İlk Para Buluş
“El işte, göz oynaşta.” Derler ya, Hikmet Genç işte o durumdaydı. Gönlü bir türlü ders çalışmak istemiyor, önündeki kitabı okumak için kendisini ne denli zorlarsa zorlasın; okuyamıyor, okuduğunu sandıkları kafasına girmiyor, hep aynı sayfalarda gezinip duruyordu.
İşi ders çalışmaktı, oynaşı geçim derdiydi.
Ay sonuna, her biri bir ayrı yüzyıl kadar uzun yirmi gün daha vardı. Fakat cebindeki tüm parası bir tek liracıktan ibaretti ve o da her biri beş kuruştan topu topu yirmi simit parası ederdi.
Yalnız paradan yana değil, başını sokacak yerden yana da açmazlar içindeydi. Hem kendi ilinin adını taşıyan bir yurtları bulunmadığından, hem de yüz liradan ibaret yurt aylığını bir araya getiremediğinden Tanrı ‘nın her bir günü bir değişik arkadaşının yardımıyla el-alemin yurtlarında gizli ve zorlu geceler geçirmekteydi. Sandalye üstünde sabahlayarak, herhangi bir arkadaşıyla iskambil kağıtlarındaki papazlar gibi tersli-yüzlü yatarak, yurt yetkilileri kontrole geldiklerinde; onlara yakalanmamak için balkon demirlerinden karanlık boşluklara sallanarak ve ölümlere gidip gidip gelerek geçirdiği geceler hiç de az değildi.
Başını çevirip çevresine şöyle bir göz gezdirdi.
Bir yanıyla bir camiin, bir yanıyla bir çarşının duvarlarına yaslanmış olan ve kalan iki yanında da duvar-muvar bulunmayan çay bahçesi, bir baştan bir başa karlar altındaydı. Çınaraltı ‘nın nice bir yüzyıllar görüp geçirmiş kıdemli çınarı, bereketli gölgesini yazlarda, sararmış yapraklarını sonbaharlarda unutmuş, bir yalnız, bir deli başına zorlu bir kışın beyazlığına sığınmıştı. Derme-çatma masalarla derme-çatma sandalyeler kara-kışa pekilenmişti. Yaşam, bir kendisinin oturduğu masada, bir de bahçenin ortasında camlı bir altıgen biçiminde dikilmiş kulübedeydi. Sıcaklığının camları buğulandırdığı bu çay ocağından çay bardakları dolu metal askısıyla arada bir fırlayan bıçkın bir garson, haykıra-bağıra, karlara bata-çıka koşup gözden kaybolmakta, bir süre sonra boş bardaklarla ve soğuktan morarmış bir yüzle geri gelip sıcak altıgene sığınmaktaydı.
“Çınaraltı” namı diğer “Küllük” yazın böyle miydi? Yaz mevsiminde, bu kara teslim derme-çatma masalar, sandalyeler kadınlı-erkekli genç-yaşlı ve tümden sevinçli insanlarla dolar dolar boşalır, altıgenin tepesi kaldırılıp bir yanlara koyulur, camlı kapı ardına dek açılır, güngörmüş çınarın varsıl yaprakları başlarda yelpazelenir, cami avlusunun yüksek kemerli taş kapısından oluk oluk süzülen ikindi güneşinin mahmurlaşan solgun sarı ışıkları masaları yalar, saçları yaldızlar içinde bırakır, yüzleri bir tatlı huzurun aydınlığıyla süsler, bıçkın garsonun muzip seslenişleri camları ışıldayan altıgenin içinde çınlardı: “Çay biiir… İki olduuu… Beş yap, elli yap… Dol şerbet Nimet Abla ‘ma… Yusuf Abi ‘me nargile çeeek… Yandan çarklı haminnemeee…”
Hikmet Genç, çok sigara içtiğinden kitaplıklara girip ders çalışamadığını, bütün bir kış bu çay bahçesindeki masasının-iskemlesinin karlarını eliyle temizlemek zorunda kaldığını, içeceği bir bardak çay sayesinde masaya oturabildiğini, sabahlardan akşamlara kadar dona-titreye ders çalıştığını aklından geçirdi.
Bıçkın garson kötü alacaklılar gibi iki de bir yakasındaydı. Vantuzlarıyla yapışmıştı. Bir türlü yakasından silkip atamıyor, bir türlü düşüremiyordu.
- Üniversiteli, ne içeceksin?
- Şimdilik pek isteğim yok. Az sonra söylerim.
“Az sonra” n bir-iki dakika ötendedir ve bıçkın yine karşındadır :
- Üniversiteli, ne içeceksin?
- Kahvaltıda ballar-reçeller yedim. Şimdi üstüne gitmez. Daha sonra.
“Daha sonra” n “Az sonra” nla komşu sayılır, bilmiyorsan muzip bıçkın sana öğretsin:
- Üniversiteli, ne içeceksin?
- Ne var içeceklerden? Gazoz olsa soğuk düşer bu havada. Şerbet sigarayla bağdaşmaz. Kahve uyku verir. Çay belki. Acaba taze mi? Demlensin, içerim artık.
- Ne halt edecekti? Bir lirayla yirmi uzun günü nasıl geçirecekti? Günde bir simide razı olsa bile, obir gider kapılarını nasıl kapatacaktı? Günde bir paket Birinci sigarası için gereken yirmibeş kuruşu nereden bulacaktı? Yakasına-paçasına yapışmış olan bu binbir sorun ayaklarının dibinde ac bir kedi yavrusu gibi miyavlarken şu dersleri o kafaya nasıl sokacaktı?
Yemeğini yemiş, içkisini de içmiş olan, denizgören villasının geniş, sıcak ve varsıl kitaplığında kalemini beyaz parşömenler üzerinde gezdirerek bilimin engin sırlarını altın tepsiler içinde topluma sunan değerli profesör, hele bir kulak verelim ki; karlar içindeki uyduruk bir masada bulunan bugünü yarınından, yarını bugününden zavallı bir delikanlıya neler diyor?
“Para, ibrazında ödenmesi gereken bir tediye emridir.”
Eveeet, öyleydi. Zaten emir de demiri bunun için kesebiliyordu. Bir elinde kalınca demirin, obir elinde de paran. Bastırıyorsun parayı, ver ediyorsun demiri, istiyorsun kesmesini. Ustamız demiri kesiyor, ödeme emri de yerli yerine oturuyor. Parayı yani ödeme emrini bakkala veriyorsun, pirinçle-şekerle-benzerleriyle ödüyor, terzi giysini, kunduracı ayakkabını yapıyor, simitçi simidini veriyor. Peki bunun son borçlusu kim? Son borçlu görünen köy be. Adı ödeme emrinin üstünde, altında da onu temsil edenlerin adları-imzaları. Bakkala, terziye, kunduracıya, simitçiye değil de, bu tediye emrini ona ibraz etsen; nasıl ödeyecek, neyle ödeyecek? Karşılığıyla. Nedir karşılığı? Altın, gümüş veya bunların bileşimi olan metalik bir karışım ya da; platin-mlatin gibi değerli bir şeyler. Nasıl ölçüp tartıp ödeyecek? Keskisiyle, küsküsüyle, bıçağıyla, makasıyla, terazisiyle. Şeytan diyor ki; al noteri yanına, git bu son borçlunun kapısına. Uzat bu ödeme erini burnuna. Sonra da duyur gazetelere durumu: “Var git, üstadına selamlar söyle.” Dediler diye.
Bir simit beş kuruş, bir tek Birinci sigarası bir kuruştan biraz fazla ve bir lira yüz kuruş. Bir lirayla nasıl geçinilir yirmi gün?
- Sal, ne içeceksin?
- Çay var mı?
- Vooor.
- Demlenecekti, demlendi mi bari?
- Hemi de nasıl. Kafayı bulurcasına.
- Çay kaç kuruş?
- Tek şekerli ikibuçuk, çift şekerli beş kuruş.
- Şekersiz çay kaç kuruş?
- O da ikibuçuk kuruş yani yüz para.
- Ver bir tek şekerli çay da kurtulalım elinden.
- Sağır kulağıma lütfen?
- Tek şekerli çay.
Bardakları ne kadar da küçültmüşlerdi. İçindeki bir tek fırtta zılgıtı yiyecek gibiydi. Üstelik, bardağın ağzında bir parmak eninde bir de eksiklik vardı. Nedenini sormaya kalksa; “Şeker Payı” olduğunu söyleyeceklerinden emindi. Gel gör ki; çay tek şekerli olduğu halde eksiklik iki şekerlikti. Hem de, Hikmet Genç ‘in tatlı çay içmek gibi bir alışkanlığı yoktu. Gönülsüz bir tutumla başını şöyle bir sallamakla yetindi. Çay sıcaktı, dumanı tütüyor ve çarçabuk soğuyordu.
Biteceğinden korka korka gagasını batırdı ve çayını kuş gagasıyla içmeye başladı. Bu bir bardak çayın ona bu karlı ve ıssız bahçede akşam karanlığına kadar oturma ve çalışma hakkı sağlayacağından emindi.
Çay kakalamakta baltalaşan bıçkın, boş bardakla tabağı almakta kör keser kesilmişti. Artık ne uğruyor ne boşları kaldırıyordu. Hikmet Genç çay bardağını tabağına ve her ikisini az ötedeki karlı bir masaya bırakıp kitabına yeniden göz atmaya koyuldu.
“Bir para, mal olarak kullanıldığında, para olarak kullanıldığına oranla daha fazla yarar sağlıyorsa; o artık mala dönüşür, emisyondan yani piyasadan çekilir ve adına da Malpara denir.” Miş.
Yanlış mıydı ki? Köylü, parlak sarı metalden yapılan ve ortalarına da birer delik açılan bir kuruşlardan elli tanesini bir ipe dizip küçük kızının koluna taktımı, ancak bin kuruşa alabileceği bir armağan bilezikten kurtulmuş oluyordu. İpe dizili kuruşlardan bilezik yapma işi moda haline gelirse; emisyonda bir kuruş, ikibuçuk kuruş yani kırk para, yüz para kalır mıydı? Bilezikleşen bir kuruşlar, kolyeleşen ikibuçuk kuruşluklar, kaşıklaşan gümüş yirmibeş kuruşlar, gümüş elli kuruşlar, gümüş bir liralar, üretim sırasında yanlışlıkla içine altın karıştığı söylenen on paralar, yüzükleşen nikel beş kuruşlar ve on kuruşlar bu yüzden sırra kadem basmış olmalıydılar.
Beklenmedik bir gülümseme sinirlerden, kaslardan yola çıkıp gelerek Hikmet Genç ‘in dudaklarına oturdu.
Bozuklukların Malpara ‘ya dönüşmeden nasıl olup da sırra kadem bastığını sormaya kalksa; acaba profesör buna nasıl bir yanıt verebilirdi? Olayı bilip yaşamadan doğru yanıt vermesine olanak var mıydı? Yoktu ki. Yurt çapında örgütlenen dilenci şebekeleri, iyilikseverleri, kendilerine kağıt para vermeye zorlayabilmek için, sadaka olarak emisyondan çektikleri çuvallar dolusu bozuk parayı habire lağımlara atma ve kara topraklara gömme peşindeydiler.
Haberi var mıydı acaba üstadımın?
Hikmet Genç, soğuktan elleri titreyerek sayfaları çevirmekteydi.
“Parada temerküz kabiliyeti yani gelip bir aynı yerde toplanma yeteneği vardır.” Mış.
Bu, “Para parayı çeker.” Demiş olan çarıklı atalarımızın, o yeteneği, bu profesörden önce bulup çıkardıklarının bir göstergesi, bir kanıtı değil miydi?
Hikmet Genç ‘e göre; para parayı çekiyor yani gelip gelip bir aynı yerde toplanmıyor, yolunu-yöntemini bilen birileri onu çekip çekip bir aynı yere topluyorlardı. Hikmet Genç ‘in o kurnaz alçağı unutabilmesi olası mıydı? Adam deniz kıyısına derme-çatma bir kulübecik oturtmuş, içine de bir kırık masa, bir eski sandalye atmıştı. Yük gemilerine tonlarca yük, tonlarca yüke de gemi buluyor, yük sahibinden ve geminin donatanından ton başına para kırpıyordu. Vergi dahil hiçbir gideri yoktu. Kazancı saf kazançtı. Armudu hem çöpsüz, hem kabuksuz, hem de pişmiş armuttu. Ballı-kaymaklı-çift katlı ekmek kadayıfıydı. Kovsalar; “İşte masam, işte kasam.” derdi. Haczetmeye kalksalar; satın almamak için bitpazarları kepenk indirirdi.
Karın yeniden yağmaya ve havanın da kararmaya başladığını görünce, çayı istediğine, içtiğine-içeceğine pişman oldu. Şu bir bardak çayı içmemiş olsa; bir lirası parçalanma tehlikelerine düşmezdi. İçtiğinde istediği gibi oturup ders çalışabilme hakkı vardı ama ne yazık ki; oturmaya zaman kalmamıştı: Kar yoğun bir biçimde yağıyor ve hava gittikçe kararıyordu.
Gözleri satırları seçemez olmuştu. Kaç günden beri midesine lokma inmediğini bir türlü bulup çıkaramıyor, gittikçe daha fazla üşüyor, gittikçe daha fazla titriyor, gittikçe çenelerinin takırtılarını kendisi bile duyabiliyordu.
Aklı-fikri, şu ikibuçuk kuruşu vermeden o karlı bahçeden nasıl çıkıp gidebileceğindeydi.
Altıgende ışıklar yanmıştı. Camlardan düşen sarı ışık, dışarıya öbeklenmiş olan kuştüyü karların üstüne üstüne serpilip serilmekteydi. Işık altında sararan beyaz kar yıldız yıldız parlıyordu. Ocakçının öte-beriyi toplamaya başladığı, oturduğu yerden kolaylıkla görülmekteydi. Altıgenden fırlayan bıçkın, başka masaya bıraktığı bardağı-tabağı kapıp ivedi adımlarla inine dönmüştü.
Tutunacak dal kalmayınca Hikmet Genç, ıslak kağıdı-kitabı alıp gitmek zorunda kaldı. Üstünü-başını silkelemeye gerek bile görmeden, unutmuşluğa vererek yürüyüp altıgenin yanından ağır adımlarla geçmek istedi. Birkaç adım ilerlemişti ki; altıgenden fırlayan bıçkın, rüzgarda kelle atan bir şeytan uçurtması gibi kardaki izlerine atıldı:
- Heeey Versal… Çay parası? ..
Cırlak sorunun üstüne kalın bir ses yırtıcı bir kuzgun gibi çullandı:
- Gel lan deve… Gir halıcıdaki boşları getir… Ne koşuyorsun oğlanın ardından? .. Bir çaya bin işkence çekiyor kar altında sabahtan akşama kadar görmüyor musun? .. Belli ki; yok işte parası-pulu… Vermez mi olsa? ..
Hikmet Genç yarım döndü: Ocakçıcın o denli iri-yarı, o denli kaba-saba biri olduğuna, yapısıyla aynı oranda yürek taşıdığına hiç de dikkat etmemişti. Büyük bir utançla, utancından da büyük bir minnetle adama bir süre baktı, sonra yürüyüp karın beyazlığıyla aydınlanmaya çalışan beleşçi karanlıklara daldı.
- Yalnızlık yoksulluk utanmasın, ko ki; ben de utanayım. Ben böyle ikibuçuk kuruşluk çay paraları çala-yiye mi hak-hukuk adamı olacağım? Tuh yoksulluğa ve tuh, tuh, tuh bana. Ona bir kere tuh, bana tamı tamına üç kere tuh. Tuh, tuh, tuh…
Kar kısa zamanda düzü-dünyayı bembeyaz ve yumuşacık bir örtü gibi örtmüştü. Toprak-moprak görünmüyordu. Yollar-izler kar altında kaybolup gitmişti. Karanlığa başkaldıran kalem gibi minarelerde kandiller, karlı sac kubbelerde mahyalar yanmaktaydı:
“Kandiliniz kutlu olsun”.
- Ben bir lirayla yirmi uzun gün nasıl geçineceğim kandiline kurbanlar olduğum Tanrı ‘m? Ben ders harçlarımı nasıl ve neyle yatıracağım? Ben hangi parayla traş olacağım? Ben kirli çamaşırlarımı hangi parayla yıkatacağım? Ben bu uzun kışa paltosuz nasıl dayanacağım? Ben tramvay paralarını nereden bulacağım? Bulamayınca; hergün sabah-akşam kilometrelerce yolu nasıl yürüyeceğim? Susayınca ben hangi parayla bir yudum su içebileceğim? Sıkışınca ben hangi parayla işeyeceğim? Aldığım soluk parayla. Kandiline kurbanlar olduğum, ben ne halt edeceğim?
Karlar içindeki “Oturan karaltı” bir kardan adamı andırmaktaydı. Başı ve omuzları körpe karlar içinde kalmıştı. Kandillerin ve mahyaların ışıkları, çizgileri belli olmayan yüzünün ve kollarının yanlarını belli-belirsiz sarartmış, obir yanlarını beyaz karın insafına bırakmıştı.
- Yoksula beş-on para. Rızkı veren Tanrı aşkına…
İçinde bunaldığı sorunların çözümü oymuş gibi, Hikmet Genç, pantolon cebindeki bir lirasını çıkarıp tek bir kararsızlık göstermeden, yoksulun açılmış avucuna bıraktı, başını omuzlarının arasına saklayarak ve karlara bata-çıka yürümeye çalışarak vurup geçti.
- Yürü bakalım ollum… Dedi. Anca gidersin… Yirmi gün bir lirayla nasıl geçineceğini değil, yirmi gün parasız ne halt edeceğini düşün şimdi… Hiç olmazsa; simit-çay hesabından kurtuldun ya… Az şey mi? ..
Parası yoktu, yeri yoktu, yurdu yoktu.
Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyor, bilmek de istemiyordu. Kendisini olayların akışına, alınyazısına, nasibe bırakmıştı ve düşünceler içindeydi:
Acaba alınyazısı ve nasip var mıydı? Varsa; nasip, alınyazısına bağlı olmalıydı. Kişi neden, bir şeyi yedikten, içtikten sonra bunun kendi nasibi olduğunu söyleyebiliyor da onları yapmadan önce söyleyemiyordu? Bu bir tür geleceği bilmemek miydi? Nasip acaba her an yeniden düzenleniyor muydu, yoksa baştan düzenlenip bırakılmışsa; o zaman nasip, biryerlerde alınyazısı olup çıkıyordu.
Peki, alınyazısı neydi? Nasıl bir şeydi ve var mıydı, yok muydu? Eğer bu bir programlamaysa; değişken olmaması gerekirdi. Değişkense; bu değişebilirlik onun öncelikli bir program olma olasılığını ortadan kaldırırdı. Varlıklararası alınyazısı bir ve aynı olamazdı. Türe özgü bir alınyazısı genel olabileceği gibi özel de olabilirdi. Eğer bireye özgü bir alınyazısı varsa; bireyin bunu değiştirebilme şansına yok gözüyle bakılabilirdi. Bu şansa, yok gözüyle bakmak, irade özgürlüğüne de yok gözüyle bakmak demekti. Bireysel iradenin özgürlüğünü bir kere kabul ettinmi, alınyazısının varlığını da pekilenemezdin. Alınyazısının varlığı türler ayrıldıkça azalmakta ve hatta tümüyle ortadan kalkmaktaydı. Zira, bir kelebek için tabancayla intihar etmek söz konusu olabilir miydi? Bir kuş için ölüp düşmekten söz edilebilse bile düşüp ölmekten söz edilebilir miydi? Bir demir parçasının alınyazısı iple boğulup öldürülmek olamazdı. Tıpkı bir balığın, suda boğulmak gibi bir alınyazısının bulunamayacağı gibi. Özetle; fizik ve morfolojik varlığın elverdiği ve etkilendiği şeylerin ortaya çıkardığı dudum, onun alınyazısıydı.
Öyleyse; alınyazısı vardı ve programlanmıştı.
Şimdi, tüm serveti olan bir lirasını o yoksula vermekle, yapılmış bir programa göre hareket etmediğini kim söyleyebilirdi?
Karın sakladığı bir takım basamaklardan inmek isterken Hikmet Genç, ayakları yerden kesilmek suretiyle havalandı. Formalardan oluşma kitap koltuğunun altından kurtulup savruldu. Gövdesi önce kof bir sesle sert bir yere vurdu, sonra vurduğu yerden kayarak ve sürüklenerek ters döndü ve daha sonra dizleriyle elleri üstüne kıvrılarak yıkıldı.
- Varımızı-yoğumuzu bir yoksula seve seve verdik de, suçlu mu olduk?
Güçlükle dizlerinin üstüne doğruldu. Kaşından damlayıp yüzüne bulaşan kanı avucuyla sildi. Karanlıklar içindeki çevresine bakınarak kitabının formalarını görmeye çalıştı. Başaramayınca yeniden eğildi ve elyordamıyla karları yoklamaya, aramaya başladı. Kitap forması arayan eli sert bir cisme dokundu ve cisim şıngırdadı. Avuçlayıp gözlerine yaklaştırınca, bunun bir para kesesi olduğunu anladı.
Sızlayan dizlerini, kanayan avuçlarını, yaralı alnını, kitabının savrulup dağılan formalarını ve kar içindeki üstünü-başını tek bir anda unutup yerinden fırladı. Çevresine şöyle bir bakındı ve sonra, keseyi pantolonunun sağ cebine koyup eliyle sımsıkı tutarak hayli gerilerde bıraktığı camie doğru koştu.
Camiin tuvaletlerinden birine girdi, kapıyı içerden sürgüledi. Keseyi cebinden çıkardığında yüreği kuşlar gibi uçmaktaydı.
Kese simli iplerle örülmüş ve ağzı simli bir kordonla boğulmuştu. İçini avucuna boşalttığı sırada, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi ve gözlerine inanamadı: Avucu pırıl pırıl parlayan sarı metal bozukluklarla, gümüşlerle ve gıcır gıcır kağıt paralarla doluydu. Nikel beş ve on kuruşlar, sarı yirmibeş kuruşlar, gümüş yirmibeşlik, ellilik, yüzlük kuruşlar avucundaydı ve aralarında iki beş liralık, altı on liralık ve bir de elli liralık banknot gülümsemekteydi.
Hikmet Genç, tümünü bir yana bırakmış, beş liralık banknotlardan birine gönlünün tüm beğenisiyle bakmaya başlamıştı. Çocukluğunda bütün bir kurban bayramı boyunca, sayısız yakınının, sayısız büyüğünün ellerini öpmüş, el öpmekten dudakları eskimiş fakat toplayabildiği bayram harçlıklarının tamamını bile bir tek beş liracık yapamamıştı. Bir beş liraya ulaşabilmek, ona Ağrı Dağı ‘nın doruğuna çıkıp inmekten zor gelmiş ve sonunda da çıkıp inmekten cayıp bilcümle hayallerini sürgünlere yollamak zorunda kalmıştı.
Baktıkça gözleri kamaşıyordu. Kendisini Hazreti Süleyman ‘ın hazineleriyle karşı karşıya sanmaktaydı. Az öncesine kadar, yirmi uzun günü beş parasız nasıl geçireceğinin derdinde ve hesabındayken, şimdi kendisine günlerce ve günlerce yetebilecek bir servetin sahibiydi. Yüzü tuvalet deliğine dönük bir durumda sırtını tuvaletin kapısına dayamış mırıldanıp durmaya başlamıştı.
- Tanrı ‘m, sen her şeyden haberdarsın. İşte ben bu keseyi buldum. Her kesenin bir sahibi olması gerektiğinin, bir kesenin ancak düşürülebileceğinin yani hiçbir kimsenin bilerek ve isteyerek kesesini fırlatıp atamayacağının farkındayım. Simlerle örüldüğü için, kese sahibinin varsıl biri olması gerektiğini de kestirmekteyim. Varsıl bir kimsenin, kesesini yitirince, yoksul bir kimse kadar üzülmeyeceği ise apaçık ortada. Ayrıca, yitirdiği bir bu kadar olduktan sonra, kalanının bundan da fazla olması icabettiğini sen de, ben de bilmekteyiz.
Hikmet Genç paraları keseye doldurdu. Kesenin ağzını kordonuyla boğdu ve dolu keseyi avucuna alıp yukarı kaldırdı:
- Şimdi ben bu kesenin sahibini bulmaya kalkışsam; onu kolay kolay bulamam. Kese bulduğum bir duyulsa, karşıma kesenin sahibi olduğunu öne süren yüzlerce kişi çıkar. Sahibi bulunup kendisine verilsin diye birilerine teslim etsem; bunun üstüne, sahibi yerine, önce, obirileri oturur.
Hikmet Genç, keseden bir beş lira çıkarıp onu yeniden bağladı ve öylece cebine indirdi:
- Söylemeye gerek bile yok: İçinde bulunduğum durumu biliyorsun. Dardayım, darlardayım. her şeyi yapan-eden-eyleyen sen olduğuna göre; ben bunu bulmadım, onu bana sen verdin. Senin uygun görüp bana verdiğini, ben hangi haddimle başkalarına verebilirim? Eğer bu, senin bana şakansa; tenezzül edip benimle böylesine şakalaşman da bana bir lütuftur. Lütfunu geri çeviremem. Lütfetmiyor da beni deniyorsan; ben denenmeye pekilenemem. Zira; beni sen yarattın, sen programladın, sen yaşatıyorsun. Yapacağımı-edeceğimi-eyleyeceğimi zaten biliyorsun, neden deneyesin? Eğer bunu bana bilerek, isteyerek verdinse; o zaman bu da benim sana minnetimdir. Sana sözler veriyorum, andlar içiyorum: Elim her ne zaman yoksulluktan kurtulup varsıllığa uzanırsa; bunun kat ve katlarını iyiliğin ayakları altına sereceğim, ölünceye kadar yoksulların ellerinden tutma konusunda çaba göstereceğim, uğraş vereceğim. Yalvarırım, bu davranışım için beni bağışla.
Hikmet Genç, pantolon cebindeki bir kese parayla ve elindeki gıcır gıcır bir beş liralık banknotla tuvaletten çıktı.
Vakit akşamdı ama ortalık aydınlıktı. Güneş batmıştı ama her yer yaz güneşleri içindeydi. Kış mevsimiydi ama her yan körpe baharlarla kucak kucağaydı. Gökten kar yağmıyor, gül yaprakları yağıyordu. Yerler sümbül sümbül, gökler leylak leylak kokmaktaydı. Ayakları karlara batıp çıkmıyor, kaymaklar üstünde kayıyordu.
Bir süre önce, son bir lirasını umuda açık avucuna bırakmış olduğu kar altındaki yoksul, aynı yerde çiçekler-çimenler içinde oturmakta, başına kar yerine körpe gül yaprakları yağmaktaydı. Havaya açılmış avucunda gül yaprakları vardı.
Hikmet Genç, keseden çıkarıp ayırmış olduğu bir katmerli gül yaprağını adamın avucundaki gül yapraklarının üstüne yavaşça bırakıp pembe karanlıklara doğru vurdu gitti.
Kulaklarında kuşbaşı kar taneleri kadar hafif, kuşbaşı kar taneleri kadar yumuşak, kuşbaşı kar taneleri kadar beyaz, kuşbaşı kar taneleri kadar ılık bir ses vardı:
- Tuttuğun altın olsun hayır sahibi… Rızkı veren Tanrı aşkına…
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 195-212/239)
Kayıt Tarihi : 29.3.2007 00:38:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!