İlkler-21 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 10)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-21 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 10)

İlk Tiyatro Denemesi

Terzi Ekrem, bir sağa bir sola bakan gözlerini önündeki dikişten ayırarak gözünün biriyle vitrine vuran yağmur damlalarına ve camın ötesindeki ıslak karanlıklara, obiriyle de Hikmet Genç ‘e baktı:
- Nurculuk Nakşibendilik ‘e dayanır. Dedi. Bu, Said-i Nursi ‘nin kurduğu bir düşünce akımıdır. “Said”, “Yüksek, büyük, ulu” anlamındadır. Kendisinden “Bediüzzaman” diye de söz edilen Üstad 1873 yılında Bitlis ‘in Nurs Köyü ‘nde doğduğu için “Said-i Nursi” olarak anılmaktadır. Yani “Nurs ‘lu Said” le eş anlamlıdır. İstanbul ‘da medrese eğitimi görmüş, İkinci Meşrutiyet ‘in İslamcılık akımlarına karışmış, Volkan Gazetesi ‘nde yazılar yazmıştır. Sürgünlerle tutuklanmalarla geçmiş bir yaşamı vardır. Laikliğin ve çağdaş uygarlığın karşısındadır. Şeriata bağlı bir İslam birliğinden yanadır. Başyazıları “Risale-i Nur” adı altında toplanmıştır. 1960 Yılında öldüğü halde, düşüncelerinin kendisini tutan kesimlerce sürdürüldüğü görülmektedir. Şimdi terzi olduğuma bakarak benim Nurcu olduğumu sanma. Aramızda her düşünceden meslektaş mevcuttur. Zira terzilik; düşünmeye, konuşmaya, tartışmaya elverişli meslektir. Gördüğün üzere; hem seninle konuşup görüşüyorum hem de işlerimi sürdürüyorum.
Terzi Ekrem, dikmekte olduğu ceketi sağ elinin parmaklarıyla yukarı doğru kaldırarak şöyle bir gözden geçirdikten sonra sözlerini sürdürdü:
- Her gördüğün terzi, terzi değildir. her şeyden önce; ön dişleri sağlam olmayanlar terzilik yapamazlar. Zira, ön dişlerin olmazsa; ipliğin ucunu inceltip iğneye takamazsın ve takamayınca da mesleği sürdüremezsin. Bu meslekteki herkes hem terzidir hem de bir başka şeydir. Örneğin; Kara Ali. Herif görünüşte terzidir ama eczacılık yapmaktadır. Çünkü; adam tutucu. Oğluna eczacı bir kız aldı, diplomasını duvara astı, kızı eve bastı. Oğlan biryerlerde memur, kız içerde ev hanımı, Terzi Kara Ali de eczacı. Gelelim Terzi Arif ‘e: Üstadım hem terzi hem de gazinolarda türkücü. Alalım ele Valantino Böbüş ‘ü: Yakışıklım hem terzi hem çapkın. Hergün grantuvale. Zira, diktiği giysileri en az bir hafta kendisi giyip karıya-kıza çalım çekmeden sahibine teslim etmez. Bahanesi hazır: Giysinin ya dikilecek düğmeleri kalmıştır, ya ütüsü, ya da dikiş temizliği falan. Terzi Abo ‘yu unutmamalıyız: Yeğenim hem terzi hem matbaacı. Ya Büyük Suat? Emmim hem terzi hem ozan.
- Gerçekten ilginç. Dükkan soğudu. Senin şu emekliye bir-iki çalı-çırpı daha atsana.
- Atmayayım; sermayeden zarar eder. Zira; hem işim bitti, hem de Dernek Başkanı ‘nı görmeye gideceğiz. Saat yedide bekleyeceğini söylemişti.
- Yani ondokuzda?
- Ondokuzda işte.
O ana kadar sadece konuşmaları dinlemekle yetinmiş olan Terzi Edip güldü:
- Sen ondokuzda-mondokuzda nasıl dükkan kapatacaksın akıllım? Babanın günlük kontrolü var daha.
- Babam kontrolünü yaptı oğlum. Siz gelmeden az önce.
- Ere akıllım, sen bu babana neden bu kadar ödün veriyor, neden bu kadar aşırı saygı gösteriyorsun, şunu bir söylesene.
- Neden ödün vermeyeyim ve neden saygı göstermeyeyim avanak? Adam babam. Evinde oturuyorum, ekmeğini yiyorum.
- Peki, sen çalışmıyor musun, sen kazanmıyor musun?
- Benim kazancım bu köhne barakanın kirasına yetmez.
- Hikmet Abi, bu eşi-benzeri bulunmaz terzi neden bize karşı saygılı değil de, neden bizim karşımızda ayak ayak üstüne atabiliyor da, neden bizimle istediği gibi şakalaşabiliyor da, o adam yani babası gelince hemen ayağa kalkıyor, hemen önünü-arkasını ilikliyor, hemen elden gelen saygıyı gösteriyor ve izin verilmeden onun karşısında iskemleye bile oturamıyor?
- Biz onun arkadaşlarıyız. Adam beybası. Beyba arkadaştan ileridir. Ondan olsa gerektir.
- Hayııır. Nedenini ben söyleyeyim: Biz bunu seviyoruz, sayıyoruz, kendisine değer veriyoruz ve asla kötülük yapmıyoruz. Ama adam yani babası, bunun anasını gıdıklıyor.
Terzi Ekrem sırıttı:
- Ahlaksız.
- Yalan mı akıllım? Bu dünya böyle işte. Birine kendini sevdirmek, saydırmak mı istiyorsun? Onun anasını gıdıklayacaksın.
Terzi Ekrem ayağa kalkıp elindeki ceketi duvara astı:
- Al lan anahtarı duvardaki çividen, tevriyesiz. Çıkıyoruz haydi.
Dışarıda yağmur karanlıkları kamçılamaktaydı. Terzi Ekrem ‘in elindeki fenerin ışığı altında güçlükle görünen taşlı sokak sular-seller içindeydi. Bedenleri yola kadar inen eski kale ıslak karanlıklara teslim olmuştu. Bedenlerden daha aşağılara bakılınca; kentte bir-iki ölügözü ışıktan başka hiçbir şey görünmüyordu. Karanlık tıpkı bir karabasan gibi yağmur altındaki kentin üstüne üstüne kapanmaktaydı.
- Sonbahar değil, sanki kış. Nasıl, iyi dedim mi?
- Sorulur mu? Hem de çok iyi dedin. Alkış… Alkış… Alkış…
- Bu yağmurun altında inişler bile sanki yokuş… Yokuş… Yokuş…
Terziler Derneği eski bir yapının ikinci katındaydı. Soğuğa ve karanlığa açık bırakılmış olan dış kapı, soluk ve cılız bir ışıkla aydınlatılmıştı. Işık, ahşap merdivenin orta basamaklarından birine bırakılmış bir gaz lambasından gelmekteydi. Merdivenin üst başında gümüşümsü bir ışıkla monoton bir vırıltı vardı.
Tavana asılı bir lüks lambanın ışığı altındaki basit salon, Terzi Ekrem ‘in dükkanından birkaç kere daha büyüktü. Duvar diplerine sıralanmış kuru sandalyelerin ortalık bir yerindeki iri ve yuvarlak taş kömürü sobasının göbeği çepeçevre nar içindeydi ve sıcaklık daha salonun kapısında insanı karşılamaktaydı.
- Hayırlı akşamlar ustacan.
- Hayırlı akşamlar.
Dernek Başkanı zayıf, esmer, yaşlı, yorgun, aksaçlı, sakalsız, çökük avurtlu ve ağırbaşlı bir adamdı ve elindeki bir bardak çayı yudumlamaktaydı.
- Bu bizim Dernek Başkanı ‘mız Vakkas Usta. Ustacan, bu da o sana sözünü ettiğim Hikmet Bey, koyu edebiyatçıdır. Deryadır.
Adam kırk yıllık arkadaş, kırk yıllık tanıdık, kırk yıllık dost gibiydi:
- Hoş geldin Hikmet Ney. Hoş geldin Ekrem. Edipcan çay doldur hepimize. Çaydanlık sobanın üstünde, bardaklar da içerideki rafta.
- Emrin olur ustacan.
- Çaylarımızı içer bekleriz: Hatem Usta neredeyse gelir. Kendisi bizim ikinci başkanımızdır. Kitabı getirdiyseniz; birlikte inceler, konuyu karara bağlarız.
- Dediğin kitabı bulduk, Hikmet Bey ‘le aldık, getirdik.
- İyi öyleyse.
Hatem Usta, çaylardan ilk yudumlar alınırken geldi. Orta boylu, tıknaz, esmer, kirpi saçlı, gaga burunlu, gömlekli-kravatlı, güçlü-kuvvetli biriydi. Önce tabağı beğenmedi, sonra bardakta leke buldu, daha sonra çaya yüzünü ekşitti:
- Ulan oğlum Edib… Diye sert çıktı. Terzilerden her birşey olur ama sen bir çaycı bile olamadın. Bak, bu Ekrem her bir işde nasıl bir becerikli. Az-biraz buna benzesene, avel.
- Nasıl benzeyeyim Hatem Usta? Ekrem ‘in her bir gözü bir ayrı yana bakıyor. Benimkiler öyle mi ya?
- İyi ki de her bir gözü bir ayrı yana bakıyor. Oğlan bir gözüyle dikişini dikerken obir gözüyle de yoldan gelip geçenleri izliyor ve ne onu aksatıyor, ne de obirini.
- Aman ustam, sen de mi bu Edip ahlaksızına uyuyorsun?
- Hayır yeğenim, ben onu sana uydurmaya çalışıyorum. E peki, bu konuk kim? O yerlere-göklere sığdıramadığın Hikmet Bey mi?
- Evet ustam, koyu edebiyatçıdır. Deryadır.
- Yahu yeğenim, sen edebiyatı bulamaç mı sanıyorsun ki koyuluğundan söz ediyorsun. Benim gördüğüm kadarıyla, dosdoğru adam işte.
Başkan tatlı bir gülümsemeyle araya girdi:
- Hikmet Bey, Hatem Usta işte bu. Kendisini bulamaca benzetir misin, benzetmez misin bilmem ama çok koyu muhaliftir. İki kere ikinin dört ettiğini söyleme; beş ettiğini ileri sürmeye kalkar.
- Kalkarım. Fakat bu bir noksanlık değil, tamlıktır. her şeyi pekilenenlerden korkmak gerek.
- Belki de öyledir. Şimdi gelelim konuya. Hikmet Bey karındaşım, Ekrem ‘le Edib zaten anlatmışlardır. Biz bir oyun sahneleme peşindeyiz. Bu bizim ikinci amacımız. Birinci amacımız; terzi tayfası arasında bulunup da iki yakası bir türlü bir araya gelememiş olanların az-biraz ellerinden tutabilmek ve olabilirse; bellerini doğrultmalarına katkıda bulunabilmektir. Anlayacağın; oyun, Terziler Derneği adına ve yararına sahnelenecek ve elde olunacak gelir o arkadaşlar için harcanacak. Bizler terziyiz ve bu işin bileni değiliz. Onun içindir ki; bilenlerin yardımlarına gereksinmekteyiz. Şuradan-buradan sorduk-soruşturduk, hiçbir yerde göze gelir bir sahne yapıtı bulamadık. Güç-bela bulabildiklerimiz de ölçülerimize uymadı. Sonunda bir kitaplık görevlisi tanıdığımız, bize Aptullah Ziya Kozanoğlu ‘nun “Kozanoğlu” adlı yapıtını salık verdi. Yani işte bu sizin alıp getirdiğiniz oyunu.
Dernek Başkanı konuşmasına ara vererek önündeki boş çay bardağını eliyle hafifçe ileri sürdü:
- Edipcan, bu bizim çaylarımız boşalmış mı ne?
- Bağışla ustacan, sobaya yeni su koydum da.
- Yapılması gerekeni sen iyi bilirmişsin. Edib seni bize çok övdü: İyi öğrenim görmüş, bilgili-kültürlü, bu işlerden anlayan kimseymişsin. Senden bu işi üstlenmeni diliyoruz. Bize düşen her ne varsa; biz onların tümünün üstesinden geliriz. Dikişlerdi, giysilerdi, giderleri karşılamaktı, araç-gereç bulmaktı, artık her ne gerekirse. Rol alacak elemanları sağlamak senden. İstersen; meslektaşlarımıza bile görevler, roller verebilirsin. Sonucu itibariyle bu bir yardım kampanyası, bir insanlık görevidir ve çorbaya bir tutam tuz da senin atacağına kesinlikle eminim.
Başkan, ceketinin yan cebinden işlemeli, kalınca bir kese çıkardı ve içindeki kehribar gibi sapsarı renkli, saçak saçak Bitlis Tütünü ‘nü masanın üstüne döktü, ondan sigaralar sararak karşısındakilere uzattı. Bir yandan sigaralar tüttürülürken bir yandan da demli çaylar masaya sıralanmaya başladı.
- Şimdi karındaşımdan rica edelim, bu oyunu bize baştan sona kadar bir okusun. Ele-güne yardım eli uzatmaya kalkışırken, başımıza da işler-mişler açmayalım.
Dışarıdan gelmekte olan hava iyice soğuduğundan salonun kapısı kapatıldı. Terzi Edib çayları tazelerken Terzi Ekrem sobaya yeniden kömür attı. Okuma başladı ve dinlemeye koyulanlar sigaralarından derin soluklar çekme peşine düştüler.
- Hele dur karındaşım. Bu oyunun kişileri arasında “Binnaz” adında bir de kadın varmış baksana. Nereden bulacağız biz şimdi bu Binnaz ‘ı? Tefe koyar bizi, izleyenler. Oyunda kadın oynattık diye pezevenge çıkar adımız.
Hatem Usta oturduğu yerden homurdandı:
- Sen ne diyorsun babası rahmetlik? Bu çağ o çağ mı? Köprülerin altından çok sular aktı, çok sular. 1927 Yılında kurulan Darülbedayi-i Osmani için açılan sınava 197 kişi başvurmuştu. Bunlardan ancak 63 ‘ü sınavı kazanabilmişti. Aralarında sadece 8 kadın vardı ve ne kadar yazıktır ki; hiçbiri Müslüman kadını değildi. Zira, o zamanlarda çok şeyi ayıp veya günah sayarak tiyatro san ‘atını Müslüman olmayanlara bırakan bir ulustuk. Ben böylesi anlayışın çağında kaldığına ve kalması gerektiğine inanıyorum. Namuslu, ahlaklı bir oyun için sahneye kadın çıkardık diye bizi pezevenk sayacak teresleri ben de kavat sayarım.
- Öfkelenme Hatem Usta, öfkelenme. Ben, kadın oyuncu bulma konusundaki açmazımızı dillendirmek istemiştim.
- Ortada açmaz-maçmaz yok ki ustacan. Halk Türküleri Derneği ‘nde türkü söyleyen kız tanıdıklarımız var. Onlardan birine de rol verebiliriz belki.
- Türkücülük başka oyunculuk başka. Gelmezler.
Hikmet Genç araya girmek zorunda kalmıştı:
- Başkanım, sen kadın oyuncu konusunu düşünme ve bana bırak. Binnaz rolüne birisini bulabileceğimi sanıyorum.
- Oldu öyleyse. Sürdür okumayı. Edib de mangala kül alıp az-biraz patates küllemesi yapsın bize. Rafın altındaki dolapta Şamhı Patatesi var.
Terzi Edip yerinden doğruluverdi:
- Emrin olur ustacan.
Hikmet Genç okumayı sürdürürken kitabın bir kesiminde Vakkas Başkan elini kaldırdı:
- Dur karındaşım, dur biraz. Burası gitmez. Baksana; Kozanoğlu Binnaz ‘a “Kahpe” diyor. Bu çok ağır kötülemedir. Bizim izleyicilerimiz bunu kaldıramazlar. Karala orayı kalemle.
Hatem Usta homurdanarak araya girdi:
- Bu söz pek de ağır bir kötüleme değildir muhterem. “Kahpe” sözcüğü genelde “Dönek” anlamına gelir. Yani verdiği sözden cayana da “Kahpe” denebilir. “Kahpe” nin ille “Fahişe” olması gerekmez.
- Gel gör ki; bunu izleyicilere anlatamazsın. Onlar bunu kötüye çekerler. Üstelik de rolü üstlenen hanım arkadaş incinir.
- O zaman çizilen yere “Dönek” yazsın Hikmet Bey.
- Yazsın. Daha bir iyi.
Hikmet Genç bu öneriyi pekilenmek niyetinde değildi:
- Başkanım, yazar bunu yapıtında böyle yazmış, yayımevi bunu böyle yayımlamış.kimse de buna tek bir ters tepki göstermemiş. Bizim, adamın yapıtını sansür etmeye ne hakkımız var?
- Öyle deme karındaşım. Burası Ankara, İstanbul, İzmir değil, basit bir taşra kenti. Oralarda uyuyan tepki, buralarda direk direk haykırarak uyanır. Anında lekeleniriz.
- Ya yazarın tepkisi?
- Tepki göstermeye ne hakkı var? Yazmasaydı böyle sözcük. Sen “Kahpe” yi karala, yerine “Dönek” yaz.
Hikmet Genç çayından bir yudum aldı ve okumayı sürdürdü. Başkan, can sıkıntısından sandalye bir o yana, bir bu yana dönüp durmaktaydı:
- Orayı bir daha oku karındaşım. Artık her ne kadar zahmetse.
- “Dadaloğlu ‘m, kılıncımız Kirmani,
Taşı derler mızrağımın termeni,
Hakkımızda Devlet vermiş fermanı,
Ferman Padişah ‘ın, dağlar bizimdir.”
- Olamaz karındaşım, olamaz. Adam resmen ve resmen Padişah ‘a sövüyor. Bizim izleyicimiz böylesi sözlere pekilenmez. Zira; Devlet bizim en kutsal varlığımız, Padişah ise bizim velinimetimizdir. O, Zılullah-ı fil Arz ve Padişah-ı rüyu Zemin ‘dir. Yani hem Allah ‘ın yeryüzündeki gölgesi hem de bütün bir yeryüzünün padişahıdır. Ve bizim Halife ‘mizdir.
Hatem usta, çayını yarım bırakıp bardağını masaya koydu:
- Yapma muhterem, etme muhterem. Adamın devlete-mevlete sövdüğü falan yok. “Hakkımızda devlet vermiş fermanı” diyor, o kadar. Bu sövgü değildir, yalın bir yergidir. “Fermanın kendi yakınlarında kalıyor, uzaklara işleyemiyor.” Demek istiyor. “Olmak istiyorsan öylesine güçlü bir padişah ol ki; fermanın burnunun dibine hükmetmesin, dağa-taşa işlesin.” Anlamındadır. Gerçek de böyle değil midir? Padişahlık döneminde ülke geniş, ulaşım olanakları yetersiz ve yasal kuruluşlar güçsüzdür. İmparatorluk aşırı genişlemenin yararını değil, zararını görmüştür. Ülke parçalanmıştır. Bu, varlığın doğası gereğidir. Zirveye ulaşan inmeye başlar. Menzile varan yolu tüketir. Yokuşun ötesi iniştir. Bir balonu bile, olacağından fazla şişirirsen patlar. Ulaşamadığı yerde fermanın ne hükmü kalır? Gelelim padişaha. Padişah neden bizim velinimetimiz olsun? Biz artık Osmanlı İmparatorluğu değil, Türkiye Cumhuriyeti ‘yiz. O zamanlar padişahımız vardı, şimdi Cumhurbaşkanı ‘mız var. Padişahlara özgü “Allah ‘ın Yeryüzündeki Gölgesi” türünden yakıştırmaları ben kabul etmiyorum muhterem ve hemencecik “Haşa” diyorum. Zira; Cenabı Hakk ‘ın gölgesi olmaz. Gölgesinin olabilmesi için, zatının bir cisim olması ve kendinden olmayan bir ışığın önünde bulunması gerekir. Bu ise; Yaratan ‘ı yaratılmış durumuna sokar ki abestir. Söz, benzetme anlamında bile kullanılmış olsa; kendisini Allah ‘ın gölgesi saymak kulun haddi değildir. Padişahların bürün yeryüzünün padişahları oldukları yolundaki söylem de gerçeklere terstir. Koskoca bir Akdeniz ‘in bir Osmanlı Gölü haline getirilebildiği Kanuni Sultan Süleyman döneminde bile, padişahın tüm yeryüzünün padişahı olduğunu söyleyebilmek olanaksızdır. Çünkü; kendi sınırları dışında bile sayısız padişahların, sayısız kralların, sayısız racaların, mahracaların, imparatorların ülkeleri vardı ve o sıfatı kendilerine yakıştıran padişahların Amerika, Avustralya, Antarktika gibi kıt ‘alardan ve sayısız ülkelerden haberleri bile yoktu. İster misin muhterem, az-biraz da şu halifelik üzerinde durayım? Halife kimdir? Hazreti Peygamber ‘in vekilidir ama vekili Hazreti Resul ‘ün kendisi atamamıştır. Makam onun vefatından sonra ortaya çıkmış, Ebubekir, Ömer, Osman ‘dan ibaret ilk üç halife o makama seçimle getirilmiştir. Gerçekte “Halife” de değillerdir, “Emirülmü ‘minin” yani “İnananların Başbuğu” durlar. Dördüncü halife durumundaki Hazreti Ali ‘nin halifeliği anlaşmazlıklara yol açmış, zamanında ve zamanından sonra bu yolda kanlar dökülmüş, canlar yitirilmiştir. Mezhebi ne olursa olsun; tüm Müslümanların nefret ettiği Kerbela Olayları bu yüzden ortaya çıkmış, bir daha çıkmamacasına anılara kazınmıştır. Halifelik Kurumu ‘nun Arap ‘lardan Osmanlı ‘lara nasıl geçtiğini de bilmekteyiz: İlk Osmanlı Halife Yavuz Sultan Selim ‘dir. Kendisi, kazandığı 1516 Mercidabık ve 1517 yılındaki Ridaniye savaşlarından sonra son Abbasi Halifesi El Mütevekkil ‘i İstanbul ‘a getirmiş ve halifeliği kendisinden teslim almıştır. Bu, “Hazreti Peygamber ‘in vekili bundan sonra ben olacağım.” demekten farklı bir şey midir? Gelgelelim, sonraki padişahlar halife olabilmek için onun kadar bile çaba göstermemiş ve makamı veraset yoluyla sahiplenmişlerdir. Böylece tam 28 padişaha halifelik yolu açılmıştır. Kurum, 1924 yılında tümden kaldırılmıştır ve bugün artık halifemiz-malifemiz yoktur.
Vakkas Başkan gözlerini Hatem Usta ‘dan kaçırmaya çalışarak mırıldandı:
- Öyle de olsa; bunları izleyicilerden kaçı bilir ve biz o bilmeyenlere durumu nasıl kabullendirebiliriz? Gel sen beni dinle karındaşım. Dörtlüğün üçüncü ve dördüncü satırlarını karala ve yerlerine şöyle yaz:
“… Hakkımızda eller vermiş fermanı,
Ferman ellerindir, dağlar bizimdir…”
- Ama başkanım, yazar…
-Karındaşım, boşver yazarı. Biz bir toplumun huzuruna çıkacağız, bir yazarın değil. Haydi, sürdür okumayı bir zahmet.
- “… Dadaloğlu ‘m, sevdalar var başımda,
Gündüz hayalimde, gece düşümde,
Alışkın tüfekle dağlar başında
Daha da hey, Osmanlı ‘ya aman mı? ”
- Yahu bu adam kafayı Osmanlı ‘yla bozmuş. Olmaz karındaşım, olmaz Hatem Usta ‘m, olmaz. Osmanlı bizim atamız.
Hatem Usta Terzi Edib ‘in doldurmakta olduğu çay bardağına baktı:
- Ne Osmanlı ‘sından bahsediyorsun babası rahmetlik? Biz Osmanlı-Mosmanlı değiliz, Türküz. Osmanlı, biribirleriyle birleşip kaynaşmış olmakla birlikte biribirinden değişik ulusların ortak adıdır. Onlardan hiçbiri bir obirinin atası değildir. Bunu onlar pekilenmeyecekleri gibi biz de pekilenemeyiz. Padişahlar karı olarak kendilerine Türk Kızı bile almamış, Müslüman olmayan kızları Türk kızlarına yeğlemişlerdir. İmparatorlukta Türkler sadece sınır boylarında kullanılmış, sadece serhatlarda kanlarını dökmeye, canlarını vermeye gönderilmişlerdir. Osmanlı sadrazamlarından yani başbakanlarından 33 ü Arnavut, 24 ü Kafkasyalı, 20 si Slav, 5 i Rum, 3 ü Arap, 2 si Latin, 2 si Ermeni, 15 i de milliyetsiz devşirmedir. Kehleiikbal yani biti sayesinde yıldızı parlayan Rüstem Paşa, zurnazen yani Zurnacı Mustafa Paşa, Tabanıyassı Mehmet Paşa, Öküz Kara Ahmet Paşa, Boynueğri Mehmet Paşa, Kavanoz Ahmet Paşa, Sürmeli Ali Paşa, Deli Hamdullah Paşa, Kalaylıkoz Ahmet Paşa, Bıyıklı Ali Paşa, Orsapoça İbrahim Paşa, Moldovancı Ali Paşa, Kör Yusuf Paşa, Makbul veya Maktul Frenk İbrahim Paşa. Bunlar benim sayabileceğim sadrazamlar. Boneval Paşa, Bonkovski Paşa, Donizetti Paşa, Makro Paşa gibi kimseler de Osmanlı vezirleri. Kundaktaki bebeğine varıncaya kadar Erzurum ‘lunun kanını döken Taşnak Çetesi ‘nin Başkanı Antranik, bir Osmanlı Paşası ‘dır. “Başkaldırmışlar” diyerek mızrağını attığı yere kuyular açtıran ve yoksul Türk halkını toptan öldürerek bu kuyulara doldurtan Hırvat Kuyucu Nihat Paşa bir Osmanlı Paşası ‘dır. İyi zurna çaldığı için anında sadrazam yapılan ve zurnası cırtladığı için dört saat sonra kellesi kesilen Zurnazen Mustafa Paşa bir Osmanlı Paşası ‘dır. Bunlardan hangisi senin atan muhterem?
Vakkas Başkan sarma sigarasından derin bir soluk çekip salona üfürdü:
- Hatem Usta gezen kitaplıktır karındaşım. Dedi. Ama toplum psikolojisinden haberi yoktur. Belki vardır da kulak asmaz. Ben ne diyorsam sen onu yap. Karala şu “Osmanlı” yı, yerine “El-Aleme” yaz. “Daha da hey, el-aleme aman mı? ” olsun.
- Fakat Başkanım…
Başkan Hikmet Genç ‘in “Fakat Başkanım…” ını duymadı bile. Oturduğu yerden mangal başındaki Terzi Edib ‘e seslene seslene karşı gelmelerden kurtulmaya çalıştı:
- Şu patatesler olmadı mı daha Edibcan? Az-biraz midemizi sustursak fena olmaz.
Terzi Edib ‘in maşayla tuta tuta kızgın küllerden çıkarıp çıplak masanın üstüne koyduğu patatesler el yakmaktaydı. İkiye bölündüklerinde içleri kum kum görünüyor, her parçası zerre zerre, gümüş gümüş parlıyordu. Henüz yemek yemedikleri için külde pişirilmiş patates kebabı tümünün hoşuna gitmişti. Bir süre, elleri-ağızları yana yana sadece patates yediler ve hiç konuşmadılar. Sonra yeniden okumaya başladılar. Tekere her zaman taş koyduğundan söz edilen ve hiçbir doğruyu beğenmediği söylenen, Hatem Usta olduğu halde, Hatem Usta sürekli olarak savunmada ve Vakkas Başkan sürekli olarak saldırıda, karşı çıkıştaydı.
- Olmaz karındaşım. Kozanoğlu Binnaz ‘a “Yoksa şimdi de, Ayasofya Camii ‘nde vaaz vereceğimi mi söyleyeceksin? ” diyor.
- Dese, gökten başımıza taş mı yağar muhterem?
- Kürsü, vaaz, cami, Ayasofya sahne oyununa karıştırılır mı Hatem Ustam? Karındaşım, sen sil onları. Yerlerine şöyle yazalım: “Yoksa şimdi de, koyunlara çoban gibi kaval çaldığımı mı söyleyeceksin? ”
- Yazmaya yazsın da; çobanı-kavalı nerden çıkardın babası rahmetlik?
- Niye öyle diyorsun Hatem Usta? Kavalın koyunun olduğu yerde çoban bulunmaz da kim bulunur?
Hikmet Genç boşu boşuna çabalamaktaydı:
- Başkanım, yazar bu yapıtı…
- Sen koy bir yana yazarı. Önemli olan yazarın kendisi değil, toplumun düşüncesi ve göstereceği tepki. Yazıyorsa; yazdıklarını bu topluma göre yazsa ya. Sen sürdür okumanı karındaşım. Sen sürdür.
Okumalar ve boğuşmalar yapıt bitinceye dek sürdü.
Dışarı çıkabildiklerinde karanlık sokaklar seller içindeydi. Hikmet Genç, Dernek Başkanı ‘nın sağında, Hatem Usta solunda, Terzi Ekrem ‘le Terzi Edib de arkalarında olmak üzere yürümeye koyulmuşlardı. Hiç birinde şemsiye yoktu ve ışığına sığındıkları tek el feneri karanlığa işlemekte yetersiz kalmaktaydı. Şöyle-böyle aydınlık olan ana caddeye çıkıncaya kadar konuşmadılar, hızlı hızlı yürüdüler ve ana caddeye çıkınca da geniş bir balkonun altında soluklanmaya durdular.
- Edibcan, sen payton durdur. Karındaşımı gideceği yere kadar Ekrem ‘le birlikte götürüp bırakın, sonra da evlerinize gidin Biz Hatem Usta ‘yla gitmeye çalışırız.
- Emrin olur ustacan.
Yağmurun ve suların egemen olduğu caddeden uzunca bir süre tek araba geçmedi. Bekleyip dururken, yapılması gereken işleri konuşabildikleri kadar konuştular. Sonra, Terzi Edib ‘in durdurduğu bir paytona üçü birden binerek Vakkas Başkan ‘dan ve Hatem Usta ‘dan ayrıldılar.
Hikmet Genç o gece sabaha kadar, orası-burası değiştirilmiş, ötesi-berisi sansür edilmiş oyunu inceledi durdu. Gördüklerine, duyduklarına, tanık olduklarına ve yaşadıklarına inanmakta zorluk çekiyordu. Yapıt bir baştan bir başa değişmiş, gerçek haliyle fazla bir ilgisi kalmamıştı. Bu koşullar altında yazarın kendi yapıtını kendisinin bile tanıyabilmesi pel olası değildi. İnsanlar bir başkasının yapıtını böylesine yerle bir edebilme hakkını ve yetkisini kendilerinde nasıl bulabiliyorlardı? Sansür ne de çirkin şeydi. Konuşma kilitlenince düşünceler de kilitlenmiş olmuyor muydu? Acaba Vakkas Başkan, kendini mi söylüyor, kendini mi sergiliyordu, yoksa; toplumun söylemlerine, algılamalarına, görüşlerine ve düşüncelerine mi aracılık yapıyordu? En azından, yerel toplum tiyatroya, sahne san ‘atına acaba Vakkas Başkan gibi mi bakıyordu?
Hikmet Genç, pencere camının yarısının kırık olduğunu değil, yarısının sağlam olduğunu pekilenme çabası içindeydi. Zira; işin sevindirici yanı, sevindirici yönleri de vardı. Sadece bir meslek kuruluşu olan bir Terziler Derneği ‘nin, darda kalmış arkadaşlarına böylesine bir yardım kapısı açmaya çalışmasının çok güzel bir davranış olduğu yadsınamazdı. Dernek, bunu üyelerine ve başkalarına el-avuç açarak yapmaya da kalkışabilirdi. İşte bunu yapmamış, dilenciliğe çanak tutmayı pekilenmemişti. bir şeyler almak, ancak karşılığında da bir şeyler vermek istiyordu. Bu, sevinilecek ve övünülecek bir durumdu. Başarabilirse; davranışının toplumsal kültüre de az-çok bir yardımı olacaktı. Çünkü; taşra, tiyatroyu, sahneyi ve oyun san ‘atını yeterince tanımaktan, bilmekten henüz uzaktı. Onun gözünde tiyatro tutarsızlıktı, cıvıklıktı ve ahlaksızlıktı. Ayıptı, günahtı ve tu kakaydı. O zaman, aydının görevi, bunun böyle olmadığını ona göstermek değil miydi? Ne kadar yazıktı ki; gerçek aydın bu görevinin bilincinde olmadığından ve belki de; kendisinden beklenen yürekliliği yeterince gösteremediğinden, görevi, yeterince aydın olmayanlar yüklenmek zorundaydılar. Yapılması gereken; onlardan, neden yeterince aydın olmadıklarının hesabını sormaya kalkışmak değil, aydınlığa açılma girişimlerinde ve isteklerinde elden gelen katkıyı esirgememekti. Zira; boyutları itibariyle bu bir başlangıçtı ve her başlangıç zordu ama bitirmenin de yarısı sayılırdı.
Hikmet Genç sabaha, uykusuz fakat sağlıklı çıktı. Çünkü; ona göre önemli olan bedenin değil, ruhun dinlenmesiydi. Ruh beyindi, bilinçti, insandaki özgüçtü. Kişiyi sağken hasta eden, hastayken iyileştirebilen de buydu. Onun iyileştirmeye yanaşmadığı hiçbir hastalığı hiçbir doktor iyileştiremez, iyileştirdiği en iyileşmez hastalıkları nasıl iyileştirebildiğine hiçbir doktor akıl erdiremezdi.
Hikmet Genç, lisedeki arkadaşlıklarına sığınarak sora sora Belediye Başkanı ‘nın evini buldu. Başkan ‘ın kızı Muazzez ‘i hizmetçileri aracılığıyla bahçe kapısına kadar getirtti. Araya kendi duygularını, kendi düşüncelerini de katarak durumu kıza aktardı ve ondan, oyundaki Binnaz rolünü üstlenmesi ricasında bulundu. Ne yazık ki; güvendiği dağlara çoktan karlar yağmıştı. O bilgili, o görgülü, o kültürlü, o güzel kız, mahzun bir gülümsemeyle başını sol omzuna yatırmıştı ve sisli gözlerle yüzüne bakmaktaydı:
- Üzgünüm Hikoş. Yapamam. Konunun uzun uzadıya öykülenebilecek bir yanı da yok. Biliyorsun; lisemizin bir temsilinde anne rolünde sahneye çıktım. Üstümde normal giysilerim ve oyun gereği omuzlarımda fazladan bir şalla. Tümü o kadarcık. Sahnede “Aaa olur mu öyle şey? ” diyerek bir kahkaha attım. Zira; rolüm zaten bundan ibaretti. İnanır mısın Hikoş, işte o kadarcık bir şey yüzünden o gün bu gündür evlenemiyorum. İnanır mısın, evde kaldım. Adım “Tiyatoracı Gız” a çıktı. İnanır mısın herkeslerin gözleri önünde kahkaha atmaktan suçluyum, ay ben kahkaha atmaktan sabıkalıyım. Babamın seçkinliği, sözedilir malvarlığımız, gördüğüm öğrenim, güzelliğim, her şeyim tek bir kahkahanın kurbanı. İsteyenim olmuyor, olmaya kalkışanları da iki söz-bir Pazar anında caydırıyorlar. Zaten de treni kaçırdım sayılır. Senin gibi birine öyküler anlatmama gerek var mı?
Kız, Hikmet Genç ‘in gölgelenen yüzüne üzüntüyle baktı:
- Seni böyle iki ayağı bir pabuçta bırakamam Hikoş. Dedi. Tanıştırılıp ancak bir-iki kere selamlaştığım bir var. “Yıldız Hanım”. Dul olduğu, dayısıyla birlikte oturduğu söyleniyor. Eğlentilerde, bazı otellerde türkücülük yaptığını duydum. Gel seni ona göndereyim.
Hikmet Genç adresi alıp arkadaşından ayrıldı.
Yıldız Hanım, olduğundan yaşlı gösteren, kısa boylu, esmer, ufak-tefek, ciddi görünen ama azcık dikkatli bakanlara hemen yeşil ışık yakacakmış izlenimi veren bir duldu.
Sivil kasketli, ince uzun boylu, esmer, devetüyünden paltolu, kasket tereği altından bakışlı bir adam olan ve insana hiç de güven vermeyen Dayı ‘sı, kadının ayrılmaz parçası gibiydi.
Yıldız Hanım cakcaklıyordu ama sözün Dayı ‘da bittiği daha ilk anda anlaşılıyordu:
- Pravalara-neyime paytonunan gelirik-giderik. Yemeklerimizin tamamını sizden yerik. Herbi güne ayrı bi harçlık alırık. Gündüzleri prava-neyim istemezik. Günde ikişer paket Boğaziçi sigaramız, çayımız, gayfemiz sizdendir.
Aş taşmak üzereydi, kepçenin parası da düşünülemezdi. Oracıkta bağlanan anlaşma, daha sonra Dernek yönünden de pekilenildi.
Oyundaki paşaların üniformalarının bazı terzilerce dikilmesi, köylü giysilerinin onlara sahip olan evlerden sağlanması, kama, kılıç, hançer gibi araç-gereçlerin araştırılıp, bulunup, alınıp getirilmesi, ortası delikli, uzun beyaz bezlere yazdırılacak sokak duyurularının hazırlatılması, afişlerin yaptırılması, biletlerin bastırılması, salon kiralanması, kalorifer yakıtının salona ulaştırılması ve daha bir yığın işlerin hale-yola koyulması bir toplantıda karara bağlandı.
Arkasından rollerin dağıtılmasına, yazılmasına ve rol sahiplerine verilmesine başlandı. Bunlardan bir kesimi, önemli bir öğrenimi bile bulunmayan bazı genç ve yaşlı terzilere, bir kesimi hevesli bir-iki memura, bir-ikisi bir-iki mühendise ve biri de bir mühendise verildi.
Yağmurların yerlerini bembeyaz karlara bıraktıkları bir gün, ilk prova Terziler Derneği ‘nin toplantı salonunda yapıldı.
Hikmet Genç, ne denli büyük bir yükün altına girdiğini, nasıl bir olmayacak duaya “Amin” demeye kalkıştığını yeni yeni anlamaktaydı.
Yoğun çalışmalar içinde, koskoca bir kitabı, bir koskoca yapıtı rollere bölmüş, her kişinin tüm rolünü Nuh Nebi ‘den kalma bir yazı makinesinde ayrı ayrı yazmış, kendinden önceki oyuncun son tümcelerine ayrı ayrı yer vermişti. Sağladığı bu kolaylıklara karşın, aldığı sonuçlar bakımından elde olmayan üzüntüler içindeydi: Oyuncularından kimisi elindeki açık-seçik yazıyı düzgün bir biçimde bile okuyamıyor, kimisi kekeliyor, kimisi vurgulama yapamıyor, kimisi var olan sözcüklerin yerlerine var olmayan sözcükler koyuyordu. Ve Yıldız Hanım, noktalama işaretlerinin bulunduğu her kavşağa tam gaz giriyor, tam gaz çıkıyor, hiçbir uyarı kadının arkasından yetişemiyordu.
Tam bir Dramlar Komedisi, tam bir Komediler Dramı içindeydiler.
Uyarmalar, azarlar, çabalar, elatmalar yararsızdı.
Ekipteki camın sağlam parçası, bir başına, bir devler dairesinde memur olarak çalışan Turgut ‘tu. İnce, uzun boyuyla, roldeki kapkara suratıyla, başındaki kırmızı fesiyle, halka halka açtığı kıpkırmızı ağzıyla, ayaklarındaki kara lastikleriyle, uzun, dar, koyu renkli ceketiyle oyundaki Arap Beşir ‘i canlandırmaktaydı ve rol, yeteneğine az gelmişti. Dört dörtlüktü, belirgindi, akıcıydı. Hiçbirini önceden tanımadığı rol arkadaşlarıyla tam bir yarış içindeydi ve yarışını başta götürmekteydi. Dizginlerini, yönetmenliğe soyunmuş olan Hikmet Genç ‘in elinden çok büyük bir kolaylıkla kurtarmış, kendi dizginlerini kendi ellerine almıştı.
Yıldız Hanım şıllıklaşmıştı. Derviş Paşa rolündeki ilkokul mezunu Terzi Edib ‘e gözler süzüyor, evine Edib ‘in kiraladığı ve bindiği paytona binerek gidiyor, evinden, içinde Edib ‘in beklediği paytonla geliyor, çayını Edib ‘ten alıyor, sigarasını Edib ‘e yaktırıyor, küllüğünü Edib ‘ten istiyor.
- Yıldız Hanım, virgülde biraz durun lütfen.
- Amaaan ne biçim yazarmış bu? Rastgeldiği yere “Birgül” koymuş.
- Koymuş ne yazık ki. İşte oradaki “Birgül” de birazcık durunuz: “İlginç bir ad, duymuş gibiyim.” Deyiniz.
- İlginç bir ad duymuş gibiyim.
- O “Birgül” ü nokta yapalım bari. “İlginç bir ad. Duymuş gibiyim.”
- İlginç bir ad duymuş gibiyim.
- Değişmedi. Noktayı üçleyelim hele: “ İlginç bir ad… Duymuş gibiyim.”
- İlginç bir ad duymuş gibiyim.
- Yıldız Hanım, “İlginç bir ad” dedikten sonra durup uzuuun bir soluk alın, sonra ben elimle işaret edeyim, siz “Duymuş gibiyim.” İ söyleyin.
- Söylüyorum ya ayol. Aaa adamın zoruna bak. İlginç bir ad duymuş gibiyim.
- Hanımefendi, siz “İlginç bir ad duymuş gibi” değilsiniz. İlginç olan addır ve siz sanki o adı duymuş gibisinizdir.
- İlginç bir ad duymuş gibiyim. Nasıl, oldu mu bari?
- Oldu papağan.
- Ay bana mı dediniz “Papağan” diye?
- Hayır efendim, ne haddime? Ben kendime dedim.
Dayı, Hikmet Genç ‘in sabrının belalısıydı. Oyunu yöneten Hikmet Genç değil, dayıydı. Dernek Başkanı dayıydı. Hatem Usta ‘nın Hatem Ustası dayıydı. Öğretmenin öğretmeni, mühendislerin başmühendisi, Turgut ‘un müdürü dayıydı. Dayı; Yıldız Hanım ‘ın dayısı, babası, belalısı, kocasıydı.
- Dayı bey, siz oyunculara karışmayın lütfen.
- Ehheee, karıyı aldıkmı götürürük.
- Ben size demedim canım. Şu mühendis beye söyledim.
- Ha, o zaman başka.
- Başka ama siz de herkesin sözüne karışmayın. Oyun hazırlıyoruz burada.
- Karışırsam; karı kalır, karışmazsam; götürürüm karıyı.
- Dayım karışmazsa ben çeker giderim. Ben gidince de ortada oyun-moyun kalmaz. Zira; burada anahtar pozisyonundayım.
Hikmet Genç ellerini havaya kaldırıp ileri-geri konuşanları susturdu:
- Size bir fıkra anlatmak istiyorum arkadaşlar. Dedi. Kadın, biraz safça olan kocasından, eve akşamleyin kıyma getirmesini istemiş. Adam kıymayla eve dönerken köşe başındaki evde oturan bir kadın komşusuyla karşılaşmış. Kadın sormuş soruşturmuş, sonra “Tahsina” demiş. “Biliyorsun dul bir kadınım. Eve et-met alacak kimsem yok. Sana bir bilmece sorayım. Bilirsen; bir et parası da benden. Bilemezsen; kıymayı bana bırakıp gidersin.” Adam “Kabul, sor bakalım.” Diye yanıt vermiş. Kadın, “Söyle bakalım.” Demiş. “Benim bıppıriğim önde mi, arkada mı? ” Adam önde olduğunu söylemişse de, kadın arkada olduğunu kanıtlamış ve çekip eti elinden almış. Evde karısı niçin et getirmediğini sorunca; koca, et almayı unuttuğunu ileri sürerek olayı geçiştirmiş. Ertesi akşam, yine elindeki kıymayla eve dönerken köşedeki evin açık kapısında bekleyen anaç kadınla karşılaşmış. Bilmece sorma, bilinirse et parası alma, bilinmezse eti bırakma konusunda yeni bir bahis için anlaşmışlar. Kadın yine bıppıriğinin önde mi, arkada mı olduğunu sormuş. Adam, dersini bir gün öncesinden aldığı için, bu kere arkada olduğunu belirtmiş. Ama dul kadın önde olduğunu kanıtlayarak çekip yine eti elinden almış. Evde, karısı eve neden yine etsiz geldiğini soracak olmuş. Adamcağız öylece boynunu bükerek: “Ulan avrad,” demiş. “O iki bıppıriğli karı o köşebaşında oturduğu sürece, bu bizim eve et-met giremez anam-babam, et-met giremez. Bunu böylece bilesin.”
Hikmet Genç, bir çiviye asılı duran tornistan pardesösünü giyinirken kahkahalar arasındaki arkadaşlarını eliyle selamladı:
- Haydi, kalın sağlıcakla. Böyle koşullar altında böyle bir ekiple böyle bir ocaktan sahneye oyun-moyun konamaz arkadaşlar, konamaz anam-babam.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 213-239/239)
(Sonraki öykü 'Hikmet Baba 'nın İlkleri)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 1.4.2007 01:46:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu