorum; çünkü; varı pekilenmemek yoku pekilenmektir. Yoku pekilenen zaten varı pekilenmiştir. Bence; o Yaratıcı zaman, beden, yer gibi insana özgü zorunluluklardan ve gereksinimlerden beridir. Zira; beri olmaması Yaratıcılık ‘ıyla bağdaşmaz. Böylesine engin bir güç, birkaç saf, birkaç bön insanı kendisine inandırabilmek için o tür doğaüstülükleri sergilemek zorunda olamaz. Bu tür gereksinimlerde olsaydı; bu bizim ermişten önce, Hazreti Muhammed ‘i, Hazreti Musa ‘yı, Hazreti İsa ‘yı ve daha birçok kutsal sayılan insanı, bedeni Kur ‘an Ayetleri ‘yle bezenmiş yaratmaz mıydı? Beri yandan, kaybı yani bilinmeyeni bilmenin yalnız O ‘na özgü olduğu da Kur ‘an Ayetleri ‘nde belirtilmiştir. Bu nedenle ermişin mühürlü-lehimli kabların içini, kapıların dışını, duvarların ardını, tanıtılmamış kimselerin adlarını görmesi ve bilmesi haddi değildir. Buna dinsel açıdan olduğu gibi bilimsel açıdan da olanak yoktur. İman da mantık da bunu pekilenmezler.
- Bunu nasıl söyleyebilirsin baba? Gelmiş-geçmiş nice bir ermişlerin kerametleri şurada-burada öykülenip durmuyor mu? Dikiş iğnelerini suda yüzdürenleri, pöstekisini suyun üstüne atıp tapınanları, böylesi kerametlere sahip olabilmek için şeyhlerine kırk yıl hizmet edip onlardan keramet göstermek için ruhsat, icazet yani izin alanları sık sık duymuyor muyuz?
- İnsanlar kerametlerden, mucizelerden ve onlara tanık olduklarından sözetmeye bayılırlar. Bu insanın doğasında vardır. Bu bir tür, olağan şeylerden kurtulma ve olağanüstüye yönelme eğilimidir. Söylencelerle bu eğilimlerini beslemeye çalışırlarken asıl üzerinde durulması gerekenleri gözden kaçırırlar. Gerçekte; bu dünyasıyla birlikte evrenin kendisi birbaşına bir mucizeler, bir kerametler mahşeri, bir mucizeler ve kerametler sergisidir. Mucizeler ve kerametler bu sergide, bu mahşerde apaçık gözler önündedir. Saymaya, açıklamaya yaşamım yetmez. Tek tümceyle; “Görebildiğimiz, duyabildiğimiz, sezebildiğimiz, tadabildiğimiz, kokusunu alabildiğimiz her varlık bir ayrı mucizedir. “Bir dikiş iğnesini suda yüzdürebilmek için bir şeyhe kırk yıl hizmet etmiş olmak akıl karı mıdır ve inanılacak bir şey midir? Ayrıca; keramet de sayılsa; dikiş iğnesini suda yüzdürmenin insana ve uygarlığa ne yararı vardır? Yararsız kerametin ne değeri olur? Mızrak gibi gerçek olan fizik bunu pekilenir mi? Benim bu akılsız aklım bazı şeyleri her nedense bir türlü almaz: Akarsuyun üstüne pöstekiyi atıp üzerinde tapınmak veya dikiş iğnesini suda yüzdürmek ne kadar gereksiz birer gösteridir.
Hikmet Baba zile bastı, içeriye giren hizmetliye arkadaşlarını gösterdi:
- Yavrum, dedi. Ben ne kadar çok sigara içersem bu adamlar da tıpkı öyle; çok çay içerler. Sen şu boşları alıp dolularını getirsene.
Hizmetlinin dışarı çıkması üzerine sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Peki, ermiş yok mudur? Elbette ki vardır. Onlar, yüksek karakterli, görgülü, kültürlü, bilgili, akıllı, olgun insanlardır. Bunlara “İnsanı Kamil” yani “Tam-tekmil İnsan” veya “Mürşid” yani “İrşad Edici-Aydınlatıcı-Yolgösterici” derler. Böyleleri gerçeğe sevdalıdırlar. Yalandan tiksinirler. Gösterişe ve gösteriye ödün vermezler. Bu konuda örneklerim de var: Bir ermiş, bir sarayda korumaya alınmış ve konuk edilmiş. Kendisine verilen hizmet, yapılan iltifat anlatmakla bitmez. Namaz kılmak için ab-dest alırken, Padişah, elindeki altın ibrikle Hazret ‘in ellerine su döker ve Hanım Sultan kurulanacağı havlusuyla beklermiş. Böylesi bir günde padişah “Efendimiz…” diyesi olmuş. “Kerametleriniz dillere destan. Acaba bize de bir keramet lütfetmez misiniz? ” Ermiş gülümsemiş ve şöyle demiş: “Bakınız ki; bir koskoca Zilullahı fil Arz ve Padişahı ruyu Zemin, ab-dest alırken altın ibrikle benim gibi bir yoksulun ellerine su döküyor ve bir koskoca Hanım Sultan ellerimi kurulayayım diye başucumda havluyla bekliyor. Aman efendimiz, bundan daha büyük keramet mi olur? Bizim kerametlerimiz bıraktığımız izlenimlerdedir.” Bir örnek daha vereyim: Adam ermişe “Efendim” demiş. “Müridlerinizin söylediklerine göre; geceleri bir kırata binip uçarmışsınız. Doğru mudur? ” Ermiş, soruyu şöyle yanıtlamış: “”Biz uçmayız oğul. Bizi müridlerimiz uçururlar.” Diyeceğim şu ki; gerçek ermişlerin varlıkları zaten keramettir ve onlar başka kerametler göstermezler. Senin şu ermişin kerametler göstermek zorunda kalıyorsa; davranışlarının altında yalanlar ve çıkarlar yatıyordur.
Sözü Başkomiser Selim aldı:
- Buraya işte bunun için geldik baba. Dedi. Yardımını istiyoruz. Adamın gerçek bir ermiş olup olmadığını saptamakla, değilse; tutuklamakla görevlendirildik. Komiser Hayri ‘yle ben uzaklardan gelen iki köylü kılığına gireceğiz ve sen de bizim derdine derman aradığımız hastamız olacaksın.
- Göbeğimi falan yazdırmazsınız inşallah.
- Yılışma balam. Sen sadece bize yardım edeceksin. Gazetecinin görevi polise yardım değil midir?
- Polise yardım her yurttaşın görevidir. Bunu gazeteci olduğum için değil, bir yurttaş olduğum için yapacağım.
- Kalk öyleyse. Gidip hazırlıklarımızı yapalım.
- Bugün işimden-gücümden olacağımı telefon ettiğinde anlamıştım zaten.
- Zevzeklenme.
- Dur bari sigaramı bitireyim.
- Senin sigaran mı biter be? Uç uca ekleyip ekleyip duruyorsun.
- Keyfimizden mi yavrum? Mesleğin zorlaması.
- Haydi yürü. Anca gideriz. Haydi Hayri.
Birlikte çıktılar.
Makyajları ve giyimleri bir salonda işin uzmanları tarafından yapılıp tamamlandı. Bir gazeteciyle iki polisten ortaya üç gerçek köylü çıktı.
Birine “Peynir”, obirine “Yağ” etiketleri yapıştırılan iki tenekenin içi otla-çimenle tıka-basa dolduruldu ve kapakları baştanbaşa lehimlendi. Tutuklama buyrukları alındı, silahlar ve kelepçeler bir torbaya koyuldu ve bir polisin kullandığı ciple kent dışına kadar çıkıldı ve cip geri gönderilip oracıkta bekletilen bir kağnıya aktarma yapıldı.
Köylü kılığındaki Başkomiser Selim, bir yandan elindeki uzun, ince çubuğuyla hayvanları haylamaya, bir yandan çubuğunu tüttürmeye, bir yandan da Hikmet Baba ‘yı yoklamaya başladı:
- Hayri, yani benim bu ortak, ünlü Üstad İbni Kavsi ‘nin bir-iki gösterisini izlemiş. Bakalım o hünerlerin altını üstüne getirebilecek misin?
- Anlat. Bekliyorum.
- Ben anlatmayacağım. Hayri ‘nin kendisi anlatacak.
- Anlat Hayri.
- Baba, o takma adlı adamın gösterisi bana pek ilginç gelmişti. Üstad, hiçbir yerinde eki-kesintisi olmayan birtakım çelik halkaları izleyicilerin incelemelerine verdi. İnceleyenlerden biri de bendim. Kesinlikle söyleyebilirim ki; halkalar tek parça halkalardı ve hiçbir hiyleleri yoktu. Onlardan birinin obirine geçirilmesi olanaksızdı. Ama üstad, o halkaları sadece üfleyerek birçok kereler birbirlerine geçirdi ve üfleyerek birbirlerinden çıkardı. Ben, kişisel olarak tüm yaşamımda o kadar ilginç, o kadar olanaksız görünen bir şey görmedim.
Hikmet Baba:
- Dostum. Dedi. Ortada senin sandığın kadar ilginç, senin sandığın kadar olanaksız hiçbir şey yok. İş sadece birazcık beceriye, ondan da çok, aldatmacaya dayanıyor. Sizler beceriyi ve aldatmacayı bir hüner, bir keramet sayıyorsanız; ben ona bir şey diyemem. Ama ben saymıyorum. her şeyden önce ben şunu söylemek istiyorum ki; büyük bilinmeyenlerin altında küçük bilinenler yatar. Çözülmesi en zor görünen bulmaca, en kolay çözülebilen bulmacadır. Senin Üstad İbni Kavsi ‘yi tanımıyorum. Ama onun ünü ve büyüklüğü yalanını gerçeğe, yutturmacasını da hünere veya keramete çeviremez. Hazretin izleyicilere incelettirdiği halkaların hiylesiz olmaları tümden doğaldır. Hiyleli olsalardı; zaten incelettiremezdi. Bence; işin altında izleyicilerin bilemediği ve göremediği bir şeylerin bulunması gereklidir. Üstadın yerinde ben olsam ne yapar, nasıl davranırdım, bunu düşünelim. Bir tekli, bir birbirine geçirilmiş çiftli, bir de yine birbirine takılmış üçlü ve hiylesiz halka yaptırırdım. Yanı sıra bir de hiyleli tek halka kullanırdım. Bu hiyleli halkamda, obir halkaların kolayca girip çıkabilecekleri sıradan bir kesik olurdu. Hiylesiz halkalarımı incelemeye verirdim.
- Hiylesiz halkayı bir salon dolusu izleyicinin gözlerinden kaçırabilir miydin?
- Çok büyük bir kolaylıkla kaçırabilirdim. Gösteri sırasında, halkalarımı üstüne koymak bahanesiyle bir masadan yararlanırdım. Bu masama damalı bir örtü örterdim. Elime de aynı kumaştan bir büyük mendil alırdım. Hiyleli halkamı masamdaki damalı örtünün üstüne koysam ve bunun üstüne de damalı mendilimi örtsem; uzaktaki izleyiciler masamda halka görebilirler miydi?
- Elbette ki göremezlerdi.
- Öyleyse; hiyleli halkamı gözlerden kaçırabilirdim.
- Sonra ne yapardın?
- Bir ara incelenip de gelmişçesine halkamı alıp kesiğini parmağımla gizleyerek mendilimle halkamı silip parlatıyormuş gibi yapardım.
- Evet?
- Eldeki hiyleli halkam, incelenip gelen hiylesiz halkalarıma karıştımı işim oldu sayılırdı. Tekli, çiftli ve üçlü tüm halkaları göstermelik birer üflemeyle hiyleli halkama takar takar çıkarırdım. Onlarla tekli, çiftli, üçlü biçimler yaratırdım. Sonra hiyleli halkamı masaya, mendilimi de üstüne bırakıp hiylesiz halkalarımı yeniden incelemeye gönderirdim.
Hikmet Baba gülümseyerek arkadaşlarının yüzüne baktı:
- Bilmem anlatabildim mi? Benim adın Hıdır, benim hünerim de budur.
Başkomiserle ortağı aynı anda aynı soruyu sordular:
- Yahu sen neden polislik değil de gazetecilik yapıyorsun Tanrı aşkına?
- Gazetecilikle polislik bazan bir ve aynı şeydir.
- Bak bu doğru. Haydi bakalım inin şimdi ikiniz de arabamdan.
- Ne yaptık ki yahu?
- Öküzlerin mi yoruldu yoksa?
- Anlayamadın mı baba? Ermişin köyüne girmeden önce kendimizi, kağnımızı, hayvanlarımızı, armağanlarımızı, torbalarımızı toza-dumana bulayacağız. Uzaklardan geldiğimizi sansınlar diye.
- Adam polis değil, cin. Bir de şu peynir ve yağ tenekelerine neden ot-çimen doldurduğumuzdan sözetsene.
- Sınama yapacağız, sınama. Adam kapalı kabların içini okumuyor mu? Bakalım tenekelerimizde ne olduğunu bilebilecek mi?
- Neden bilemesin? Etiketleri üstünde ya.
- Ona rağmen çocuğum, ona rağmen. Zira; tenekelerin dışı bizi yakar, içi de onu.
- Sandığımdan da akıllıymışsın sen.
- Teşekkürler, ben almayayım. Haydi bakalım iş başına.
Oyun başlamıştı. İki polis, bir gazeteci, yerlerden kaptıkları avuç avuç tozu-toprağı, eşi-benzeri görülmemiş bir cömertlikle ve kahkahalarla birbirlerine, hayvanlarına, kağnılarına, tenekelerine, torbalarına savuruyorlar, tozu-dumana katıyorlar, üstlerindeki köylü giysileriyle yerlerde mertçe yuvarlanıyorlardı.
Yeterince yorgun ve bitkin görünebilmek için, yolun ikinci yarısını tozlu-tozaklı, engebeli yollarda yaya yürüyerek tamamladılar ve köye kağnı gıcırtıları arasında akşamın alacakaranlığında girdiler.
Köy, rengi koyuyeşile dönmüş bir çam ormanının eteğindeydi ve ermişin dergahını çocuklar dahi biliyorlardı. Kendisine selam verip yol sordukları bir köylü:
- hoş geldiniz ağalar, safalar getirdiniz. Dedi. Iraktan geldiğiniz tozunuzdan-toprağınızdan belli. Efendi Hazretleri ‘nin makamı buradadır. Köyümüz bugün ülkenin her yanından gelen konuklarla dolu. Köyde otel ve han türünden konaklama yerimiz yok ama allalem, yakında buralar hanla, otelle dolacak. O nedenle, gelenlerden kimileri getirip kurdukları kendi çadırlarında, kimileri böyle sizler gibi kağnılarında-arabalarında, kimileri ormanda, kimileri de tepelerde-bayırlarda kalıyorlar, geceliyorlar, ertesi günleri bekliyorlar. Zira; Hazret akşam karanlığından sonra kimseyi kabul etmez. Varlıklı olaydım; sizi kendi evimde konuk etmek isterdim ama bizler yoksul köylüleriz. Olanağımız yok. Kusura kalmayın gayri.
Ilımlı bir tepeyi çıkar çıkmaz şaşırtıcı bir kalabalıkla karşılaştılar. Aşağıda alaca alaca akan bir dere vardı ve derenin iki yakası bayram yerini andırmaktaydı. Burası köyden ayrı bir köy, köyden ayrı bir kasaba gibiydi. Koyulaşmaya başlayan alacakaranlıkta, soluklanan sigaraların ateşleri, şurada-burada ışığını yakıp yakıp söndüren ateşböceklerini çağrıştırıyordu. Çadırlarda lambalar yanmaya başlamıştı. Kağnı aralarında yakılmış ateşlerin başları, oturan, gezinen insanlarla doluydu. Çayırlara atılmış sergilerde, örtülerde, yataklarda, yorganlarda yatan-oturan-birbiriyle konuşan insanlar seçilmekteydi. Karanlıklara gömülen ormanın eteklerinde kibrit alevleri mevcuttu.
Ekip kağnıyı başka kağnıların ve at arabalarının bulunduğu yerdeki bir boşluğa çekti. Komiser Hayri, hayvanları boyunduruktan çözdü, yemledi, dereden getirdiği suyla suladı. Hikmet Baba, kağnının yanına bir örtü serdi. Başkomiser Selim, çay termosunu, bardakları, tabakları, kaşıkları ve yenecek ufak-tefeği hazırladı. Ve yorgun, tozlu-tozaklı bedenlerini “Of” lar çekerek örtünün üstüne bırakıp sigaralarına-çaylarına davrandılar.
Çevreleri inleyen hastalarla, şükreden insanlarla, sızlanan-yakınan adamlarla doluydu. Alevleri göklere yüksele yüksele yanan bir ateşin sıcaklığı yüzlerine kadar geliyor, ışığı başlarında, omuzlarında, yüzlerinde geziniyordu.
Kalabalığın seçilebilen her konuşması ermişle kerametleri üzerineydi. Benzer amaçlarla bir araya geldikleri anlaşılan insanlar birbirleriyle çoktan senli-benli olmuşlardı. Yüzlerini bile zorlukla seçebildikleri insanlardan örtülerinin üstüne köy yiyecekleri, köy içecekleri geliyordu ve onlar kime, nasıl teşekkür edeceklerini bilemiyorlardı. O koşullar altında geceyarısına kadar sigara tellendirip göstermelik sohbetler yaptılar, zaman zaman iniltiler koyverdiler, dertlerden-hastalıklardan yakındılar, şükürler ettiler.
Kolsaatleri geceyarısını gösterirken yakınlarından ayağa kalkıp biryerlere doğru koşmaya başlayan bir köylünün kendilerine seslendiğini duydular:
- Di hadinin gardaaaş… Torbanızı, keserinizi gapıp gelin… Torbalara toprak doldurma zamanıdır…
- Yahu ne toprağından sözediyorsun? Bir anlat hele.
Adam söyleneni duymayıp koşarak gittiyse de, sorunun yanıtı toparlanmaya çalışan bir başka köylüden geldi:
- Dergahın eşiğinden keserlerle toprak eşip torbalara dolduracağız. Şifalı topraktır, her derde dermandır. Şimdi toprak eşme zamanı, laflama zamanı değil. Aklınız varsa koşun.
Keserleri, torbaları yoktu ama olanı-biteni saptama görevleri vardı. Gecenin her kötülüğe elverişli karanlığından yararlanarak konakladıkları yerlerden kalkıp sinsice, ilerleyen köylü kalabalığının arkasına takıldılar. Sinsi yürüyüş fazla sürmedi ve dergahın hayal-mayal belirdiği çizgide sona erdi.
Dergah, hamamı andıran bir yapıydı. Yüksek bir tepenin üstündeydi. Bahçesi ve çevre duvarı yoktu. Kubbeli kesime kadar üç ayrı ve kapalı bölüm halinde uzanmaktaydı. Kemerli anakapının sağında ve solunda yirmiyi aşkın koruyucunun kara gölgeleri seziliyordu. Bunlar, bacaklarını makas gibi açmışlardı, dimdik duruyorlardı, kaba-saba, iri-yarı bir fedai tayfasıydı.
Dergahın zar-zor görülebildiği çizgide durakalan kalabalık arasında fısıltılar dolaşmaya başlamıştı:
- Aman durun… Tek bir adım bile atmayın…
- Vay babam, kapının önünde yine eli sopalı, sopaları çivili müridler var.
- Onlar mürid falan değil. Düpedüz zorba takımı.
- Öyledir. Acımazlar ve “Allah yarattı.” demezler. Dördü-beşi birden çullanır ve çullanınca da delik-deşik ederler.
- Bunlar adama beleş toprak mı aldırırlar dayı?
- Biz de parayla alırız yeğenim. Dünyanın bir ıssı bucağından ta buralara gelmişiz. Topraksız döneceksek neye geldik?
- Haydi arkadaşlar… Belaya çanak tutmayalım… Dönelim geri…
- Evet evet, geri dönelim.
Kalabalıkla birlikte Hikmet Baba, Başkomiser Selim ve Komiser Hayri de geri dönmek zorunda kaldılar. Hikmet Baba hem yürüyor hem de gülüyordu:
- Yahu bu dertliler, ermişin dergahını sizden önce başına yıkacaklar.
Beklenen soru başkomiserden geldi:
- Nedenmiş o?
- Sorar mısın? Heriflerden her biri dergah eşiğinden bir torba toprak alsa; dergah, kubbesiyle-mubbesiyle birlikte öylece gelir aşağı.
Ekip kağnının yanında sabahı zor etti.
Şafak sökerken, gerçek görünümü ayan-beyan ortaya çıkan bir dertliler kervanı dergaha doğru yeniden yola koyuldu ve aynı anda gerilerden yükselen birtakım gür sesler duyuldu:
- Destuuur ey milleeet… Yol açın: Rızıkçılar geliyorrrr…
Kalabalık, bulunduğu yerde iki bölük oldu ve yanlara çekildi. Gerilerden gelen ikinci bir kalabalık bölükler arasından geçmeye başladı. Geçenler iri-yarı, kaba-saba, göğüs-bağır açık, başları bereli-kasketli, kolları dirseklere sıvalı bir taşıyıcı takımı idi. Omuzlarında odundan yapılmış askılar, askılarında kara kara, sıcak sıcak kazanlar, ellerinde parlak bakır siniler, pilav lengerleri, bakraçlar ve içlerine öte-beri doldurulmuş sepetler vardı.
Komiser Hayri bir anda gözden kaybolmuştu.
Rızıkçılar ‘ın geçip gitmesinden sonra, iki yakası birbirine karışan kalabalık yeniden ilerlemek istediyse de, çok geçmeden yine birilerince durduruldu ve geri çevrildi:
- Dönün geri, insansanız ve laftan anlıyorsanız… Kabul öğleden sonradır…
Hikmet Baba ‘yla Başkomiser Selim ‘in eski yerlerine dönüşlerinden az sonra Komiser Hayri de kalabalık arasından sıyrıldı ve kendini, yere serili örtüye bıraktı. Şaşkın şaşkın gülmekteydi:
- Yahu… Diyordu. Bu bizim ermişle müridleri her sabah, tıpkı bayram sabahlarındaki gibi yemekler yiyorlarmış. Çorbasından tatlısına, tatlısından tuzlusuna, ayranından mevsim yemişlerine kadar, daha artık Allah ne verdiyse.
- Rızıkçı tayfası onları götürüyordu demek.
- Eveeet. Ve efendi hazretleri yemekten önce ziyaret kabul etmiyormuş.
- Bak şu işe.
- Bomba gibi başka haberlerim de var.
- Anlatsana ortak. Zaten meraklar içindeyiz.
- Dertliler kervanının, keserleriyle ve torbalarıyla ermişin eşiğinden toprak kazıp götürmek istediklerine, toprağı şifalı saydıklarına, eşik dibi kazılmasın diye, anakapının yanlarında elleri sopalı, sopaları çivili korumalar bulundurulduğuna dün gece tanık olmuştuk. Farkında oldunuz mu bilmiyorum. Kalabalıkla birlikte geriye çevrilişimiz sırasında birileri paralı topraktan sözediyordu. Bu benim biraz fazlaca ilgimi çekti. Kendi kendime bazı sorular sormaya başladım: Acaba, tehlike yaratmasın diye mi kalabalığın toprak kazıp almasına izin verilmiyordu? Yoksa bu bir bid ‘at yani hurafe sayılıp insanların yanlış inanışlardan medet umması mı önlenmek isteniyordu? Öyle de olsa; ermişin ayak bastığı toprağın kutsallığına ve derde dermanlığına nasılsa inanmış olan bu insan kalabalığı buradan toprağını nasıl sağlayabilecekti? Ben ilk etapta işte bunlara yanıt aramak için kalabalığın arasına daldım ve çok fazla uğraşmama da gerek kalmadan yanıtlarımı buldum. Meğerse; bu ermiş ortaya çıktı çıkalı buraya akın akın gelenlerden hiçbiri topraksız kalmıyor, topraksız gitmiyormuş.
- İyi ama nasıl? Korumalar bir çimdik toprak alınmasına bile olanak tanımıyorlar ki.
- Korumaların görevleri eşik dibinden toprak kazılıp alınmasını önlemek değil, toprağa gereksinenleri belirli bir yöne kanalize etmek.
Başkomiser Selim ortağının yüzüne hayretle baktı:
- Ben yine de anlayamadım.
- Anlayamayacak ne var ki başkomiserim? Adamın bir “Toprakçıbaşı” sı varmış ve bu mürid, isteyenin torbasını para karşılığı toprakla dolduruyormuş.
- Gel de şaşma. Peki, toprak eşiğin toprağı mıymış bari?
- Olası mı? Eşik de, dergah da dayanamaz öylesine toprak alınmasına. Para karşılığı torbalara doldurulan toprak şuranın-buranın toprağı. Dertli kalabalığının kendi deyişiyle; “Adına kurban olduğum efendi hazretlerinin yöresinin toprağı.”
- Yahu adı neymiş bu efendi hazretlerinin?
- İşin ilginç yanı da bu: Kimse bilmiyor gerçek adını.
- Çıkarın ucu göründü.
- Dahası var: Hazretim geceleyin dertli kabul etmediğini biliyoruz. Bayram yemeğini andıran ve öğleye kadar süren sabah yemeğinde ve bu yemekten sonra da kimseyi kabul etmediğini öğrendik. Geriye ne kadarcık kabul zamanı kalıyor? Sadece öğle ile akşam arasındaki zaman. E, bu kadarcık zamanda da, böylesine bir dertli kervanı kabul edilebilir mi? Edilemez sanırsanız; aldanırsınız: Ediliyormuş. Dünyanın ıssı bucağından ta buralara kadar gelen bu çığ gibi kalabalıklar, efendi hazretlerini görmeden giderler mi hiç? Gitmezler. Tümü huzura kabul edilecek, armağanlarını verecek ve derdine derman bulduktan sonra gidecekmiş.
Başkomiser hala meraktaydı:
- Peki nasıl olacakmış bu iş?
- Yine bilinen yollardan.
- Ne yani? Yoksa yine parayla mı?
- Başka nasıl olsun ki? Adamın para almakla görevlendirdiği bir müridi varmış. Parayı fazla bastıranı önce sokuyormuş huzura.
- Ee, sızlanan-yakınan?
- Ne sızlanan varmış ne de yakınan. Neden olsun ki? Böylesine bir kalabalıkta hırpalanmadan huzura alınıyorsun ve derdine dermanlar buluyorsun. Başka ne istiyorsun ki?
Başkomiser Selim başını salladı:
- Yahu adamlar istismarın sanayini kurmuşlar burada. Din-iman tacirliğinin kulakları göründü. İşin içine bunlar girdiğine göre; adamın gerçek dinle, gerçek imanla, gerçek ermişlikle hiçbir ilgisi yok. Herif istismarcı, yalancı, dolandırıcı. Gerçek ermişleri böylelerinin elinden kurtarmalıyız. Peki, şimdi huzura erken girebilmek için biz de mi para yedireceğiz bunlara? Biz de mi rüşvet vereceğiz?
Hikmet Baba kendini alamayarak mırıldandı:
- “Lain, Resullullah; sallallahu aleyhi ve selem, erraşi velmürteşi.” Allah ‘ın selamı-selameti üstünde olan Allah ‘ın Resul ‘ü; “Rüşveti veren de alan da lanetlidir.” demiştir.”
Tanrı ‘ya şükrolsun ki; bizimki rüşvet-müşvet değil, sadece yemdir. Şu iki destelik parayı avans olarak çekmeseydik; biz buradan havamızı alıp dönebilirdik arkadaşlar. Haydi bakalım, önce “Toprakçıbaşı” mızdan toprağımızı alalım, sonra da huzura erken girebilmek üzere para bastırıp sıra kapalım.
Komiser Hayri Başkomiser Selim ‘e baktı:
- Bir arsalık toprak bile kaldırsak; yararı yok ama biz, onlara güven vermek ve huzura erken girmek için tam üç torba toprak alacağız: Adam başına bir torba. Sen silahları, kelepçeleri ve herne varsa; içindekileri torbadan sergimize aktar. Başka torbamız yoksa; bize köylülerden torba bul. Üçümüze üç torba gerek.
Komiser Hayri güldü:
- İş o kadar kolay değil başkomiserim. Adamların burada sanayi kurduğunu kendin söyledin az önce. Tıpkı öyle yapmışlar. Dertliler kervanının, gelirken yanlarında torba getirmiş olmalarına bakıp da aldanma. Toprakçıbaşı dışarıdan getirilen torbaları pekilenmiyormuş.
- O da nedenmiş?
- Onlar necasetliymiş yani kirli ve pismiş de ondan. Bunlar burada kendi necasetsiz torbalarını satıyorlar.
- Bir yaşıma daha girdim. Beni böylece anama götürün.
- Eveeet. Zira; kendi torbaları hem taharetli yani temiz hem de okunmuş torbalarmış. Yani toprağına göre torba, torbasına göre toprak. E, doğal olarak; necasetsiz, taharetli ve okunmuş torbaların paraları da ellerdekine oranla çok daha pahalı.
- Başımı bu yola koyduk bir kere. Ne yapalım? Boynumuz kıldan ince.
- Bitmedi ki.
- Dahası da mı var?
- Elbette. Okunmuş torbalar standart. Yani her biri beş kilo toprak alacak hacimde.
- Yahu adam normal kapitalist de değil, vahşi kapitalist.. Sanki salça satıyor: “Efendim, kiloluk salçamız kalmadı. Beş kiloluklarımızdan verelim.” Ortak. Kaldı mı acaba başka duymadıklarımız, bilmediklerimiz?
- Kaldı başkomiserim, kaldı. Huzura kabul edilmek için herkes para bastıracağından, rüşvet kuyrukta bekleme derdini ortadan kaldırmıyor. Üstelik bu kuyruk,sadece dışarıdan gelenlerin kuyruğu da değil. Kuyruk başlarındaki ilk beş-on kişilik yerlere, dışarıdan gelmiş dertli rolündeki müridler giriyorlarmış ve bunlar, öne geçmek isteyenlere parayla yerlerini satıyorlarmış. Üstüne üstlük; bu paralı yerler dışındaki yerlerden çıkıp kuyruğa adam sokmak da yasakmış.
- Desene ki; takke düştü, kel göründü bile.
- Öyle bir şey.
- Haydi bakalım, iş başına. Unutayım deme baba. Sen hastasın ve biz senin sahipleriniz. Buraya senin kanserine derman bulmaya geldik. Benim adım Siyavuş, Hayri ‘nin adı Alpin, senin adın da jurnalist.
Hikmet Baba güldü:
- Bizim kurnazlığımız da böyle balam. Yoksa; biz helva demeyi de biliriz, havla demeyi de. Üstümüzü-başımızı görüp değirmenci mi sanıyorsun? Haydi yavrım, başla numarana. Bakalım oyunculuğun da gazeteciğin kadar yahşi mi?
Tüm ortak girişimlerine ve Hikmet Baba ‘nın köyü ayağa kaldıran kanserli haykırışlarına rağmen, ancak akşama doğru anakapının önüne kadar ilerleyebildiler. Orada kendilerini yaşlı-başlı, kişilikli, başı sarıklı, sırtı kaytan yelekli, altı koyu renk zıpkalı, ayağı çapulalı bir mürid karşıladı:
- Adlarınızı bağışlayın ağalar.
Soruyu Başkomiser Selim yanıtladı:
- Ben bunların büyükleriyim. Adım Siyavuş. Bu; kardeşim Alpin. Bu hasta kardeşim de Jurnalist.
Mürid başını sallayarak homurdandı:
- Tövbe estağfurullah… Bunlar nasıl adlar böyle? .. Dine-imana aykırı. Efendi hazretleri böyle adları mekruh sayar. Ya adlarınızı değiştirmeyi pekilenin ya da böylece dönün köyünüze.
- Hastamız var mürid. Derdimiz büyük. Köyümüze dermansız dönemeyiz. Adlarımızı değiştirelim, daha artık nice bir uygun görülürse.
- Senin adın Ahmet, bu kardeşinin adı Mehmet, hastanın adı da Mahmut olsun diyelim.
- Diyelim ağam.
- Tenekeleri efendi hazretlerine mi getirdiniz?
- Beli, O ‘na getirdik. Çam sakızı, çoban armağanı. Azımızı çoğa tutsun. Köyümüzün yağı-peyniri ünlüdür. Ellerimizle mübarek için hazırlayıp bastık tenekelere.
- Huzura armağanla girilmez; terk edeptir. Onlar burada kalır, huzura siz girersiniz. Hazret hazetmez böyle şeylerden. O dermanı sevabına dağıtıyor. Torbanız-toprağınız nerden?
- Torbalarımız da Toprakçıbaşı ‘dan, topraklarımız da. her biri beşer kilodan onbeş kilo toprak ve üç torba hazırdır. Biz yanımızda ayriyeten para da getirdikti. Ayaklarına kurban olduğumuz ermişimiz tek hastamızı sağlığına kavuştursun diye.
- Paranın adını bile etmeyin böyle kutsal yerde. Günahtır, murdardır, mekruhtur. O ki; boş bulunup getirmişsiniz, bari onunla da birkaç torba daha toprak alın. Dağıtırsınız eşe-dosta-tanıdığa. Her bir derde dermandır.
- Alalım mürid.
- Alın lakin huzurda bundan söz etmeyin. Efendi hazretleri toprağın hastalara içirilmesine razı gelmez. Tenekeleri girişin sağındaki odaya koyun. Sizler cahil köylü adamlarsınız. İlminiz yok, irfanınız yok. Edep-erkan bilmezsiniz. Sizlere edep-erkan öğretmek boyun borcumuzdur. Huzura öyle paldır-küldür girilmez. İçeriye bildiğiniz duaları okuyarak gireceksiniz. Hasta ikinizin ortasında olacak. İlk perdenin önünde durup birer elinizle hastanızın sırtını sıvazlayacaksınız. İkinci perdenin önünde hasta sahipleri birbirlerinin sırtlarını sıvazlayacaklar. Üçüncü perdenin önünde biriniz “Destur” çekeceksiniz. Hazret izin-ruhsat verdiğinde, huzura adım atıp divan duracaksınız. Eller bağlanacak, başlar öne eğik olacak. Divan dururken hazretin yüzüne bakılmayacak: terk edeptir yani ahlaka aykırıdır. Vatka ki; “hoş geldiniz” buyurulduğunda, tek yanıt verilmeden oturulacaktır. Huzurda oturmanın da bir adabı yani terbiyesi vardır: Aile büyüğü hazretin sağ önündeki kırmızı mindere oturur. Küçüğü sol önündeki mavi minderde bulunmak gerekir. Hasta yani dertli ise; hazretin tam önündeki beyaz mindere oturacaktır. Minderlere bağdaş kurulmaz, başka türlü oturulmaz, dizüstü oturulur ve eller dizlere koyulur. Ancak bundan sonradır ki; soru yöneltildiğinde hazretin yüzüne bakılabilir ve yanıt verilebilir. Her yanıt kısa olacaktır. Anlaşılabildi mi?
- He müridim, anlaşıldı.
- Haydi bırakın tenekeleri dediğim yere ve düşün huzur yoluna.
Tenekelerin koyulduğu oda büyük bir depoyu andırmaktaydı ve burada, duvar diplerine boydan boya sıralanmış, sayısız teneke vardı. Yer yetmediği için, sonradan getirildikleri anlaşılan başka tenekeler, duvar diplerindeki tenekelerin üstlerine, üstlerine koyulmuşlardı.
Ekip sessiz fakat anlamlı biçimde birbirlerine bakarak tenekeleri, üst üste konulmuş tenekelerin üzerlerine yerleştirdiler ve odadan toprak hole çıktılar. Önlerinde saray desenli, püskülleri yerlere değen, çift kanatlı, parlak sarı renkli, ağır ve görkemli perdelerden ibaret bir kapı vardı. Perdelerin önüne kaliteli bir ayak halısı atılmıştı. Ekip, bu halının önünde ayakkabı çıkarıp ayakkabıları orada bıraktı. Her türlü gözetleme olasılığına karşı, polisler sağdan soldan el uzatıp Hikmet Baba ‘nın sırtını sıvazladılar. Öncekinin benzeri olan ikinci perde parlak kırmızı renkliydi. Onu yanlara ayırıp girmeden önce, ikinci sıvazlama işlemi de burada gerçekleştirildi. Perdeyi geçince karşılarına dikilen üçüncü perde parlak yeşil ipekten yapılmıştı. Ekip perde önüne gelince durdu ve Başkomiser Selim, öğütlenmiş “Destur” unu çekti.
Perde arkasından gelen ses; kalın, etkili ve otoriter bir sesti:
- İzin vermek, vermemek ancak Tanrı ‘ya özgüdür. Bizim haddimiz değildir. Beri gelin.
Baş önde girdikleri için önce içeriyi gözdem geçiremediler ve bunu, ancak kendilerine oturma izni verilince gözucuyla yapabildiler.
Girdikleri yer kubbeli, genişçe bir odaydı. Hazret yerdeki büyük, yumuşak ve renkli minderlerde bağdaş kurmuştu. Önüne kalınca, yumuşakça, beyaz renkli bir minder konulmuştu. Duvar dipleri birbirinden değişik renkli, sayısız minderle doluydu. Duvarlarda eski yazılı kıblegahlar göze çarpmaktaydı. Oda penceresizdi. Hazretin sağında ve solunda kalan köşelerde uzun ayaklı, kalın ve görkemli bakır şamdanlar vardı ve bunlarda kalın, beyaz mumlar yanıyordu. Ermişin arkasındaki duvar, huzura gelirken gördükleri o görkemli perdelerin bir benzeriyle süslenmişti. Perdenin kanatları tam ortadan ikiye ayrılıp sırmalı kordonlarla bağlanmıştı. Bu yeşil perdenin kanat açıklığından altta bulunan bir başka perde görünüyordu. Perde kırmızı renkliydi ve üstünde simlerle işlenmiş ayetler mevcuttu. Ermişin sol bitişiğinde bir ocak durmaktaydı ve bu ocağın önü süslenmiş bir kapıyı andırıyordu. Ocakta ateş, ateşin üstünde yumurta biçimi ırmak taşları ve ocağın önünde de ağzı açık, içi su dolu, üstü sarı ayetlerle süslü, zemini yemyeşil bir teneke vardı.
Efendi hazretleri orta yaşlıydı, esmerdi, kara kaşlı-karagözlü-kara sakallıydı. Bakışları şahin bakışlarını andıran, sağ yanağı iri kara benli bir zattı. Başı sarıklı ve sarığı beyaz ipektendi. Sırtındaki kaftanının yakaları, yanları ve kolağızları sırma işlemeliydi. Kaftanının eteklerini kucağına toplamıştı. Konuşurken sözcüklere basa basa, kaşlarının altından yere baka baka, dinleyenleri ürperte ürperte konuşuyordu:
- Bre Ahmed, biz kimiz ki; yanına şu Mehmed ‘i alıp şu önümde oturan Mahmud ‘un hastalığı için bizden medet ummaya geldin? İmdad ancak Tanrı ‘dandır. Biz Ulu Tanrı ‘nın bir kemter kuluyuz. O izin-ruhsat vermezse; biz kime, nasıl derman olabiliriz? Ermiş değiliz, Peygamber, haşa, hiç değiliz. Hazreti Mevla, babaların günahını evlada arayan Mevla ‘dır. Sizler günahsız da olsanız; günahkar babaların çocuklarısınız. Zira; o günahkarların bu masumlara verdiği adlar birer gavur adıdır. Kâş ki; sizler gerçekten birer Ahmed, birer Mehmed, birer Mahmud olaydınız.
Efendi hazretleri uzunca bir süre susup dinlendikten sonra, etkili kara gözlerini sağdan sola dolaştırarak sözlerini sürdürdü:
- Sizler; üçünüz, üçlü bir günahla sarmaş-dolaşsınız. Üçlü bir günahla hemhalsınız. Biiir: Günahkar babalarınızın size reva gördüğü gavur adlarını bu yaşlarınıza kadar birer kambur gibi sırtlarınızda taşıdınız. Tıpkı birer kambur gibi. Birer deve kamburu gibi. İkiii: Gavur adları da olsa; o adlar sizin adlarınızdı. Günahkar da olsalar; size onları babalarınız layık görmüştü. Siz kalkıp o adların değiştirilmesini pekilendiniz. Üüüç: Derdinize derman ararken araya dünya malını, dünya çıkarını sokup bana bir teneke yağ, bir teneke de peynir getirdiniz.
Ermiş yeniden sustu. Bu sessizliği epeyce sürdü. Kıpır kıpır kıpırdanan dudaklarından başka hiçbir yerinde, hiçbir yanında can kalmamış gibiydi. Gözleri yerde, bir aynı noktaya saplanıp kalmıştı. Bu kere başını çok ağır kaldırdı. Kara gözleri önündeki Hikmet Baba ‘nın gözlerini bulunca durdu:
- Biz şifayı Tanrı ‘nın izniyle Tanrı ‘nın yolunda vermeye kalkışan küstahlarız. Para için, armağan için, çıkar için, dünya malı için dağıtacak şifamız yoktur. Ama armağan şifa sağlamak için değil de, değersiz hatırımız için verildikte; bunu kabulümüze izin vardır. Ruhumuzun huzuru bakımından bu hususun bilinmesine gerek vardır. İmdi size bu minval üzere sorarız: Bir teneke yağla, bir teneke peynir bize hatırımız için mi getirilmiştir?
Başkomiser Selim, elleri dizlerinde yanıtladı:
- Efendi hazretlerinin mübarek hatırları için getirilmiştir. Arzında başka düşünce zinhar yoktur.
- Öyleyse kabulümüzdür.
Efendi hazretleri yine sustu. Bir süre dudaklarını yine kıpır kıpır kıpırdattı, sonra yine konuştu:
- Derdi acep ne ola bu Mahmud ‘un?
- Mahmut kanserdir efendimiz. Hiç kimse derdine derman olamadı. İllet sağ ciğerleri elegeçirmiştir.
- Ve son bir umutla bize getirdiniz?
- Size getirdik efendi hazretleri. İmdat olursa sizden olur. Yoksulun bir hatunu, altı da çocuğu var. Mübarek ellerinizden öperler. Mahmut ‘un ölümü onları darda koyar. İzin Tanrı ‘dan, şifa sizden.
- Bize güveniniz tam mıdır?
- Olmasa getirir miydik efendimiz?
- Sizler bize nasıl güvenmişseniz biz de Tanrı ‘ya öyle güvenmiş, öyle sığınmışızdır. Yapan-eden-eyleyen yalnız O ‘dur. Bizler küstah aracılarız, kemter duacılarız.
Ermiş bu kere susmadı. İçinin derinliklerinden gelen ve fokur fokur kaynayan bir sesle güçlü bir “Ya Allah” çekti ve sonra, üstündeki sırmalı kaftanının arkasını öylece omuzlarından aşağı bıraktı.
Esmer bedeni çırılçıplaktı ve belinden boğazına kadar eskiyazılı ayetlerle süslüydü. Baktığı gözleri büyülemek istercesine şahin bakışlı kara gözlerini her bir konuğunun gözlerinde sırayla gezdirdi ve aynı etkili sesle mırıldandı:
- Hasta yerinde kalsın, sizler ellerinizi bedenimize lütfedilmiş ayetlerde gezdirin.
İnanılır şey değildi. Başkomiserle ortağının parmakları ermişin cildine doğrudan dokunmaktaydı. Bakışları bedenin bir yerinde değil, her yerinde geziniyordu. İkisi de o ayetlerin o bedene herhangi bir araçla, herhangi bir gereçle yazılmamış olduklarına yeminler edebilirlerdi. Hazretin bedenini çepeçevre süsleyen ayetlerin kalemle-mürekkeple-döğmeyle uzaktan-yakından ilgisi yoktu. Bunlar; esmer bedende bembeyaz gülümseyen gerçek ayetlerdi.
Belirgin şaşkınlıklar içindeki polisler geriye çekilip minderlerine diz çöktükten sonradır ki; efendi hazretleri kaftanını yeniden omuzlarına çekti ve önünü kavuşturup kapattı.
- Mahmud ne zamandan hastadır?
- Sızıları iki ay önce başladı efendimiz. Götürdüğümüz hiçbir kapı derdimize derman olamadı.
Efendi hazretleri ekibin gözleri önünde, ocaktaki kızgın taşlardan birini çıplak eliyle aldı, Hikmet Baba ‘nın başının üstünde bir tek kere çevirdi, ocak önündeki su dolu tenekeye bıraktı ve bırakır bırakmaz sudan dıjırtılı buharlar yükseldi. Sözü kısa ve kesindi:
- Götürün. İyileşecektir.
İki polis kollarına girdikleri Hikmet Baba ‘yı gerisin geri yürütüp huzurdan çıktılar, perdeleri geçtiler ve sıra bekleyenlerin meraklı bakışları altında kağnılarını bıraktıkları yere yöneldiler.
Dertli kalabalığı dergah önünde toplanmış olduğundan konaklama yerinde çadırlarla hayvanlardan öte, pek kimse yoktu. Görüş alış-verişi kağnının yanına serilen bir örtünün üstünde başlatıldı ve söze ilk giren Başkomiser Selim oldu:
Karara varmadan önce, görüşlerimizi ortaya bir bir koyalım. Aradığımız ve saptamak istediğimiz nedir, bulduklarımız ve saptadıklarımız nelerdir? Amacımız; adamın gerçekten ermiş olup olmadığını saptamak değil midir? Evet, budur. Peki, adam ermişlik taslamakta mıdır? Kendisinin ermiş olduğunu kanıtlamaya çalışıyor mudur? Kendisi herne kadar öyle olmadığını söylüyorsa da; gerçekte büyük bir kurnazlıkla ermişlik taslamakta, hatta bunu kanıtlamaya çalışmakta, muhataplarını buna inandırmaya çabalamaktadır. Bunu, haberi bile olmadığı halde, kendisine armağan getirdiğimizi bilerek ve armağanlarımızın nelerden oluştuğunu söyleyerek yapmaktadır. Peki, bunu başarabilmiş midir? Bana sorarsanız; hem başarabilmiş, hem de başaramamıştır. Çünkü; haberi bile olmadığı halde, kendisine bir teneke yağdan ve bir teneke peynirden ibaret armağan getirdiğimizi bilmiştir. Ve başaramamıştır, çünkü; biz ona bir teneke yağ, bir teneke peynir getirmedik, iki teneke ot getirdik. Bunun dışında, ermişliğini nasıl kanıtlamaya çalışmıştır? Bence kanıtları ortadadır: Adam, adlarımızın değiştirildiğini bilmiştir. Ama hangimizin adının Ahmet ‘e, hangimizin adının Mehmet ‘e, hangimizin adının Mahmut ‘a çevrildiğini bilmiştir. Adam, huzurda hiç de ağlayıp sızlamadığı halde, hastamızın Hikmet Baba olduğunu bilmiştir. Onun, gerçek adlarımızı, takma adlarımızı söyleyemediğini öne süremeyiz. Zira; bunların tümünü bildiği halde, gereksiz gördüğü için söylememiş olabilir. Çıplak bedeni ayetlerle gerçekten süslü müydü, değil miydi? Yadsıyamayız; süslüydü. Ve ayetler bedene sonradan yazılma, sonradan yapılma, sonradan koyulma, sonradan işlenme de değildi. Kişisel olarak benim üstümde anasından o ayetlerle doğduğu izlenimini bıraktığını saklayamam. Adam, sıcak taşı yanan ocaktan çıplak eliyle aldı mı, almadı mı? Dolaştırdı. Su dolu tenekeye attı mı, atmadı mı? Attı. Taş suya düşünce, su dıjırdadı mı, dıjırdamadı mı? Dıjırdadı. Buhar salıverdi mi, vermedi mi? Salıverdi. Öyleyse; su soğuktur, taş sıcaktır ve adamın eli yanmamıştır. İşte benim edindiklerim.
Başkomiser durgun bakışlarıyla ortağına baktı:
- Önce senin düşüncelerini öğrenelim ortak.
- Düşüncelerim aynı başkomiserim. Ne eksik, ne artık. Ben kafamda, adamın bildiklerini bir yana, bilmediklerini bir yana yazıp karşılaştırdım. Bildikleri bilmediklerine ağır bastı. Daha doğrusu; bilemediği tek şey, tenekelerimize yağ ve peynir yerine koyduğumuz otlar. Onu da bilmiş fakat yüzümüze söylememiş olabilir. Gerçek adlarımız konusu da öyle. Takma adlarımız konusundaki söylediklerini anımsıyorsunuz: Onların gavur adları olduklarını, bize öyle adları reva gördükleri için de babalarımızın günah işlediklerini belirtti. Şimdi o konuda ileri sürdükleri yanlış mıdır bu adamın? “Siyavuş” ne demektir? Bu ad Türkçe midir? Türkçe ‘yse; ne anlama gelmektedir? Ben bile bilmiyorum bunu. Sorsalar; ben dahi “Gavur adıdır.” diyip geçebilirim. Bildiğim kadarıyla “Alpin” Türkçe değildir. Bizde de, kendisine bu ad verilenler mevcut olmakla birlikte, Türk ‘e ad olabilecek adlardan sayılabileceğini sanmıyorum. Zira; “Alpin” Alp Dağları ‘nda doğmuş kimse anlamındadır. Türk ‘ler kolay kolay Alp Dağları ‘nda doğmazlar. Onu da gavur adı varsayabilirim. Geriye ne kaldı? Hikmet Baba ‘ya takılan “Jurnalist” ten ibaret ad. E, bu zaten insan adı değil, bir meslek adı. Üstelik de Türkçe değil, Fransızca. Şimdi kalkıp Müslüman adı mı sayalım? Sayamayız.
Komiser Hayri, dudakları arasına sıkıştırdığı sigarayı, cebinden çıkardığı gösterişli bir çakmakla yaktı, sonra sözlerini tamamlamaya çalıştı:
- Bana sorarsanız; biz bu adamın bilebildiklerini nasıl olup da bildiğini kolay kolay açıklayamayız. Ayetlere gelince; işte orada akan sular duruyor. Zira; ayetler yapay değil, doğal. Ermişi suçlama ve tutuklama işi biraz yaş. Bence; adam temiz. Bulaşık olan; yanında mürid geçinenler. Yani torba, toprak, kuyruk sırası satanlar. Bunlar, ilerde bu dert kervanlarından ayakbastı parası, insan ve hayvan başına kelleparası, araba başına arabaparası ve çadır başına çadırparası almazlarsa şaşarım. Belki de, ermişin bu dönen dolaplardan uzak-yakın haberi bile yoktur. Sözleri arı ve duru. Hiçbir pozda, hiçbir rolde değilmiş gibi görünüyor. Büyük bir iddiası yok. Sık sık Tanrı ‘ya sığınıyor. Kızmayın ama bana, sanki biz bir günah işliyormuşuz gibi geliyor. Zira; adam bizden para almadı, pul almadı. Armağanlarımızı o istemedi, biz getirdik. O pekilenmedi, biz pekilettik. Değil Peygamber ‘lik, hatta Ermiş ‘lik peşinde bile olmadığı apaçık ortada. Kanser gibi bir illeti tedavi edemeyeceği belli. Ama işi Tanrı ‘ya bırakmış da olabilir. Bana kalırsa; biz onu aldattık, o ise bize şifa vermeye çalıştı.
Başkomiser “Dur” dercesine elini kaldırdı:
Şifa verdiğini ne biliyorsun? Hastamız gerçek hasta değil ki; iyileşip iyileşmediğiyle bunu anlayalım.
- Başkomiserim, ben öyle sanıyorum ki; hastamız gerçekten hasta olsa; iyileşirdi. Aralarında şifa bulanlar olmasa; hiç bu insanlar buraya çekirge sürüleri gibi üşüşürler mi? Adam kızgın taşları çıplak eliyle alıp hastanın başı üstünde dolaştırıyor ve eli-parmağı yanmıyor ama aynı taş teneke dolusu soğuk suyu buharlaştırıyor. Gözümüzle görmedik mi?
- Dur bakalım ortak. O kadar çabuk teslim olma. Sen işi fazla ciddiye aldın galiba. Bulmacayı çözmek istiyorsak; Hikmet Baba ‘nın düşüncelerini de bir alalım. Ne dersin baba?
- Ben “İyi olur.” derim. Dostum. Zira; bu olayın sizi başka, beni başka etkilediğini görüyorum. Nedeni de ortada: Bakış açılarımız değişik. Ben olaylara fizik kurallarıyla mantık kuralları açısından bakıyorum, sizse metafizik açıdan bakıyorsunuz. Metafizik, ardına takılanları hayale ve safsataya götürür, fizik ve mantık ise gerçeğe ulaştırır.
- O halde, olayın sana değişik gelen yanını söyle.
- Sabırsızlanma dostum. Ben de zaten onu söyleyeceğim. Fakat önce dikkatlerinizi bence önemli olan bir noktaya çekmek istiyorum. Gördüğümüz üzere; huzura alınacaklar, alınmadan önce anakapıda sorguya çekiliyorlar. Bu sorgulamada adlar ve armağanlar öğreniliyor. Gerçekte bu gereksizdir. Buna rağmen gerek görülüyorsa; altında amaç vardır. Zaten biraz da bunu sezdiğimiz içindir ki biz müride gerçek adlarımızı değil, uydurma adlarımızı verdik. O ne yaptı? Bunları değiştirmeye bizi yöneltti. Neden? Her zaman, her yerde rastlanan adlardan değil de ondan. Bize verdiği o Ahmet, Mehmet, Mahmut adları ise; çok büyük sıklıkla karşılaşılan, önceden işaretlenen ve listelenen adlardan. Adlarımız öyle veya benzer adlar olsaydı; değiştirilmeye gerek bile görülmeyecek, çok çok bizim başka minderlere oturtulmamızla yetinilecekti. Burada, pek de önemli olmamakla birlikte dikkati çeken bir husus daha var: Hazret bu bize verilen adları “Ahmet, Mehmet, Mahmut” olarak değil, “Ahmed, Mehmed, Mahmud” olarak telaffuz ediyordu. Bu doğru bir telaffuzdur. Çünkü; sözcükler Türkçe değil, Arapça sözcüklerdir. Bunlar yazıdilinde “t” yle değil “d” yle “dal” la biterler. Bu da ermişimizin hiç de cahil olmadığını, sarfunahiviyle yani grameriyle birlikte Arapça bildiğini, bunun öğrenimini gördüğünü ortaya koyar. Bu durumda, o gidişin altında başka amaç yatmayıp da ne yatacak yani? Beni efendi hazretlerinden kuşkulanmaya iten ilk nokta bu.
- Ya ikinci nokta?
- Huzura alınınca ne gördük? Duvar diplerine sıralanmış birçok minder. her biri bir obirinden değişik renkte ve her biri bir obirinden küçük-büyük. Orası ciddi bir huzur olduğuna ve bir gösteri salonu olmadığına göre; birbirinden o kadar değişik mindere ne gerek vardır? Kaldı ki; biz minderlere kendi seçimimize göre değil, müridin yönlendirmesine göre oturduk. Beni kuşkulandıran ikinci nokta da budur. Bu durumda hazret ne yaptı? Sadece bizim değiştirilen adlarımızı ve kendisine bir teneke yağ, bir teneke de peynir getirdiğimizi bildi. Bu bir keramet midir? Elbette ki değildir. Zira; o, bizim asıl adlarımızla uydurduğumuz ikinci adlarımızı değil, sadece müridinin bize taktığı üçüncü adlarımızı bilebilmiş, kendisine yağ ve peynir yerine iki teneke ot getirdiğimizi ise hiç bilememiştir. Peki, bundan ötesi nedir? Bundan ötesi sadece gösteridir. Hazretin çıplak bedeninde ayetler vardır ve ocaktaki kızgın taşları eli yanmaksızın alabilmektedir.
- Peki, bu gösteri saydıklarını da açıklayabilir misin?
- Açıklayabilirim ama ben, önceki söylediklerimin sonuçlarını ortaya koyma peşindeyim. Bence; minderlerin renkleri, yerleri, büyüklük ve küçüklükleri ermişle mürid arasındaki birer paroladan, birer işaretten ibarettir. Ve bu oyunda, minderlere çifte rol verilmiştir. Bunlar hem üstlerine oturtulanların adlarını, hem de getirdikleri armağanları bildirmektedirler. Dikkat ederseniz; “oturanın” demiyorum, “oturtulanın” diyorum. Çünkü; biz o minderlere kendi seçimimizle oturmadık, müridin yönlendirmesiyle onun yönünden oturtulduk. Çalınacak minareye geçirilecek kılıf da ortada; “Huzur Adabı” yani “Huzurda Uyulması Gereken Ahlak Kuralları”. Özet olarak; Ahmet ‘ler kırmızı mindere, Mehmet ‘ler mavi mindere, hasta olan Mahmut ‘lar da, hazretin önündeki beyaz mindere oturtulmaktadır. Ve eğer Ahmet ‘le Mehmet efendi hazretlerine yağ ve peynir getirmişlerse; bu böyle olacaktır. Başka armağanlar getirenlerin ve başka adlar taşıyanların minderleri ise, elbette ki; ayrı ayrı olsa gerektir. Ayrıca; adları, sıradan adlar olanların adlarının değiştirilmesine gerek bile duyulmayacaktır.
- Şeytanca bir oyun bu.
- Adam ermişlik taslamıyormuş ve şifa karşılığı çıkar sağlamıyormuş. O bunları benim külahıma anlatsın. Tenekelerimizi bıraktığımız deponun duvar diplerindeki birinci sırası çoktan dolmuş ve teneke teneke üstüne koyulmaya başlamıştı bile. Onlar belki de, sadece bugünün tenekeleriydi. Bu iş aylardır sürüp gittiğine göre; varın gerisini siz hesaplayın. Tanrı ‘nın her günü tıkır tıkır çalışan yağ ve peynir fabrikaları öylesine üretim yapabilirler mi? Hazret habire yağ-peynir basıyor. Ha para basmış, ha bunları basmış, ne fark eder. Emeksiz, vergisiz kazanç. Olduğu gibi yağlı ilik. E, bu; çıkar değil de nedir? Torba, toprak ve sıra satışlarından elde edilen gelirler de cabası. Ve belki de, kimbilir daha neler, ne kurnazlıklar, ne aldatmacalar. Kendisi içtenlikle, ermişlik taslamadığını öne sürse bile, akın akın gelip gelip giden bu dertli kervanları onu ermiş yapmış mıdır, yapmamış mıdır?
Başkomiser bakışlarını ortağının yüzünde dolaştırdı:
- Yahu, bu işleri biz neden böyle açılardan görmüyoruz?
- Biz polisiz başkomiserim, gazeteci değiliz de ondan.
Hikmet Baba kaşlarını çatar gibi oldu:
- Kendinize iftira etmeyin. Polis nere, gazeteci nere? Sizin görüşleriniz ve yöntemleriniz birçok bakımdan bizimkinden üstün.
Başkomiser karşıladı:
- Bırak şimdi polis-gazeteci kıyaslamasını. Konuya gel, konuya.
- Geleyim adamım. Şimdi şu ayetlerin ve kızgın taş avuçladığı halde yanmayan elin üzerinde durmak istiyorum. Zira, adamı herkesin gözünde ermiş yapan bunlar.
- Asıl merak ettiğimiz de bu ya zaten.
- Başkomiserim, sen hiç plaja gitmedin mi?
- Höst.
- Mayoyu bir çıkarırsın ki; bedeninin her yanı güneşte yanıp esmerleşmiştir ama mayonun altı bembeyaz kalmıştır.
- Şimdi plajla-mayoyla ne ilgisi var bir efendi hazretlerinin?
- Sakin ol. Ben ilgisi olduğunu düşünüyorum. Şimdi sen, karton veya bez şeritlere iri iri Arapça harflerle birtakım ayetler yazsan; şeritleri kese kese, kırpa kırpa, oya oya satırlar halinde çıkarsan; ıssız bir yerde bedeninin üstüne serip güneşe uzansan; yeterli bir süre sonra, senin o bakır rengi bedenine o ayetler bembeyaz yazılıp işlenmiş olur mu, olmaz mı?
- Yahu baba, sen şeytana çarığını ters giydirirsin vallahi, billahi ve tallahi.
- Yapabilsem de yararı yok: Şeytan bu çağda artık çarık-marık giymiyor, sandalet kullanıyordur. Ben sadece gözlemlerimi, deneyimlerimi, mantık ve fizik kurallarını göz önüne alıyorum, o kadar.
- Öyle olsa; seni candan-yürekten kutlarım.
Komiser Hayri atıldı:
- Ben de baba. Gerçekten.
Hikmet Baba gülümsedi:
- Düşüncelerim gerçeğin ortaya çıkarılmasına katkıda bulunabilirse; bu bana mutluluk verir.
- Bir de şu kızgın taşı avuçladığı halde, yanmayan ele inandırıcı bir açıklama getirebilirsen; bizler de mutlu oluruz gider.
- Ona kuşkum yok. Zira; bilmece kökten çözülmüş olacak. Yeterince kimya, fizik ve fotoğrafçılık bilginiz olsaydı; adamın o gösteriyi nasıl yapabildiğini siz de kolaylıkla anlayabilirdiniz. Bence; hazret bu oyunu iki yoldan yapmış olabilir. İlk olasılık şudur: Ya ortada gerçekten yanan bir ocak yoktur ya da taşlar kızgın değillerdir, ya da ocak vardır, taşlar kızgındır ama işin altında başka hiyle yatmaktadır. Bana göre; ocak yanmadığı halde yanıyormuş gibi gösterilmiştir. Taşlar da soğuk olmalarına rağmen kızgınmış gibi lanse edilmiştir. Su kendi içinden dıjırdatılmış, buharlaştırılmıştır. Çünkü; teneke de, su da, ocak da, taşlar da adamın yanındaydı. Biz bunları yakından göremedik ve inceleyemedik. Hazırlanmış olan fizik ve psikolojik atmosfer bize gereken kurguyu yaptırdı. Bu; sinemada izleyiciye yaptırılan kurguya benzer: Perdede önce, bir erkeğin el salladığını görürsünüz. Sonra bir başına bir kadının el salladığını izlersiniz. Daha sonra erkeğin sağa, kadının sola yürüdüğünü gözlemlersiniz. Bunların peşinden bir erkek eliyle bir kadın elinin tokalaştığına tanıklık edersiniz ve erkekle kadının birbirlerini görüp el salladıkları, birbirlerine doğru yürüdükleri ve tokalaştıkları kanısına varırsınız. İşte izleyicilerin edindiği bu kanı, yönetmenin ona yaptırdığı kurgudur. Çünkü; o atmosferi yaratan olay gerçek değildir. Örneğin; aktör belki Paris ‘tedir, aktris belki Bombay ‘dadır ve belki bazı zorunluluklar yüzünden o sahnede bir araya getirilmelerine olanak bulunamamıştır.
Başkomiser Selim sigarasına davrandı:
- Diyelim ki; öyledir ve hazretle yandaşları bize böyle bir kurgu yaptırdılar. Peki ama yanmayan bir ocak nasıl yanıyormuş gibi gösterilebilir? Tenekedeki su nasıl içinden dıjırdatılıp buharlaştırılabilir?
- Her rengin kendine özgü bir etkisi vardır dostum. Kırmızı renk insanda sıcaklık duygusu uyandırır. Kırmızı ışıkla aydınlatılmış soğuk bir ocak, insanda sıcak bir ocak izlenimi bırakır. Kırmızı ışık altında sergilenen etler taze, yeşil ışık altında sergilenen etler küflü ve bayat görünürler. Bu yüzden, gerçekte soğuk olan taşların el yakacak derecede sıcak oldukları sanılabilir. Elbette ki; gereken kanıya ulaştırılmada bu kadarı yetmeyebilir ve izlenimin daha da pompalanması zorunda kalınabilir. O zaman, taşı suya bırakırken avucunuzda saklanmış bir maddeyi de suya atarsınız. Su dıjırdayıp hafifçe buharlaştımı izlenim tamamdır ve gereken kanı sağlanmıştır.
- Peki, hangi madde o işi başarabilir ki?
- Bence “Güherçile” ve “Bitüm” den oluşturulmuş bir madde bunu yeterince başarabilir.
- Yahu kestirme sözünü ikide-birde. Kendiliğinden anlatsana; güherçile nedir, bitüm nedir?
- Güherçileyi duymuşsundur dostum. Potasyum nitrat çiçeklenmesine “Güherçile” denir. Bitüm ise; yüksek molekül kütleli hidrokarbonlarla hidrojen ve karbon bakımından çok varsıl olan organik maddelerin bir karışımıdır. Bitüm doğal olabileceği gibi, yapay da olabilir. Bu tür organik maddelerde oksijen, kükürt, azot, nikel ve vanadyum vardır.
- Baba sen şimdi bu hazretin böylesine kültürlü mü olabileceğini sanıyorsun?
- Neden sanmayayım yavrım? Bir üniversite mezunu cüppe giyer, sarık bağlarsa; kültüründen taş mı düşer?
- Peki, sözünü ettiğin ikinci olasılık nedir?
- İkinci olasılık bu kadar uzun açıklamayı dahi gerektirmeyecek ölçüde basittir. “Amonyak” denen gaz, eksi 38 derecede sıvılaşır. Sıvı amonyak soğutucudur. Ellerini sıvı amonyakla şöyle bir yıkarsan; elinle tutacağın sıcak bir cisim seni yakamaz. Elbette ki; elde tutulan süre birazcık kısa olmalıdır. Ki; hazretin de öyle yaptığına yanık olduk. Yani adam, taşı ocaktan aldı, başımın üstünde şöyle bir çevirip suya bıraktı. Bana göre; o kadarını eli nasırlı bir insan da kuru kuruya yapabilir.
- Unutma ki; adam hasta iyileştiriyormuş. Bu dertliler kervanı buraya herhalde sadece bugün toplanmadı. Akın akın geldiklerine göre; duydukları, bildikleri de olabilir bunların.
- Başkomiserim, bu tür hiylelere siperlenmiş adamlar, her hastalığı değilse de, bazı hastalıkları gerçekten yavaşlatıp hafifleştirebilirler. Zira; bu, inanmayla, güvenmeyle sımsıkı ilişki içinde olan bir olaydır. Birinin veya bir şeyin seni iyileştireceğine inandınmı iyileşirsin. İnabeli yani izinli-ruhsatlı olduğuna inanılan seksen yaşındaki dinibütün ninem, ağrıyan başımı sağ elinin baş ve serçe parmakları arasına bir adlımı ağrılarım geçerdi. Gerçekte; sağlam insanı hasta eden de, hasta insanı iyileştiren de beyindir ve beyindeki inançla güvendir. Adamlar, iyileşeceklerini umut ede ede, buna inana inana buralara kadar geliyorlar ve burada, keramet olarak pekilendikleri şeylerle ruhsatlı sandıkları, kutsal saydıkları bir zattan, iyileşecekleri muştusunu alıyorlar. Bu durumda elbette ki; içlerinden bazıları zaten zaman içerisinde iyileşecektir. Varsın onlar, bunu bedenlerinin bir becerisi değil de, bir ermişin kerameti zannetsinler, ne fark eder?
Başkomiser durgun durgun bakmaktaydı:
- Şu halde sen, “Bunların herhangi bir kerametle ve herhangi bir ermişlikle ilgileri yoktur.” mu diyorsun?
- Düzeltelim: Ben “Var mıdır? ” diye soruyorum. Ve arkasından ekşiyorum: Bu adam, gerçek ermişlerin yani yüksek ahlaklı kimselerin haksız yere zan altında bırakılmalarına yol açacak davranışlar içindedir.
- Şimdi bu durumu bir kesinliğe kavuşturalım: Sana göre; bu adam ermiş değildir. Dertlerine derman arayan insanların temiz inançlarını, içtenlikli güvenlerini kötüye kullanmaktadır. Gerçek amacı; şifa dağıtmak değildir. Para ve ün peşindedir. Yaptıkları gösteriden ibarettir ve dinle-imanla, kerametle-mucizeyle uzak-yakın ilgisi yoktur. Burada bir yalan-dolan merkezi ve temeli istismara dayalı bir sanayi kurmuştur. Dolayısıyla; insanların temiz inançları, güvenleri, paraları ve malları onun yırtıcı pençelerinden kurtarılmalıdır. Davranışları sadece dine-imana, ahlaka-vicdana değil, yasalara da aykırıdır.
- Evet, bana göre; tam tamına böyle.
Başkomiser ortağına döndü:
- Sana göre nasıl komiser?
- Ben başlangıçta böyle düşünmüyordum ama babanın düşüncelerinin gözümü açtığını da saklamayacağım. Ben de aynı kanıdayım.
- Yani şimdi “Adamı tutuklayalım.” mı diyorsunuz?
Komiser Hayri şaşkın gözlerle başkomisere baktı:
- Tutuklayabilir miyiz ki?
Araya giren Hikmet Baba ‘nın kaşları çatıktı:
- Elbette ki; tutuklayabilirsiniz ve de tutuklamalısınız. Ama hemen burada ve bu anda değil.
Başkomiser Selim somurttu:
Başkomiser Selim somurttu:
- Baba lütfen. Bu polisin işi. Sen karışma ötesine. Tutuklama belgesi yanımızda. İmzası tamam, mühürü tamam. Boş yerlerini bir doldurdukmu sen sağ, ben selamet.
- Ben bu işin o kadar olay olacağını sanmıyorum. Adam bizim gözümüzde yalancı, istismarcı, dolandırıcı ama o kalabalığın, bu köy halkının ve o müridlerin tümünün gözünde öyle değil ki. Ermişin ellerine kelepçeyi vurduğun anda, burada olaylar çıkacağından, hatta kanlar döküleceğinden korkarım. Zira; onlara göre; o eller kutsal, o dudaklar dualı, o ayetlerle bezenmiş beden bir doğal mucize. Kelepçelemek bir yana, o ellere, o bedene parmak ucuyla bile dokunulamaz. Durum sanıldığından karışık.
Başkomiser Selim, gözlerini Hikmet Baba ‘nın iki kaşının tam ortasına kilitleyerek gözlerinin ta içine uzunca bir süre baktı ve ancak bundan sonradır ki:
- Haklısın baba. Diyebildi. Dağı-taşı polisle, jandarmayla doldurmamız gerekebilir. Ama bu bizim son yapacağımız şey olmalıdır. Biz işi daha bir ılımlı götürmeliyiz.
- Aynı kanıdayım. Onu tıpkı, kimliğine bürünmeye çalıştığı bir efendi hazretlerine yakışır incelikte, bir büyük sevgiyle, bir derin saygıyla ve olabildiğince onör verici bir biçimde bu köyden çıkarmalısınız.
Aynı kanıda birleşildi ve öyle de yapıldı.
Güçlükle inandırılan köy muhtarının ve kendisine köylü giysileri giydirilen jandarmaların yardımıyla hasta bir Ağa ‘ya şifa vermek üzere; yalvar-yakar davet edildiği bahaneleriyle efendi hazretleri, bir-iki müridiyle birlikte dergahından alınıp jandarmanın güya buyruğuna verdiği bir cipe bindirildi. Gece karanlığında götürülüp bir arka kapıdan kentteki Emniyet Müdürlüğü ‘ne sokuldu ve sorguya alındı.
Hazret tek şirretlik yapmadı ve tam bir boyunbüküşle her şeyi pekilendi.
Sorgulamada; az-boz Arapça bildiği, dindar olmadığı, namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, hacca gitmediği, zekat vermediği, Müslümanlığının sadece Kelimei Şahadet getirmekten ibaret bulunduğu, işsiz-güçsüz takımındayken askere gittiği, terhisinden sonra uzun zaman iş bulamadığı, birbirinden çileli günler geçirdiği, tüm yaşamında ilk kez gittiği plajda; yanan ciltle yanmayan cilt arasındaki değişikliğin farkına vardığı, kara bezden şeritlere ayetler yazıp bunları kırparak bedenine serip güneşlendiği, iki yardakçısıyla minderleri renklerine göre işaretlediği, ellerini amonyakla yıkamak suretiyle kızgın taşları avuçladığı, kendi kişisel şovunu yapıp şifayı Tanrı ‘ya bıraktığı, sağladığı saygınlık sayesinde torba, toprak ve sıra satma işlerine elattığı, armağanları elaltından pazarlatarak iki müridiyle varsıllaştıkları, kendisi ve bu iki müridi dışındakilerin inanmış, kandırılmış, sömürülmüş kimseler oldukları bir bir açığa çıkarıldı ve kirli çamaşırlar bir bir ortaya döküldü.
Başkomiser Selim, Komiser Hayri ve Hikmet Baba, bilmeceyi çözmekteki başarılarını birbirlerini kucaklayarak kutlarken, sahte ermiş ve iki yardakçısı polisler arasında elleri kelepçeli olarak gitmekteydiler ve efendi hazretlerinin kıpır kıpır kıpırdanan dudaklarından şu sözler dökülmekteydi:
- Foyamızı ortaya çıkaranlardan Allah razı olsun… Bizi daha fazla günaha girmekten kurtardılar.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden
101- 158 / 235
Kayıt Tarihi : 12.5.2007 13:54:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!