İlkler-23 (Hikmet Baba 'nın ilkleri - 2)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-23 (Hikmet Baba 'nın ilkleri - 2)

Bir Arıyla İlk Dostluk

Pınar, tozlu-tozaklı yolun geçtiği yumuşak bir tepenin eşiğindeydi.
Hikmet Baba elden düşme arabasını yoldan çıkarıp pınarın önüne çekti. Kontak kapattı, arabayı el freniyle sağlama aldı ve külüstürden indi.
Tepe başka tepeler gibi değildi. Bir baştan başa güzellikler tepesiydi, bir zümrütler tepesiydi, bir yeşil kokan esintiler tepesiydi. Pınar kestane ve çınar ağaçlarıyla cömertçe kuşatılmıştı ve sabah güneşinin serin ışıkları dallarla yapraklar arasından süzülüp parlak sarı lülelerden taş yalaklara akan soğuk sularla yıkanmaktaydı. Çınarlar-kestaneler yaşlı yaşlı, dallar-yapraklar körpe körpe ve yeşil yeşildi. Tepe bir baştan bir başa çayırlarını, çimenlerini, otlarını, çiçeklerini kuşanmıştı. Güneşin, havanın, suyun ve rengin cana getirdiği kuşlar daldan dala sıçrıyor, ağaçtan ağaca uçuyor, körpe cıvıltılar güneşe uzanan yeşil yapraklara yaşama sevinci veriyordu.
Parlak lülelerden akan duru sular bir taş yalaktan bir ikinci taş yalağa, ondan bir üçüncü taş yalağa ve oradan da dışarıya akmakta, aklı-karalı taşları, bembeyaz çakılları yalamakta, altındaki taşların, çakılların pürüzsüz sırlarını ortaya koyup tozlu-tozaklı yolun biryerlerinden aşağı akıp gitmekteydi.
Pınardan ötesi gecekondular içindeydi. Beyaz badanalı evler, yeşilliklere cömertçe serpilmiş papatyaları andırıyordu. Ta aşağılarda bulunması gereken kentin varlığından ses-seda yoktu ve gecekondular serin sabah rüzgarına yeni yeni göz açmaktaydılar.
Hikmet Baba, yanmakta olan sigarasını, yanan ucu boşta kalmak üzere, pınarın taşlarından birinin üzerine bıraktı. Elden düşme arabanın ön ve arka kapılarını ardarda açıp geriye dayadı. Ön paspaslarla arka paspası alıp su dolu taş yalakların içine attı. Pınarın taşlarına uzanarak sigarasını dudaklarına götürdü, derin bir soluk çektikten sonra yeniden yerine bıraktı. Dumanı havaya üfleye üfleye bagaj kapısını yukarı kaldırdı. Temizlik kovasını, saplı fırçasını, deterjanını, silme ve kurulama bezlerini, süngerlerini çıkarıp yalaklara taşıdı. Plastik kovayı lülelerden birinin önüne yerleştirdi ve uzanıp arabanın sileceklerini kaldırdı.
Sigarasını alıp yeniden soluklarken gözleri lüleden kovaya akan arı ve duru sudaydı. Kovayı doldurduktan sonra taşarak taş yalağa berrak berrak dökülen, dökülürken yalağın taşlarına vuran ve vurdukça güneş altında rengarenk zerrecikler halinde uçuşan sular duru, aydınlık ve şırıltılı türküler söylüyorlardı. Türkülü suların üstünde aydınlık bir sabahın körpe serinliği vardı.
