Uçağa İlk Biniş
Belirtiler bir ay önceden kendilerini göstermeye başlamışlardı.
Heyecanlar ve korkular Hikmet Baba ‘ya karşı tam bir elbirliği içindeydiler. Geçmişinde bir tek uçağın bile yanona-yakınına gitmemişti. Uçak konusundaki tüm bilgisi, filmlerden ve kitaplardan öğrenebildiği şeylerden ibaretti. Gerçekte, korkularının bu yarım-yamalak bilgilerinden kaynaklandığını da pek sanmıyordu. Kaynak belki derinlerde, çok derinlerde, ta çocukluk algılarındaydı. Zira; Hikmet Baba, içindeki uçağa binme korkusunun bir yükseklik korkusundan ileri geldiğini düşünüyordu. Yüksek yapılara çıktığında; yerlerin, dağlara tırmandığında; uçurumların, denize gittiğinde de; enginlerin kendisine gel gel ettiğini deneyimleriyle öğrenmişti. Korkuyu altetmenin tek yolunun, onun üstüne üstüne gitmekten geçtiğini biliyordu. Van Kalesi ‘ne, Bitlis Kalesi ‘ne, Kars Kalesi ‘ne, Şeytan Kalesi ‘ne, Ferhat ‘la Şirin Kalesi ‘ne hep bu korkunun üstüne üstüne gitmek için birçok kereler tırmanmaya çalışmışsa da, her keresinde kale bedenlerinden geri dönmek zorunda kalmıştı.
Düşüncesi bile insanın yüreğine keskin bir neşter gibi saplanan zor bir ameliyatı beklemenin kaygıları içindeydi.
Oturduğu yerde kendisini alabildiğine yükseklere çıkmış buluyor, içinin havalandığını sanıyor, tedirginlikten eli-ayağı titriyor, ivedilikle kendine gelmeye uğraşarak güvenli bir yerde bulunmanın kurtarıcılığına sığınmaya çalışıp duruyordu.
Geceleri yatamaz olmuştu. Yatağında sırtüstü ve upuzun yattığı halde, gerçeğin böyle olduğuna kendisini bir türlü inandıramıyor, gerçek benliğinin bedeninden çıkıp yükselerek tavana dayandığını sanıyor, tavandaki bu yeni yerinden, yatakta sırtüstü ve upuzun yatmakta olan bedenini görür gibi oluyordu. Giriştiği her çaba boşunaydı: Sabahlara kadar yataktaki kendisine tavandaki kendisinin gözüyle bakmaktan kurtulamıyor, herne yaparsa yapsın; tavandan inip yataktaki bedenine giremiyordu.
Korkusu çifte kavrulmuştu: Önce uçağa binmekten, sonra uçakla düşmekten korkuyordu.
Uçakla göklere tırmanınca; yeryüzünü tıpkı bir harita gibi görecek ve aşağıdaki yapılarla insanları göremeyecek olmanın düşüncesine bile katlanamıyordu.
Yediği-içtiği, uykusu-dinlencesi, gezintisi-eğlencesi tümden battal olup gitmişti.
Günleri, eski günlerine oranla daha da bir hızlı geçip gidiyor ve Hikmet Baba, onların öylesine gitmesinden, öylesine geçmesinden rahatsız oluyordu. İpe götürülmek üzere hücresinden alınmayı bekleyen idamlıklara dönmüştü. Geçen her saniye, geçen her dakika, geçen her saat ve bitip tükenen her gün, onu darağacına biraz daha yaklaştırır gibiydi. Zamanı azaldıkça içindeki o uçağa binme korkusu artmaktaydı. Herne yaparsa yapsın; bu korkunun boş bir korku olduğuna kendisini inandıramıyordu. Uçağa binme korkusu varlığının ayrılmaz bir parçası olmuştu. Uçakla uzaktan-yakından ilgili herşey içindeki korkunun anında ortaya çıkmasına ve tüm bedenini etkilemesine yol açıyordu.
Odacıyı gönderip uçak biletini aldırdığı gün kendisini idamlık bekleyen bir darağacının altında bulur gibi oldu. Çevresinde yüzleri asık, gözleri mat, giysileri simsiyah adamlar vardı ve darağacı kendisine sadece birkaç basamak yukarıdan bakmaktaydı.
O gece yemek yiyemedi, uyku uyuyamadı, sabaha kadar çay içti, sigara tüttürdü ve kendisini yiyip yiyip bitirdi.
Yüzünü-gözünü sabahın ilk ışıklarıyla yıkadı, zamanından çok önce kendisini daireye attı ve masaları yeni silmeye başlamış olan odacıya uçak biletini uzatarak onu geri vermeye gönderdi.
Biletinin parası biraz kesilmiş olarak geri geldi.
Hikmet Baba ‘daki uçağa binme korkusu, biletin geri verilmesiyle birlikte eriyip kaybolmuştu. Bu, tam darağacına çekileceği anda ölümden sıyırmak ve bitip tükenmeyecek özgürlüklere doğru kanat çırpabilmek gibi bir şeydi. Sondan bir önceki soluğa dönüş gibiydi. Yokluktan varlığa, ölümden yaşama, hastalıktan sağlığa, yaşlılıktan gençliğe, gençlikten çocukluğa geçişti. Bir bakıma; bir yeniden doğuştu.
Hikmet Baba o gün akşama kadar açlığını-susuzluğunu umursamadı. İçinde pır pır eden bir sevinç vardı ve bu sevinç çocuklardaki bayram sevincini andırmaktaydı. Yüreği göğsüne sığmıyordu. Çaylarını tıpkı çaylar gibi içti, sigarasını tıpkı sigaralar gibi tellendirdi. Sokaktan eve kolu-koltuğu dolu döndü.
Ne kadar yazıktır ki; içindeki sevinç evde önüne koyulan mercimek çorbasına ulaşamadı ve almak ilk bir-iki yudumluk çorba gerisin geri kaşığından tabağına döküldü.
Otobüsle iki-üç gün kadar çekecek olan yolculuğa dayanamamak düşüncesi, çocukluk sevincini çoktan gölgelemişti bile.
Al sana, adına henüz “Garaj” denen bakımsız, pis, soğuk ve karanlık bir otogar. Al sana, özensiz giyimli, yarıyarıya sarhoş bir insan kalabalığıyla çuvallardan, sepetlerden, heybelerden, bohçalardan ve hantal tahta bavullardan oluşmuş bir döküntüler yığını. Al sana, gerçeği hiçbir zaman yansıtmadığı için hiçbir önemi olmayan bir hareket saati. Al sana, beklemeler, beklemeler, beklemeler. Caymayasın da, ne haltedesin, saatinde kalkmasını bile bilmeyen cibilliyetsiz otobüsten?
Uçağa binmekten korkmaya ne gerek vardı ki? Dünya-alem Tanrı ‘nın her günü uçaklarla yolculuk yapmıyor muydu? Karayollarında vukubulan kazalar, havayollarındaki kazaları kat ve kat aşmıyor muydu?
Yapıyordu, yapmaz olur muydu? Aşıyordu, aşmaz olur muydu? Ama karayollarında yolculuk yapanlar her kazada tümden canvermiyorlardı, durum havayollarındaki kazalarda öyle miydi ya?
Yam-Yam dede küçücük torununa havadaki uçağı gösterip de ne demişti? “Sen onun dış görünüşüne bakıp aldanma: Kabuğu biraz serttir ama içi öyle tatlı ki.”
Ortada bir denizyoluyla gitme olanağı bulunmadığına ve karayoluyla gitmeyi de sineye çekemediğine göre, uçaktan başka neyle gidebilecekti ki?
Menziline uçakla gitmeye yeniden karar vermek zorunda kaldığı anda, tedirginlikleri de yeniden ortaya çıkmıştı. Görünürlerde henüz bir uçak, bir bilet yoktu ama korku yerli yerindeydi. Zira; korku bilete ve uçağa değil, bunların çağrıştırdığı kavrama bağlıydı. Kavram varsa; korku da vardı.
Hikmet Baba, zorunlulukların korkudan önce geldiğinin bilincindeydi. Evet, öyleydi: Zorunluluklar korkudan öncelikli, korkudan üstün, korkudan güçlüydü.
Bu yüzden olmalıydı ki; Hikmet Baba, ertesi gün, odacısını yeniden uçak bileti almaya gönderdi.
Odacı korku dolu bir biletle geri dönmüştü. Çünkü; Hikmet Baba açısından uçak bileti ile korku birbirlerinin birer tamamlayıcı parçasıydılar. Biletin korkudan başka parçası bulunmadığı halde, korkunun uçak biletinden öte parçaları da vardı. Bunlar; tedirginlikler, isteksizlikler, iştahsızlıklar, umarsızlıklar, rahatsızlıklar ve güvensizliklerdi.
Hikmet Baba korkunun ilginç bir olgu olduğunu düşünmekteydi. Ona göre; korku tüm değer yargılarını, tüm duyguları değiştiriyor, dildeki sansürü kaldırıyor, mevcut gücü çözüyor ve varlığın varolma istemini tüm obir istemlerin önüne geçiriyordu. Renkler, sesler, tadlar, nicelik ve nitelikler korkunun olduğu yerde başka, olmadığı yerde başkaydı. Korku büyüdükçe etkisi de büyüyordu. Korkan, korkuya karşı kendini savunmak zorunda kalınca; özgüvenini de sıfırlamaya kadar gidiyordu. Kendini koruma güdüsüyle ve çevresine bir duvar çekerek kendini yalıtıyor, ya da koşup uykuya sığınıyordu. Oysa; bu türden bir kurtuluş, varlığı, korkulan karşısında daha bir savunmasız bırakıyor ve varlığın varlığını daha bir tehlikeye sokuyordu. Zira; varlığın varolabilmesi için korkunun da varolması gerekiyordu. Gül bunun için dikenleniyor, tavşan bunun için rüzgarla yarışabilecek ölçüde iyi bir koşucu olmak zorunda kalıyor, kaplumbağa bunun için ağır bir kabuğun hamallığına yaşam boyu katlanıyordu. Ve bu yüzdendir ki; “Ben hiçbir şeyden korkmam.” diyenlere inanmamak gerekiyordu. Çünkü; yanabilecek nitelikte yaratılmış olanın yanmaktan, donabilecek nitelikte yaratılmış olanın donmaktan, boğulabilecek nitelikte yaratılmış olanın boğulmaktan ve ölebilecek nitelikte yaratılmış olanın da ölmekten korkmaması olası değildi. Meğer ki; öyle söyleyenin kafasında bir tahtası eksik ve o söylem de bu eksik tahta yüzünden söylenmemiş olsun.
Hikmet Baba önü-sonu gelmeyen tedirginlikler içindeydi. Aldırmış olduğu uçak bileti, her an cebinde patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Onu hiçbir davranışının, hiçbir düşüncesinin içinden çıkarıp atamıyordu. O artık her şeyiydi ve her şeyinden de öncelikliydi.
Cebindeki bombayı, yıpranan sinirlerinin en ince noktasında kaldırıp attı: Bedeli eksiğinden de eksiğine pekilenilmek üzere uçak biletini yeniden geri gönderdi. Eh, işte bu kurtuluştu. Çünkü; ancak ertesi gün akşamüzeri binmek koşuluyla otobüsle yola çıkarsa; menziline elifi elifine kavuşabilirdi.
Odacı bir süre sonra bir kere daha geri geldi ve kesile-kırpıla kuşa dönmüş olan bilet parasını geri verdi.
O gece Hikmet Baba ‘yı bir uzun otobüs yolculuğunun sıkıntıları bastı. Bu sıkıntının uçağa binme korkusundan hiç de geri kalır yanı yoktu. Sıradan bir koltuğa bağlanıp kalmak, tanımadığı birinin yanında oturmaya katlanmak, el-alemin akılsız ve anlamsız sorgulamalarını göğüslemek, susayınca bir plastik poşete bir plastik çubuk saplayarak susuzluğunu gidermeye çalışmak, saatlerce sigara içememek, ancak sürücünün keyfi geldiğinde tuvalete çıkabilmek, sigara yerine ikame edilmesi gereken abur-cuburu atıştırmak, başka gereksinimlerinin giderilmesini ve cangüvenliğini tanımadığı-bilmediği bir şoförün aklına-eline-insafına bırakmak ve daha bir yığın tutarsızlığı sineye çekmek, kolay dayanılır sıkıntılardan değildi. Birçokları, bunlardan sadece birisi yüzünden bile, bitmesine ramak kalmış bir yolculuğu seve seve bırakmıyor muydu?
Ne yapılabilirdi, ne edilebilirdi? Doluya koydukları almıyor, boşa koydukları dolmuyordu. Var var olduğu yerlerde yok yok olmuştu. Bir ucu korkuya, bir ucu sıkıntıya çıkan bir uzun yolda bir o yana, bir bu yana gidip gidip geliyordu. Gerçekte, ikisi de bir göründükleri halde, sıkıntıdan kaçtıkça korkuya yaklaştığını, korkudan çekindikçe sıkıntıya yürüdüğünü seziyor, kavrıyordu.. Korkusu sıkıntısı ve sıkıntısı korkusuydu.
Hikmet Baba ‘nın, yakasını elinden bir türlü çekip kurtaramadığı bu karabasan ertesi güne kadar beynini yedi bitirdi ve sonunda kararı zamanın kendisi verdi.
Artakalan zaman, menziline artık vaktinde yetişmesine yetmeyecek kadar azdı ve bu azlık onun karşısına şimdi bir zorunluluk olarak çıkmaktaydı. Zorunluluk onu uçağa binme korkusuna doğru itip sıkıştırmıştı. Bundan artık kurtulma olanağı da yoktu ve Hikmet Baba, kendisini kaldırıp içinde erimiş metal kaynayan bir kazana atmak üzereydi.
Geriye her verilişinde kesile-eksile kuşa dönen bilet parası yeniden tamamlandı, odacı yeniden gönderildi. Üstüne üstlük bu kere bunlar da yetmedi ve araya bazı sözü-dileği geri çevrilmez kimseler sokuldu ve bir kere daha geri verilmesine olanak kalmayan uçak bileti aldırıldı.
Geriye sayma başlamıştı.
Hikmet Baba artık kendisini darağacına götürmeye gelecek yüzleri asık, gözleri mat, giysileri simsiyah ecel tayfasını bekleyen bir idamlık saymaktaydı. O tayfa önünde-sonunda gelecek, kendisini hücresinde korkudan faltaşı kadar açılmış gözlerle bulacak, ağzı-dili tutulmuş bir biçimde çekip alacak ve göstermelik üzüntüler içinde darağacındaki yağlı ipe götürecekti.
Zaman derin tedirginlikler içinde eridikçe erimeye, tükendikçe tükenmeye ve beklenen son adım adım, soluk soluk yaklaşmaya başlamıştı.
Hikmet Baba, eşinin hazırlamakta olduğu valize, kendisinin olmayan bir valizmiş gibi bakmaktaydı. Hazırlıkların kendi hazırlıkları olduklarını bir türlü pekilenmek istemiyordu. Karısı sanki ilk kez kendisine bir düşmanlık yapıyor gibiydi. Eskisiyle değiştirmesi için eline uzatılan bembeyaz, tertemiz, gül kokan içgömlek bir içgömlekten daha çok bir kefeni andırmaktaydı. Yola çıkmadan önce atıştırması için önüne koyulan yemeğe gözucuyla bile bakmaya çekiniyordu. Yapılmasını istediği bir şey bulunup bulunmadığını soran karısını, kendisinden son dileğini öğrenmek isteyen infaz savcısının yerine koyma eğilimindeydi. Zamanı durmaksızın akıyor ve geçen her saniye sanki onu ölümüne doğru itiyordu.
Terminale ve terminalden havaalanına nasıl gittiğini hiç bilemedi.
Havaalanının temiz ve geniş salonlarındaki mekanik bir kadın sesi, yolculara, uçuş kartı almaları gerektiğini anımsatmaktaydı. Salonun piste bakan büyük pencerelerinin ötesinde bir uçak duruyordu. Arabalı-arabasız birileri bu uçağın bazı işlerini tamamlama peşindeydiler.
Hikmet Baba, salonlarda şuraya-buraya gezinenlerin yüzlerinde kendi tanıdık tedirginliklerini arıyor, sonra onları bırakıp bırakıp tüm yaşamında ilk kere olarak o denli yakından görebildiği uçağa bakıyordu. Uçağın dizi dizi pencereleri vardı ve görkemli kuş, pistin üstüne öndeki iki büyük, arkadaki bir küçük tekerleğiyle ve göstermelik bir güvenle oturmuştu. Güneş iri kanatlarının gölgelerini öylece yerlere sermekteydi. Hikmet Baba, tüm aramalarına rağmen uçağın pervanelerini bulamadı, göremedi. Bir büyük merdiveni iten bazı adamlar onu uçağın önündeki açık kapıya yaslamışlardı. Uçağın arkasında bir rengarenk valiz kuyruğu göze çarpmaktaydı.
Aklın-mantığın pekilenebileceği iş miydi? Bu uçak bir yığın yolcuyla ve bir yığın valizle nasıl olup da yerden kalkacak, nasıl olup da havalanacak, nasıl olup da boşlukta durabilecek ve nasıl olup da yol alabilecekti?
Hikmet Baba bileti de, yolculuğu da, kısa yolculuğun sağlayacağı avantajları da bir yana fırlatıp atacak ve başını alıp havaalanından kaçacak durumdaydı. Fakat hoparlörlerden yükselen mekanik çağrılar buna fırsat bırakmadığından içinden geçenleri gerçekleştiremiyordu.
- Sayın yolcularımız… YK 804 sefer sayılı uçağımızla yolculuk yapacak olanların 3 numaralı çıkış kapısına gitmeleri rica olunur.
Hikmet Baba, kalabalığın yöneltmesiyle geniş salondan daracık bir koridora girince, kadınların bir kola, erkeklerin bir kola ayrıldıklarını gördü ve bir-iki sendeleyişten sonra kendisini bir polisin önünde buldu. Çantası ve üstü-başı özenle arandı. Sonra, kendisinden önce aranmış olanların arasına katılarak yeni bir salona ayak bastı. Kalabalık, salonun piste açılan kapısıyla geniş pencerelerinin önlerine yığılmıştı. Her kafadan bir ses gelmekteydi. Göze çarpan en belirgin şey; herkesin büyük bir ivedilik içinde bulunmalarıydı.
- Bizi getirip butaya tıktıklarına kulak asma anam-babam. Bunlar bu uçağı da ertelerler.
- Ertelemeye beyler borçlu, uçuşu iptal etmesinler de.
- E o kadarını da yapamazlar yani.
- Neden yapamıyorlarmış?
- Uçak alanda, görmüyor musun?
- Biz iptal edilmiş ne uçuşlar gördük, uçak alanda öyle hazır beklerken.
- Hayırlısıyla şu kapıları bir açsalar artık.
Hikmet Baba, düşüncelerinin ve korkularının en karanlık labirentlerindeydi. İste misin Azrail, bu birbirini tanıyan-tanımayan ve kimbilir nerelerden nerelerden toplanıp da gelmiş olan insanları bir ve aynı uçuşta halletmeye hazırlanıyor olsundu? Bu ivedilik ölümle bir an önce sarmaş-dolaş olmanın ivediliği de olamaz mıydı? Yoksa salon vadesi gelmiş insanlarla mı doluydu? Bunların tümü, salt bu uçakta bir araya gelebilmek için, kimbilir ne bir bahaneleri icat ede ede, kimbilir ne bir olmayacak koşulları zorlaya zorlaya, kimbilir ne bir kapalı kapıları aça aça gelip buraya toplanmışlardı. Bazan benzerine rastlanmadığı gibi; zamanında kavuşamayıp uçağa binemeyen ve binemediği için üzüle üzüle bir hal olan bir yolcu kurtulacak da, kendisi gibi zamanında kavuşup da binenler alıp başlarını gidecekler miydi yoksa? “Yoksa” sı fazlaydı ve bal gibi de olabilirdi. Azrail bir bilgili, bir kültürlü, bir görmüş-geçirmiş, bir kıdemli Azrail ‘di. Repertuarı metodlarla doluydu ve metodlarının sayısını bir Tanrı, bir de kendisi bilirdi. O hiçbir zaman eskiye ve alışılmışa saplanıp kalmaz, yeniliği ve alışılmamışlığı severdi. Çağlar ve koşullar değiştikçe; O da metodlarını geliştirir, değiştirir, yenilerdi. İlkel çağlarda birinin ipini çekmek için kendisini eşekten düşürmeyi yeterli görürdü ama modern çağda birilerini nallamak için, önce onları televizyon anteni düzeltme bahanesiyle damlara-çatılara çıkarıyor, sonra da ellerini oracıklardan geçen ve yüksek voltaj taşıyan elektrik tellerine değdirtiyordu. Geçmişte, ortak vadeli kalabalıkları yıktığı damların-duvarların altında bırakmakla yetinirken şimdilerde ve bazan işte böyle topluca uçak yolculuklarına pekilendiriyordu.
Belki de bu ivedilik, O ‘nunla bir an önce buluşabilmenin ivediliğiydi ve bahanesi de, vaktin nakit olduğuydu. Kalabalık, kırk-elli dakikada gidilebilecek bir aynı yolculuk için, eskiden “Gidip de gelememek, gelip de görememek var.” diyerek aylarca taban teptiğini unutmuş gibiydi. Gerçekte; bu ülkede hiç kimsenin elifi elifine ulaşması gereken önemli hiçbir işi yoktu. Ve birilerinden önce menzile gidebilmiş olan bir başka birileri, çok çok, biraz daha fazla dedikodu yapabilme zamanı buluyorlardı, tümü de o kadardı işte.
Piste bakan çift kanatlı kapının ardına kadar açılması Hikmet Baba ‘yı daldığı düşüncelerden çekti çıkardı. Obir yolcular gibi o da elindeki uçuş kartını kapı pervazına dayalı adama verdi ve piste ayak bastı.
Pistte uçağa doğru zorlu bir koşu başlamıştı. Bu koşu Hikmet Baba ‘yı şaşırtmaktaydı. Acaba, önde giden yerin iyisini mi kapacak, arkada kalan yer-mer mi bulamayacak veya kalabileni mi pekilenecekti? Bu durum ona hiç de sıcak gelmiyordu: Ölüme giden yerin-koltuğun iyisi-kötüsü mü olurdu?
Uçağın kuyruktaki kapısında bir merdiven vardı ve bu merdivenin dibindeki bir adam, yolcuları tek tek sorgu-suale tuttuktan sonra elindeki beyaz tebeşirle oracıkta kuyruğa sokulmuş valizlere çarpı işaretleri koymaktaydı:
- Lütfen herkes valizini göstersin, yoksa; kendisi gider, valizi kalır.
Hikmet Baba merdiven başında duran bir hostesin yanından geçip içeriye girdiğinde, kendisini bir yolcu otobüsüne girmiş zannetti. İçeride insana güven veren bir ciddiyet ve müzik mevcuttu. Müzik sanki her şeyin yolunda gittiğini kanıtlar gibiydi. Buna rağmen, o bile Hikmet Baba ‘nın korkusunu ortadan kaldırmaya yetmiyordu. İşin nereye varacağını bilmediğinden olmalı ki; pencerelerden birinin yanında bulabildiği boş bir koltuğa oturdu. Daha doğrusu; oturmayıp koltuğa şöyle bir ilişti. Sonra, arkadan gelenlerin yanındaki-yöresindeki koltukları doldurduklarını gördü.
Pencereden, az altındaki tertemiz pisti, pistte dolaşıp duran adamları ve işleyen bazı lastik tekerlekli araçları görebilmekteydi. Yanında oturanlardan ikisi, havaalanında tükenmemiş gülüşmeler içersindeydiler:
- Oraya ulaşabilecek miyiz dersin lan Vehbi?
- Valla arkadaş, eğer düşmezse; bu uçak kırk-kırkbeş dakika sonra oradadır.
- Acaba düşer mi?
- Neden düşmesin? Uçaklar düşmek içindir torunum. Bizim kanımız şimdiye dek düşmüş olanların kanlarından daha mı kırmızı? Uçak bunun burası. Zaten bir düştümü, beni böylece anama götürün. Tümümüze Allah gani gani rahmet eylesin. Bir sepet yumurta nasıl düşüp kırılırsa işte aynı öyle.
- Hiç farkı yok mu lan?
- Olmaz olur mu? Var: Yumurtanın akı-sarısı akar, insanın da kanı.
- Sende ne arıyor ki kanın aksın, kansız.
- Babandır.
İçindeki o amansız korkuyu müziğin yarattığı güvene bağlamaya çalışan Hikmet Baba, ayaklarını bastığı döşemenin nasıl da sağlam ve oturduğu koltuğun nasıl da rahat olduğunu düşünmekte, tüm yaşamında içini ilk kez gördüğü uçağın dizi dizi pencerelerine göz gezdirmekte, gülümseyen yüzlerle gelip gelip geçen hosteslere bakıp durmaktaydı.
Derken, ilerde ve yüksekte “Sigaralarınızı lütfen söndürünüz ve kemerlerinizi lütfen bağlayınız.” sözcüklerini gösteren ışıklı bir yazı göründü. Hemen arkasından hostesler, sigaralarını söndürmemiş bir-iki kişiyi uyardılar.
Hikmet Baba kemerin ne olduğunu ve nasıl bağlanacağını bilmiyordu.Yanındakileri yansılayarak bağlamaya çalıştıysa da beceremedi. Sonunda bir hostesin yardımına sığınmak zorunda kaldı. Sonra yanındaki yolcuya sordu:
- Havalandık mı acaba?
- Havalanmadık. Henüz pistteyiz ve ben havalanabileceğimizi de pek sanmıyorum.
- Neden?
- Uçağın kapıları henüz açık da ondan.
- Kapılar niçin açık?
- Niçinini biliyoruz artık: Etkin yolculardan gecikenler vardır.
- Ben uçaklarda gecikme olmaz sanırdım.
- Sen yine öyle san.
Bir süre sonra kapılar kapandı ve uçak, önce bir otobüs gibi ilerlemeye başladı ve sonra pistin ortalarına yakın biryerlerde durdu.
Yolcular öfkelenmeye başlamışlardı:
- Yahu neden durdu yine bu uçak?
- Gecikmiş bir-iki yolcusunu bekliyordur.
- İyi ama saati-maati yok mudur bunun?
- Geciken yolcu etkin odlumu saat-maat vızgelir.
- E gelsin bari, kimse bu etkin yolcu.
- Öfkelenmeyin canım; adam belki yatağından bile kalkmamıştır. Dar dünyada bir uykusunu da almasın mı yani? Uyanır uyanmaz gelecek işte. Yaz var, kış var, ivedilik ne iş var?
- Biz bu durumu şu hosteslerden bir sorsak arkadaş.
- Bulabilsek de sorsak. Hanfendiler topluca pilot kabinine girip perdeyi çekiverdiler bile, görmedin mi?
- İyi ama pilotla ne konuşur bunlar, daha uçuşun başında?
- Bence bu uçak arızalıdır ve kaptan hosteslere, durumu yolculara belli etmeme öğütleri veriyordur.
- Sakatsa servisten alsınlar birader. Herkes canını düzde mi bulmuş?
- Sen nice biryılların “Patlıcan” larına “Can” mı diyorsun Tanrı aşkına?
Yolculardan birkaçı başlarındaki zillerin düğmelerine uzun uzun bastılar fakat hosteslerden gelen-giden olmadı. Zaten fazla çalmaya da gerek kalmadan uçak ilerlemeye koyuldu.
- Herhalde artık gidiyoruz. Haydi yolumuz açık olsun.
- Sabır selamet, sür ‘at felaket Pilot Hallo da Allah ‘a emanet.
Hikmet Baba, motor vınlamalarının vızıltıya dönüştüğünü, pistin küçücük pencerelerden gerilere doğru aktığını, ansızın her şeyin aşağılarda aşağılarda kaldığını, tarlaların pencerelerde haritalaştığını fark etti ve kulaklarının tıkandığını sezinleyerek ellerinin tüm güçleriyle koltuğunun kolluklarına yapıştı.
Pencereden bakmaya korkuyor, kıpırdanmaya korkuyor, soluk almaya korkuyordu. Kendisine, ön koltuklarda oturanlar yukarıya kalkmış, bedeni de onlardan aşağıda kalmış gibi gelmekteydi. Pencere yanında yer bulmanın kendisi için bir avantaj olmadığını, tam tersine bir dezavantaj olduğunu yeni yeni kavrıyordu.
Birdenbire uçağın altından gelen zorlu bir takırtı duydu, sonra yanındaki yolcunun mırıldandığını işitti:
- Seninki iniş takımlarını yani tekerleklerini topladı.
Takırtının alışılagelmiş bir takırtı olduğunu anlayıncaya kadar, Hikmet Baba ‘nın çektiği kendisine yetmişti. Bunu içinden “Kan süzme” olarak tanımlamaktaydı. Işıklı uyarı yazısı söndüğü, yolcular sigaralarını yaktığı ve kemerlerini bile açtığı halde, o ne kemerini açabildi ne de sigarasını yakabildi.
Moleküllerine, atomlarına kadar korkuyordu.
İşte artık havadaydı ve yolculuk sırasında her şeyin elifi elifine gitmesine dualar ediyordu. Bir küçük vidanın bile yerinden fırlamasının ölüm demek olacağının bilincindeydi. Motorların yolculuk sırasında hiç susmamasını, hiç durmamasını istiyordu. Ayakları altındaki döşemenin ve kolluklarına sımsıkı yapıştığı koltuğun o sağlam görünüşlerinin altında hain bir çürüklüğün yattığını çok iyi biliyordu.
Arkasında, yerine bir türlü sığamadığı anlaşılan bir yolcu oturmaktaydı. Adam ikide bir depreniyor, dizlerini ikide bir koltuğunun incecik arkalığına bastırıyor, ikide bir dizlerinin yerlerini değiştiriyor, ikide bir kendisini itiyor, ikide bir gevşetiyor ve ikide bir sıkıştırıyordu.
Arkadaki yolcunun bu can sıkıcı davranışları Hikmet Baba ‘nın yüreğini ağzına getirmişti. O bitip tükenmeyen deprenişleriyle adam belki de uçağın dengesini bozacak, belki de bir şu kadar yolcunun kanına girecekti. Olanları pekilenemeyerek onu uyarmak ve yerinde rahat durmasını söylemek istediyse de; geriye dönmesinin dengesizli artıracağı korkusuyla bunu yapamadı.
Sıkıntısını ve korkusunu üstünden atmaya bile kalmadan, yanındaki yolcunun yerinden kalktığını ve tuvalete gideceğini söyleyip uçağın arkasına doğru yürüdüğünü gördü. Ve bunu görünce de, başından aşağı kaynar sular dökülmeye başladı.
Şu toplumda ne kadar densiz, ne kadar ipe-sapa gelmez kimseler vardı. Yani şu adam, altı-üstü bir saat sürecek bir yolculukta tuvalete gitmeyiverse kıyamet mi kopardı? Ya da, uçağa binmeden önce o gereksinimini giderse; etinden et, canından can mı keserlerdi? Hikmet Baba, öylesi densizliklerin örneklerine otobüs yolculukları sırasında çok rastlamıştı. Yola çıkmadan önce yeterince zamanları olduğu halde, su içmeyi akıllarından bile geçirmeyenler, otobüs yola çıkar çıkmaz hostesten veya şoför yardımcısından sular istemeye başlarlardı. Birisi su istemeye görsün; yolcuların tümü su isterlerdi. Öylelerini tek bir şişe sesi bile harekete geçirirdi. Hikmet Baba, bu tür davranışların gerçek bir gereksinimden kaynaklanmadığını, altlarında çıkar duygularının yattığını çok iyi bilmekteydi. Zira; dışarıda su paralı, tuvalet paralı, içeride ise hiç olmazsa su parasızdı. Taşıyıcı, yolculuk sırasında yolcularına perma yapmayı yüklense; Hikmet Baba, kel yolcuların bile kendilerine perma yapılmasını isteyeceklerinden emindi. Toplum aynı toplum olduğuna göre; bunun uçakta da böyle olması kaçınılmazdı.
Yolcu kabininde dalgalanan metalik bir ses, kendisinin kaptan pilotları olduğunu belirttikten sonra, bir şeyler bir şeyler söylediyse de; onlardan Hikmet Baba ‘nın kulaklarında kalan sadece ellibin fit yüksekte bulundukları oldu. Korkular yüzünden bunun ne kadar metre yaptığını bulup çıkaramadı ama rakam olarak ellibinin çok etkisinde kaldı. Çünkü; o kadar yukarıda uçtuklarına inanmak bile istemiyordu.
Bir hostesin tekerlekli bir servis sehpasını iterek yürüdüğünü gözünün ucuyla gördüğünde, eşi-benzeri bulunmayan bir şaşkınlığa düştü. Bu onun denge konusundaki ufkunu az da olsa genişletmişti. Arkasındaki koltuğa hala daha yerleşemeyen ve yerleşemediği için de kendisini sürekli olarak rahatsız eden yolcuya eskisi kadar kızamaz olmuştu. Yine de, bu yeni güven duygusunu o belalı korkusuna pek de pekilendiremedi. Biraz da, bu yüzdendir ki; hostes kendisine servis yapmak isterken hizmeti daha ilk anda geri çevirmek zorunda kaldı. Fakat bunu jestleriyle değil, mimikleriyle gerçekleştirmeye çalışmaktaydı. Sadece kaşlarını yukarı yukarı kaldırmak suretiyle, hostesten dengeyi bozmamasından başka ihsan istemediğini belirtmeye çabalıyordu. Hostes onun aşağı-yukarı oynayan kaşlarından herhangi bir anlam çıkaramadıysa da; durumu gören yakın yolcular, gereken anlamı çıkarmakta hiç de geri kalmadılar. Ve hostes fazla üstelemeyip tekerlekli sehpasını sürerek geçip gitti.
Hikmet Baba, tüm yaşamında daha ilk kere olarak bir gürültünün sürüp gitmesini, kesilmemesini, susmamasını, durmamasını arzulamaktaydı. Zira; motor seslerinin kesilmesinin kulaklara yararı olmakla birlikte, yaşama zararı vardı ve öylesine bir zarara uğramamak için böylesine bir yarar milyonlarca kere feda edilebilirdi.
Etine, kemiklerine, iliklerine kadar korkuyordu. Korkudan felç olmak üzereydi. Sahip olduğu tüm fizikgüç, bedeninin her bir yanından çekilmiş, gelip sadece ellerine toplanmış ve elleri tıpkı birer çelik pençe gibi koltuğunun kolluklarını kavramıştı. Sanki uçak düşerse; o düşmeyecekmiş gibiydi.
Ayaklarını yere sağlam sağlam basmanın, yerde sağlam sağlam yürümenin ve yürürken ölmeyeceğini kesinlikle bilmenin ne kadar büyük bir mutluluk olduğunun bilincine yeni yeni varmaktaydı.
Uçağın içi kararıp kararıp aydınlanmaya başlamıştı. Hikmet Baba istim üstündeydi. Birisi bir tek çığlık koparsa; onun nağralar atacağı kesindi. Bir yanı, iki yanı değil, tüm bedeni tüm atomlarına kadar alarmdaydı. Her an, bir şeylerin yolunda gitmediğini duymaya hazırdı. Kaskatı bedenine demirlemiş gözlerini bir ara pencereye doğru çevirmesi ve yine aynı hızla geri alıp eski yerlerine demirlemesi bir oldu. Uçağın bembeyaz kar yığınları arasından geçtiğini sanması onu yeni bir şaşkınlığa düşürmüştü.
Uçağın içinde metalik bir kadın sesi vardı:
- Sayın yolcularımız, iniş için alçalmaya başlamış bulunuyoruz. Lütfen sigaralarınızı söndürüp kemerlerinizi bağlayınız. Bu yolculukta bizi seçtiğiniz için teşekkürler ederiz.
Darağacındaki yağlı ipten sıyırmak işte bu olmalıydı. Ancak, bu ipten sıyırma tam bir ipten sıyırmaya da pek benzemiyordu. Zira; ikide bir uçağın altından tehlikeli ve korkutucu takırtı-tukurtular gelmekte, araç taşlı bir tarladan geçiyormuşçasına sarsılıp sarsılıp kekelemekte, içi ikide bir havalanmaktaydı.
Bir ara eskilere de benzemeyen güçlü bir takırtı duyuldu. Yanındaki yolcu, anında takırtıları değerlendirmeye başlamıştı bile:
- Haydi geçmişler olsun. İniş takımlarını açtı uçak.
Piste sürtünen tekerleklerin sesi yolcu kabininden duyulmakta ve sezilmekteydi. Uçak yerdeydi ve tıpkı bir otobüs gibi kayarak gitmeye koyulmuştu. Aracın tümden durmasını bile beklemeden ayağa kalkmak isteyen yolcuların açılan kemer sesleri birbirini izliyordu.
- Yere indik mi şimdi biz?
- İndik indik. Yerdeyiz.
Hikmet Baba ilk kez en küçük bir korku bile duymadan yanındaki pencereden dışarı baktı. Dışarıda yapılar ve insanlar vardı ve tümü de kendisiyle aynı hizadaydı.
İçini tıkabasa doldurmuş olan korku, önce bedeninin atomlarından ve moleküllerinden, sonra da tüm gövdesinden çekilmişti. Ve Hikmet Baba, kirlenmiş bir gömlek gibi başından, sırtından ve kollarından çıkarıp uçağın kullanılmış koltuklarına attı.
Vermek istediği hizmeti, sadece kaşlarını oynatarak geri çevirebildiği hostesle uçağın açık kapısı önünde bir kere daha karşılaştı ve kendisinden önce geçip giden yolcuları yansılayarak ona iyi günler diledi.
Uçağın açık kapısına dayalı korunaklı merdivenin başında sanki, uçağa binmekten ödü kopan bir Hikmet Baba yoktu. İran ‘ın fethinden dönmekte olan bir Büyük İskender vardı. Havaalanındaki yüksek yapılara ve iyi giyimli insanlara ta tepelerden bakmaktaydı. O andaki en büyük dileği; şu insan kalabalığının arasında hiç olmazsa; kendisini bilen-tanıyan bir tek insanın bulunması ve onu uçaktan inerken tek bir kerecik görmesiydi. Bunu ki; çok çok çok istiyordu: Botu muydu? Hikmet Baba uçaktan iniyordu.
Basamakları çok büyük bir çalımla ve o güne kadar asla sahip olamadığı bir kendinegüvenle indi, pisti gururla geçti ve gelen yolculara özgü salona büyük bir kendinibeğenmişlikle girdi.
Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kendi kendine söylenip durmaktaydı:
- Ben uçağa yine bineceğim.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden >77 – 100 / 235 (4))
Kayıt Tarihi : 21.4.2007 21:34:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/04/21/ilkler-25-hikmet-baba-nin-ilkleri-4.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!