Hikmet Baba, sulardan bakışlarını, sulardan düşüncelerini bir türlü alamıyordu:
Su neden paralı, hava neden paralı olsundu? İnsanın en doğal içeceği su, en doğal gıdası hava değil miydi? Kendi mülkü kullanılırken ve kendi mülkünden hoyratça yararlanılırken Tanrı kimselerden para mı istiyordu ki; insan, kendinin olmayan şeylerin kullanılmasından para bekliyordu? İnsanın bir şey üzerinde hak iddiasında bulunabilmesi için onu kendisinin üretmiş olması gerekmez miydi? Tanrı ‘nın ustaca yaratıp cömertçe bağışladığını şişelere, damacanalara, kırbalara, şu veya bu kablara doldurmak üretim miydi? Yaratan ‘dan alınıp yaratılana verilen su neden paraya dayandırılabiliyordu? Can vermekte olan yoksul, son soluğunda kuru dudaklarına damlatılacak bir damla sudan, parası olmadığı için yoksun mu kalacaktı? Dağları-tepeleri, bağları-bahçeleri, düzleri-bayırları, kentleri-ilçeleri, köyleri-kasabaları, alanları-mesireleri, caddeleri-sokakları bir sular ülkesi, bir sular cenneti haline getirmiş olan, her kubbesinde, her kemerinde, her sütununda, her taşında, her lülesinde san ‘atın soluklandığı pınarları kim yerinden oynatmıştı, kimler yerlerinde yeller estirmeye başlamıştı, kimler onların kapılarına paslı kilitler vurmuştu, kimler onları gün ışığına özlemli zindanlara kapatmıştı? Kimler suları kurutmuştu? “Biz özünce can ola her şeyi sudan yarattık.” Denmemiş miydi? Yaşamın kaynağını yaşama kim yasaklamıştı? Kim ona ne hakla sınırlar koymuştu? Bir ülkede suyun parasız olması, olamadığı hallerde; paralı suların yanında parasız suların da bulunması gerekmiyor muydu? Teknolojik gelişme elverirse; birilerinin havayı da sahiplenmesi, onu bile insanlara satması kaçınılmaz mı olacaktı? Bu, yaşama dayalı merdivenin ilk ve önemli iki basamağının canlının elinden alınmasından başka ne anlama gelebilirdi? Gerektiğinde, kendilerine gerekmeyenleri bedenlerinden dışarı atabilsinler diye, Yaratan insanlara atık kapıları vermemiş miydi? Değer bakımından varsılla yoksul değil, varla yok kıyaslanmaz mıydı? Bu yapılmazsa; giderek insanın gözeneklerini kullana kullana terleyebilme hakkı da elinden alınmaz mıydı? İnsanın havayı, suyu ve bedeninin atık kapılarını parasız kullanmakta özgür bırakılmasından daha doğal ne olabilirdi?
Hikmet Baba taşıp durmakta olan plastik kovayı alıp elindeki suyu arabaya boca etti. Sonra bunu birkaç kez yineledi. Yeniden doldurup suya deterjan kattı. Saplı fırçayı daldırıp çıkararak suyu köpürttü, fırçayla ve köpüklü suyla otomobili yıkamaya koyuldu.
Çocuğun varlığını, arabanın kaputunu elindeki bezle silerken sezinledi. Geriye doğru dönüp şöyle bir baktı.
Altı-yedi yaşlarında bir çocuktu. Kafası beş numara makineyle tıraş edilmişti. Yüzü bir kedi yavrusunun yüzü kadar sevimliydi. Minicik kulakları, ardındaki ışıkta pembeleşen kurutulmuş Malatya Kaysısı ‘na benziyordu. Bedeni küçüktü, ufacıktı, bir avuçtu. Sırtında uzun kollu, kolları yırtık-pırtık bir basma gömlek vardı ve gömleğinin eteklerini eski ve kısa pantolonunun içine sokmuştu. Aşırtmaları göğsünün üstünde çarpı işareti gibi duruyordu. Ayaklarındaki eski kara lastiklerin patlak burunlarından çorapsız, minicik parmakları görünmekteydi. Duruşuyla, görünüşüyle kirli fakat sevimli serçeleri andırıyordu.
Yardım bekleyip beklemediğini sormaya bile gerek görmeden yardıma girişmişti. Pınardan minicik avuçlarıyla su alıyor, arabanın çamurluklarını, tamponlarını suluyor, ufacık elleriyle siliyor, siliyor, siliyordu.
- Merhaba.
- Merhaba.
- Adın ne senin?
- Arı.
- Arı mı?
- Arı. Bal yapan arı var ya, işte o.
- Haaa.
- Eveeet. Senin adın ne?
- Hikmet Baba.
- Senin çocuğun var mı?
- Benim hiç çocuğum olmadı.
- Benim babam yok. Babam öldü. Senin de çocuğun mu öldü?
- Çocuğum hiç olmadı ki ölsün. Senin annen var mı?
- Benim annem de ben bebekken ölmüş. Ninem var. Ninem doksan yaşında. Bize komşularımız bakıyor. Senin ninen var mı?
- Benim eşimden başka kimsem yok.
- İkimiz de aynı. Bizim de başka kimsemiz yok.
- Bagajda plastik bir yoğurt kabıyla temiz bezler var. Onları al onlarla yıka, Arı. Ben bir sigara içeyim.
Hikmet Baba ceketini çıkarıp arabanın içine attı. Sigarasını yakarak yalaklardan birisinin taşlarına oturdu. Kendisi yalağın taşlarına ve doksan yaşındaki bir ninenin umuduna kalmış olan minicik bir çocuk da kendi yüreğine oturmuştu. Burnunda, boğazında sızılar vardı. Kırık kollarını kaldırmaya çalışarak sigarasını kırık elleriyle yanan dudaklarına götürdü, derin derin soluklar çekti ve duman yerine ciğerlerinin yangınını boşluğa üfürdü.
O denli iri bir yürek o denli küçük bir bedene nasıl olmuş da sığabilmişti? Kendisi, minicik gagasını serinletebilmek için ıssız havuz taşlarına konan bir serçeyi andırdığı halde, becerisi gerçek bir arıdan farksızdı. Pınarla araba arasında habire mekik dokurken ıslanan kara lastikleriyle ıslak taşlarda değil, Hikmet Baba ‘nın alazlanan yüreğinde geziniyordu.
- Şimdi sen ellerini yıka ve dinlen, ben de arabayı yıkayayım.
- Sigaran bitti mi?
- Bitti.
- Sigara içme; hastalanırsın. Yazık olur sana. Sonra eşin arkandan ağlar. Kendini yerden yere vurur.
- Öyle mi?
- Eveeet. Benim babam da sigara içiyordu. Sonra benim babama araba çarptı. Her bir yanları kanadı. Ambalaj geldi, babamı ambalaja koyup götürdüler. Ben kendimi yerden yere vurdum. Çok ağladım. Ninem de çok ağladı. Ninem de kendini yerden yere vurdu. Bana dediler ki; “Ağlama ağlama, baban gelecek.” Ama babam gelmedi. Ölmüşmüş ambalajın içinde. Sonra çarpan arabanın sahibi geldi, nineme paralar verdi. Yani işte bize acıdığı için. Tanrı ‘nın hayır sahipleri çok.
- Neciydi baban?
- Babamın semeri vardı. Hamaldı. Semerle yük taşırdı. Ninem hep diyordu ki; “Oğlum eller hamalı ama bize dünyanın malı.” Sen biliyor musun hiç? Ninem babamın semerini hep öpüyor. Babamın semerine sarılıp sarılıp hep ağlıyor. Çünkü; semerleri çok seviyor benim ninem.
Hikmet Baba arabayı fırçalamıyor, fırçayı arabanın suratına suratına vuruyor, plastik kovanın suyunu tüm gücüyle arabanın yüzüne yüzüne tükürüyor, elindeki yarı ıslak bezi arabanın başına-kıçına çarpıyor ve boşalan kovayı pınarın lülesinden akan doksan yaşındaki bir ninenin gözyaşlarıyla dolduruyordu.
Yalağın taşlarında bir arı vardı. Gövdesi bir sabah güneşinin serin ışıkları altında altın gibi parlayan körpe bir balarısı. Bir kutsal yaratık. Başkalarının dili-damağı tadlar-lezzetler içinde kalsın diye canla-başla uğraşıp didinen bir işçi.
Ve arının petekgözleri öylece üzerindeydi. Bakışında iğne yoktu, hortum yoktu, sadece yürek vardı; sahibülhayrat velhasenat bir yürek.
- Otomobilleri seviyor musun?
- Seviyorum. Çok seviyorum. Dünyalar kadar seviyorum.
- Hiç bindin mi onlara?
- Beni hiç kimse otomobile bindirmedi.
- Yıkadıktan sonra benim seni bindirmemi ister misin?
- İsterim isterim…
Hikmet Baba kurulama bezini arabanın camlarında son bir kere daha gezdirip kovanın içine attı, ötesini-berisini toplayarak bagaja yerleştirdikten sonra kapağını kapattı.
- Haydi bakalım Arı. Atla yanıma, gidiyoruz.
Arı birdenbire büyümüş müydü, yoksa kendisine mi öyle gelmişti, Hikmet Baba bunu kestiremedi. Uzanıp çocuğun iyi kapatamadığı kapıyı açtı ve daha bir iyi kapattı. Sonra arabayı özenle döndürüp tozlu-tozaklı yola çıktı.
Arı arabada yalnız gibiydi. Ön koltuk küçücük bedenine büyük gelmişti. Körpe elleri çıplak dizlerinin üstündeydi ve basma gömleğinin yırtıkları gözleri sorguluyor, gözleri suçluyordu. Büyük bir hızla yanlarından gerilere doğru kayıp giden dünya, körpe bedeni kendisine bir bambaşka bağlamıştı.
- Vııış… Ne de bir hızlı koşuyoruz… Ben hiç böyle hızlı koşmamıştım. Vııış, ninem bile böyle hızlı koşamaz…
Araba yokuş çıkarken onu sanki kendisi çıkaracakmışçasına öne doğru eğilip zorlanıyor, daha bir iyi görmek istediği şeyler için oturduğu yerden ön camına doğru yükseliyor, sağ camdan bakıyor, başını sol cama çeviriyor, arkaya dönüyor, yerinde zıp zıp zıplıyordu. Az bir süre sonra da gülmeye başlamıştı. Birçok büyük insandan farklıydı. Çünkü; gülmeyi biliyordu. Gözleri kirli beyaz yüzünde ıslak zeytinler gibiydi. Gülerken ortaya çıkan iki üst dişi yüzüne bir tavşan sevimliliği vermekteydi. Arabanın bir başka arabayı her geçişinde, otonun içi dipten kaynayan körpe çığlıklarla çınlıyordu. Her sevinci “Üüüf… Üüüf…” ve her şaşkınlığı “Vııış… Vııış…” tı.
- Hikmet Baba, ben arabanın arkasına geçeyim, değil mi?
Çocuk, o körpecik sesiyle sanki kulağını sevip okşamıyor minicik elini de görülmemiş bir sıcaklıkla Hikmet Baba ‘nın yüreğinin üstüne üstüne koyuyordu. Boylar, bedenler ve yaşlar arasındaki fark, bir büyük kirli perde gibi yırtılıp atılmış ve ortada sadece bir bayat Hikmet Baba ‘yla bir körpe Arı kalmıştı.
- Arabayı bir yana alıp durdurayım ve seni arkaya geçireyim.
- Hayır hayır hayııır… Sen durdurma arabayı, ben geçerim arkaya…
Balarısı, körpecik bedeniyle tıpkı küçücük bir böcek gibi ön koltuğun arkasına tırmanıp üstünden kayarak büyük bir kolaylıkla arkaya geçti. Hikmet Baba ‘nın arabanın içini görecek şekilde ayarladığı dikiz aynasında çocuk, tıpkı bir renkli film karesi gibiydi.Arka camdan vuran sabah güneşi tıraşlı başında ve küçücük omuzlarında hoplayıp zıplayan ve oynayan ışık pulları halindeydi. Işıkta saydamlaşan körpe kulaklar yine birer kuru Malatya Kaysısı ‘na dönmüşlerdi. Yeri, yeterinden daha rahat ve bol olduğu halde, koltuklardan hiçbirine oturmamış, çıplak dizlerini arka koltukların ortasına koyarak ve elleriyle arkalıklara tutunup abanarak arka camdan, kendilerini izleyen arabalara bakmaktaydı. Çabası boşa gitmemişti: Arkadaki ilk araba onun körpe yüzüne klaksonuyla sıcak selamlar vermeye başlamıştı bile.
Altlarındaki otomobil bir an kekeler gibi oldu. Bulunduğu yerde şöyle bir yaylandı, sağa-sola bir-iki esnedi ve sonra düzelerek yolu tutturdu ama Hikmet Baba başından aşağı dökülen kazanlar dolusu suların altında kalmıştı bile. Mutluluğu güneş altındaki bir kalıp yağ gibi eriyip gitmiş, yerinde tortu-mortu da bırakmamıştı.
Böyle bir düşüncesizliği nasıl yapabilmiş, nasıl böylesine boş bulunup da şu çocuğu bu arabaya bindirmişti? Kendi yaşındaki bir insana böyle bir saflık yakışır mıydı? Sırf mutlu edebilmek için çocuğu arabaya bindirme cesaretini nereden almıştı? Nasıl olmuştu da, herhangi bir trafik kazasına uğrama olasılığını düşünememişti? Körpe bir öksüzü gezdirmek isterken, kendisi bir sürücülük yanlışı yapabileceği gibi, başka bir sürücü de böyle bir yanlışa düşüp kendilerini bir trafik kazasının içine sokamaz mıydı? Kendisi yüzünden bu çocuğun başına işler açılmaz mıydı? Kişisel olarak ölümden korktuğu yoktu ve tüm korkusu şu kirli serçeden, şu altın sarısı balarısından yanaydı. Onun kılına bile zarar gelebilmesi olasılığı dahi Hikmet Baba ‘yı dehşet içinde bırakmaya yetiyordu. Çıkışı olmayan bir yola girmişti. İleri gitmekle geriye dönmek arasında tehlike bakımından herhangi bir fark yoktu. Bela ileride bekliyor olabileceği gibi, geride de tuzak kurmuş olabilirdi. Aracı durdurmak, çocuğu güvenli bir kıyıya bırakmak de çıkar yol değildi. Zira; o zaman da, çocuğun geriye tehlikesizce dönebilmesini kimin, nasıl sağlayabileceğini düşünmek ve bulmak gerekiyordu. Bıyıklarla sakallar arasında sıkışıp kalmıştı ve yanlara da tüküremiyordu. Yola çıkarken aklında, çocuğa kenti gezdirmek ve onu az-biraz mutlu edebilmek varken, şimdi bu yolculuğu en sağlam ve en kısa yerinde noktalamaktan öte hiçbir şey düşünemez olmuştu.
Bir çocuk en kısa yoldan nereye götürülebilir, nerede, nasıl eğlendirilip mutlu edilebilirdi, bunu çıkaramıyordu. Çocuk sahibi de olmadığından bu konuda en küçük bir deneyimi bile yoktu.
Arabanın içinde kıştan bahara yeni uyanmış körpe arılar vızıldamakta, kirli kirli fakat şen şen serçeler cıvıldaşıp durmaktaydı. Fakat içine düşülen koşullar yüzünden, her vızıltı Hikmet Baba ‘nın başına inen bir balyoz, her cıvıltı tepesine indirilen bir gürz olmuştu.
Önüne tıpkı bir cankurtaran gibi çıkan Lunapark ‘ın kapısında otomobili durdurup indiğinde; il işi, kendilerini oraya kadar kazasız-belasız getirdiği için Yaratan ‘ına şükretmek oldu.
- Niye kendi kendine mırıldanıyorsun Hikmet Baba? Bir yerin mi acıyor? Canın mı yanıyor yoksa?
İnsan nasıl eder de candan-yürekten bağlanmazdı bu namussuz şekertozuna? Başkalarının dilleri-damakları tad-lezzet içinde kalsın diye ballar yapan bu körpe arıya? Bu kendini bir yanlara bırakıp ellere üzülen, elleri kucaklayan kirli serçeye?
Hikmet Baba, serçenin minicik elini elinin içine aldı ve onu Lunapark ‘tan içeri soktu.
Park kendinde değildi. Bu park Hikmet Baba ‘ya, geceleri tüm görkemiyle yaşayan, gündüzleri tabutuna sığınmak zorunda kalan vampirler gibi gelmişti. İnsanı mutlu etmede, gözleri-gönülleri büyülemede güneşin ışığı, rengarenk ampullerin ışıkları kadar becerikli olamıyordu. Gündüz hayale yer bırakmamıştı. Tüm güzelliğinden, tüm melodisinden, tüm renginden ve görkeminden soyunmuş olan park, hareketsiz ve insandan yoksun atlıkarıncalarıyla, dönmedolaplarıyla ve pavyonlarıyla cılız, basit, halsiz-mecalsiz bir ihtiyarı andırıyordu. Yerler çakıltaşları, kumlar, sigara izmaritleri ve çer-çöp içindeydi.
Balarısı, yakıcı, kavurucu ve engin çöllerden hiç ummadığı bir anda sulak, yemyeşil, gölgeli ve hurmalı bir vahaya çıkmışa benziyordu. Önündeki değişiklikler karşısında büyülenmişti. Kısacık yaşamının ilk hazinesine, güneş altındaki kumlarla çakıltaşları arasında pırıl pırıl parlayan bir çelik bilyeyle karşılaşınca kavuştu. Zira; bulduğu bir çelik bilye değil, ışıltılar saçan bir dünya, pırıl pırıl pırıldayan bir koskoca evrendi. Bir eli tüm uysallığı ve tüm sıcaklığıyla Hikmet Baba ‘nın elinde, bir eli parıltısıyla onu büyüleyen çelik bilyede ve gözleri, o şaşırtıcı güzelliklerle dolu manzaralardaydı. Bakışları, çarpışmayan rengarenk otolarda, oturakları uzun zincirlerle yükseklere bağlı atlıkarıncalarda, dönmeyen dolaplarda, bir aşağı bir yukarı kalkıp inmeyen uçaklarda, şaşırtıcı devimsi resimlerle süslü, her yanı sıkı sıkıya kapalı korku tünellerinde, kıvrım kıvrım göklere uzanan raylara oturtulmuş renkli kabinlerde, gelenlerde-geçenlerde, şurada-burada, her şeyde, her yerdeydi. Toprağa serpilmiş kumlarla, çakıltaşlarıyla, öteye-beriye fırlatılıp atılmış sigara izmaritleriyle değil, güneşin bunlar arasına gizlenmiş cam parçalarından, kalay kağıtlarından, demirlerden, saclardan, çeliklerden yansıyan büyülü parıltılarıyla ilgilenmekteydi. Şaşkınlıklar içindeki gözleri, parka inip inip kalkan ve cıvıldaşa cıvıldaşa kanat çırpan kuşlarda, hafif bir esinti altında yeşil yeşil pırpırlayan yapraklarda, dallarda, ağaçlarda ve birbirinden güzel, birbirinden renkli çiçeklerdeydi.
Hikmet Baba, ancak bir-iki müşteriye hizmet verdiği görülen bir çay bahçesinin birbirinden renkli masalarından birine oturdu ve serçeyi de karşısına oturttu. Tüm yaşamında ilk kez körpe bir arıyla, kirli bir serçeyle bir aynı masada karşı karşıya oturmaktaydı. Bir çay bahçesiyle bir garson konusunda hiçbir bilgisi bulunmayan ve bir garsona neyin nasıl söyleneceğini dahi bilmeyen serçe, bir Hikmet Baba ‘ya, bir garsona, sonra yine bir Hikmet Baba ‘ya, bir de garsona bakıp duruyordu.
Çocuğa zarar vermeyeceğini bir bilebilse; Hikmet Baba onun önüne tepe gibi yiyecek yığdıracak ve yağmur gibi içecek yağdıracaktı. Ne yazık ki; arkadaşı bu tür ikramları kaldıramayacak kadar körpeydi ve kendisi ona varlığını tümüyle sunamamanın üzüntüsü içindeydi.
Sucuklu tost yiyen bir arıyı, plastik çubukla ayran içen bir serçeyi ilk kez görmenin şaşkınlığını andıran bir merakla habire ona bakmakta, tostun lokma lokma, ayranın yudum yudum eksilişinde yaşamının gerçek mutluluğunu bulmaktaydı. Çocuğun ağzı tostta, dudakları çubukta fakat kaysı kulaklı başı sağda, solda, ileride, geride, şurada, buradaydı.
Masadan elele kalkarlarken, aşırtmalı kısa pantolonunun cepleri kuru üzümle, kavrulmuş fındıkla, fıstıkla, leblebiyle, çekirdekle, şekerlerle doluydu ve onlara karışmasından korkulan çelik bilye avuçtaydı.
Üstüne ölü toprağı serpilmiş olan eğlence yerleri birer birer dolaşıldı. Yüzünün boyaları eskimiş, uykulu, bayat bir kızın isteksiz isteksiz hizmet verdiği bir tüfekli atış çadırında, körpe bir balarısı tüm yaşamının ilk birkaç karavanalı atışını sevinç çığlıkları arasında yaptı ve bir başka çadırda bir kirli serçe renk renk, paket paket, kutu kutu sigaralara halkalar savurdu. Bir üçüncü çadırda, gözegelir bir uzaklıktan numaralı deliklere attığı bir küçücük top, Hikmet Baba ‘nın kendisine sezdirmeden oynatanın eline sıkıştırdığı bir büyük bahşişle ve yaptığı gizli bir göz kırpış sayesinde deliklerden birine oturdu ve serçe, yeri-göğü ayağa kaldıran cıvıltılarla bir büyük, bir görkemli oyuncak tavşan kazandı.
Tavanı boydan boya tel kafesli, tabanı kaymak gibi pürüzsüz bir pistte, binecek tek bir müşteri bulunmadığından çarpışmayan sekiz-dokuz oto uyuklamaktaydı. Uykusuzluk ve amaçsızlık yorgun arabaların lastiklerine, kaportalarına işlemiş ve otolar ne yana dönük olduklarını bile umursamaksızın şuraya-buraya uzanıp derinlere dalmışlardı. Arkalarında uzanıp ta tavandaki tel kafese dayanan, uçları kıvrık birer antenleri vardı ve antenler bir solukluk can bekliyorlardı ama kafeste can yoktu.
Hikmet Baba, uzun ve ağır bir geceyi bir demir sandalyedeki esnemelerinde taşıyan biriyle bir şeyler konuştu, ona cebinden çıkardığı bir şeyleri verdi ve adam bir anda cana gelip yanı-yöresi parmaklıklarla çevrili bir kulübeye girdi. Kendisi o kafesin, şu pistin ve bu rengarenk otoların canı ve o kulübe de tüm bunların canevi olmalıydı ki; kulübeye girer girmez gündüz daha bir gündüzleşti, biryerler renk renk ışıklar altında kaldı, biryanlardan birtakım vınlamalar yükseldi ve cansızlara canlar geldi. Hikmet Baba, serçenin körpe bedenini kucakladı, onu kaymak sarısı bir arabanın içine oturttu, neyin nasıl yapılacağını bir-iki kalemde anlattı, sonra onu birbaşına bırakıp kırmızı bir otonun içine gömüldü, anteniyle kafesten mavimsi kıvılcımlar çıkararak otosunu sürüp sarı otonun yanına geldi.
- Haydi, sür çocuk.. Bas ayağınla pedala… Çevir istediğin yöne önündeki direksiyonu… Korkma, korkma, sür…
Serçe artık eski serçe değildi: Bir kimlik, bir kendine güven kazanmıştı ve başka serçelerden kolaylıkla ayırdedilebiliyordu. Pelüşten yapılma tavşanı kucağında ve heyecandan kuruyemişlerine karışmış olan çelik bilyesi cebindeydi. Şaşkınlığı, beceriksizliği, deneysizliği çabucak silinip gitmiş, otosunu yaşamının en güzel çığlıklarıyla kırmızı otonun peşine peşine sürmeye başlamıştı. İki arabaya yeterince geniş gelen bomboş pistte sarılı, kırmızılı iki oto her yana, her yöne atılıyor, her yana, her yöne koşuyor, her yana, her yöne kayıyordu. Biri yaşlı, biri yaşsız iki kişinin kahkahaları rengarenk ışıklar ve mavi kıvılcımlar arasındaki pisti dolduruyor ve pistten ötelere taşıyordu.
Biten seans bir işaretle yeniden başlatılırken nereden geldiği bilinmeyen güçlü bir tokat, kırmızı otonun içindeki Hikmet Baba ‘nın yanağında patladı ve yanaktan, antenlerin tel kafeste çıkardığından daha zorlu kıvılcımlar çıkarttı.
Deli miydi? Peynir-ekmekle mi yemişti aklını? Küçücük bir çocuğu, birbaşına oynamakta olduğu bir pınarın yanından alıp arabasına bindirmek ve tutup götürmek için kimden izin almıştı? Çocuk anasız-babasız değil miydi? Doksan yaşındaki bir yoksul ninenin umuduna bırakılmamış mıydı? Ninenin tüm varının-yoğunun, tüm umudunun, tüm dayanağının ve tüm yaşama gücünün bu çocuktan ibaret bulunduğunu nasıl edip de düşünememişti? Çocuk eve dönmeyince; o yoksul, kanlı gözyaşlarıyla köşe köşe, bucak bucak, çayır çayır, çimen çimen, tepe tepe, pınar pınar yollara düşüp onu aramayacak mıydı? Bulamayınca saçını-başını yolmayacak mıydı? “Yavrumu, torunumu, bu geçici dünyadaki tek dayanağımı, tek umudumu kaçırdılar ve yaşamla aramdaki tek bağımı kopardılar.” Diyerek solgun yüzüne dolgun tırnak çalmayacak mıydı? Ak başına kara toprak saçmayacak mıydı? Yorgun canı dinç ecele bırakmayacak mıydı? Devreye polisler-karakollar girmeyecek miydi? Kendisini çocuk kaçırmakla suçlamayacaklar mıydı? Çocuksuz oluşu suçlamaları haklı göstermeyecek miydi? Ya da vicdanlarını yele-sele bırakıp kendisine bunlardan da ağır, bunlardan da ahlaksızca suçlamalar yöneltmeyecekler miydi? Hatta çocuklara cinsel tacizlerde bulunan sapıklarla kendisini bir tutmayacaklar mıydı?
Balarısı mutluluğunun doruğundaydı. Çığlıkları mavi kıvılcımlar içindeki tel kafeste ve kaymak döşemede çınlıyor, sarı oto sevimli bir koç gibi gelip gelip kırmızı otoya tatlı tatlı toslar vuruyordu.
- Hikmet Babaaa… Haydi, sen de süüür… Sen de vur benim otoma… Ben araba sürüyoruuum… Ben araba sürüyoruuum… Ben araba sürüyoruuum… Vız vız vız sürüyoruuum… Benim otomobilim vaaar… Duymamış olanlar duysuuun, görmemiş olanlar görsüüün…
Hikmet Baba lunaparkta değildi, doksan yaşındaki bir yoksul ninenin kanlı gözyaşlarındaydı. Polislerde, karakollarda, gözlemlerde, spotlarda, sorgular altındaydı. Boğazına kadar topraklara gömülmüştü ve taşlanmaktaydı. Bilcümle secdelerde kendisine lanetler yağdıran beddualar vardı. İrice bir kirli, bir kara taş olmuş, saklanıp gizlenmek için incecik kumlar arasına sığınmıştı. Kumlar habire elek elek eleniyor ve kendisi sürekli olarak ortalarda kalıyordu. Acımasız avcılar hiçbir sinmeyi, saklanmayı pekilenmeyen, hiçbir gizlenene aman vermeyen gözü dönmüş köpekleriyle arkasındaydılar.
Kırmızı arabasından fırladı, serçeyi otodan çıkardı, çocuğun her biri bir yerde kalan gözlerini arabalardan, rengarenk kaportalardan, koltuklardan, direksiyonlardan, tel kafesteki mavimsi kıvılcımlardan, renkli ışıklardan torlayıp toparlayıp yerlerine koydu, elinden çekerek ve küçücük bedenini, kollarındaki pelüş tavşanıyla birlikte uçurtmalar gibi uçurarak parktan ayırıp arabaya attı ve ivedilikle direksiyona geçti.
Yanındaki koltuk daha bir ballar içindeydi ve minderde, nektarını emdiği çiçekten zorla ayırılan körpe bir balarısı gözlerinden yanaklarına ballar dökerek ağlamakta, kaynaya kaynaya hıçkırmakta, gözyaşları bal, hıçkırıkları çiçek kokmaktaydı.
Yollar nasıl ve ne zaman bitti, camlara abanan biçimler nasıl eriyip silindi ve gelmesi beklenen kazalar nasıl olup da gelmedi, Hikmet Baba bunların farkında bile olamadı.
Pınarın başında yoksul birkaç kadın, birkaç kız bakraçlarını doldurabilmek için, taş yalaklardan su içen kirli beyaz koyunları beklemekte ve kendi aralarında konuşup gülüşmekteydiler.
Hikmet Baba, arabayı pınarın yanına çekip cebinde bulabildiği tüm kağıt paraları körpe balarısın kuruyemiş dolu ceplerine kaydırdı ve bir kirli serçeyi, kucağındaki bir büyük, pelüş tavşanla birlikte yere indirdi. O, uçmasını bilen bir kuş, bir arıydı. Kanatları vardı ve ayakları toprağa değer değmez kanatları çırpılmıştı. Bir pınarbaşından, bir yöreye beyaz papatyalar gibi serpilmiş olan gecekondulara doğru cıvıldaya cıvıldaya, vızıldaya vızıldaya çalakanat gitmekteydi:
- Benim çelik bilyem vaaar… Benim kocaman tavşanım vaaar… Benim kuruyemişlerim vaaar… Ben sapsarı otolara bindiiim… Ben varsılım, varsıllar varsılıyııım…
Hikmet Baba, parlak lülelerin bereketli sularına bakraç tutan kızlara, kadınlara baktı:
- Bu çocuğu tanır mısınız?
- Beli. Tanırık: Arı.
- Haydi bacılar, geldiğini ninesine bir haber verin.
- Ninesi-minesi yok ki. Kimsesiz o. Arabacı Abdurrahman bakıyor, hayrına. Gittiği-geldiği ne umuruna Abdurrahman ‘ın. Sabah erkenden çıkar, akşam olmadan, hava kararmadan gelmez. Kimbilir kimlere yük taşıyordur şimdi. Bırak, gitsin oynasın kendi kendine.
Hikmet Baba, açık duran sağ kapısını kapatmayı bile düşünemeden arabaya girdi, başını eğdi, yüzünü direksiyona kapattı ve mecalsiz bir sesle mırıldanmaya başladı.
Yaratan ‘ım… Ey benim her şeyi bilen, her şeyin en iyisini, en doğrusunu yapan Yaratan ‘ım… Orada mısın? ...

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 23 > 31 – 51 / 235 (2))

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 8.4.2007 16:44:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu