İlk Hakkını Arayış
Banka yine mudi saldırısına uğramıştı.
Mudiler kadınlardan, erkeklerden, gençlerden, yaşlılardan ve çocuklardan oluşan çekirge sürüleri gibiydiler. Sabahtan akşama kadar kara bulutlar halinde akın ediyorlardı.
Bir vezneci, veznesinin önüne üşüşen kızlı-oğlanlı bir çocuk kalabalığının kumbaralarını açıyor, içindeki bozuk paraları bankoya döküyor, onlara, miktarlarına göre ayırttırıp kulelettiriyor, kuleleri eline birer birer alıp bir metal şelalesi halinde obir avucuna şırıl şırıl boşaltıyor, alışageldiği bir el becerisiyle hesaplıyor, uzatılan banka defterine yazıp yetkililerin imzalarına gönderiyordu.
Gelen ve Giden Havale Servisleri ‘nin bankolarına dayanan müşteri kuyrukları salonun içinde bir-iki kıvrım yaptıktan sonra kapıdan sokağa uzanmaktaydı.
Ticari Kredi Gişeleri ‘nin önlerinde iş adamları, Tarım Kredi Gişeleri ‘nin önlerinde köylü kalabalıkları, Aylık Gişeleri ‘nin önlerinde emekli kitleleri, Ev Kredisi Gişeleri ‘nin önlerinde evsiz-barksızlar ve Danışma Gişeleri ‘nin önlerinde de başvuracakları yeri-yurdu bulamayanlar vardı.
İçi daraltan kalabalık, geniş salonu da daraltıyor, bulunduğu yerde, ateş üstündeki bulgur çorbası gibi kaynıyor, bazan da bütün halinde o yana-bu yana yaylanıyor,esniyor, sallanıyordu.
Memurların, kendisini çağırmak için masalarının camlarına ardarda vurdukları kalemlerin tıkırtılarını duydukça, bankanın tek odacısı oraya-buraya koşmakta, buradan aldığı kağıtları oraya, oradan kaptığı belgeleri şuraya götürmekte, arada bir de, değişik odaların kapılarında cana gelen zil seslerine yetişmeye çalışmaktaydı.
Hikmet Genç, masasına yağmur gibi yağan senetlerle zorlu bir savaşa girmişti. Hangi mudinin hangi saatte gelip ateş hattındaki yerini alacağı, hangi senedin hangi portföyden çığlıklar koparacağı, hangi hesap kartının hangi kalem altında sızlanmaya başlayacağı belli değildi. Kağıtlardan birini alıp bir yere sürüyor, birini bir yerden çıkarıp başka bir yere yerleştiriyor, birini yerinden çekip işlemini yaptıktan sonra yerine sokuyor, birini imzadan kurtarıp bir başkasını imzaya itiyor, ona pul yapıştırıp buna damga vuruyor, her işlem tamamlayışında kaleminin tersini masasının camına tıklatarak odacıyı çağırıyor, gelmezse; adını söyleye söyleye sesleniyor, gelirse; bir işlem gönderip yeni bir işleme dalıyordu.
Yanındaki uzunca masaya karşılıklı yerleşmiş dört görevli, ortalarına tepeleme yığdıkları dosyaları kendilerine siper edinerek ve kurnaz gözlerle iki de bir çevrelerini kontrol altında tutarak öğle yemeklerine Kaça Kaç oynamaktaydılar:
- Üüüç…
- Bilemedin. Bak; üç değil, dokuz. Şimi şu dokuza bir çizgi daha çekeliiim, bak; dokuzumuz da oldu vagon.
- Az önce de dokuz yapmıştın hırt. Ben şimdi sana dokuzu-topuzu gösteririm. Söyle bir sayı.
- Bırak oğlum sayıyı-mayıyı da şu aşağıdaki dosya kulesinden bir dosya daha alıp şu soldaki boş yere koy bakalım. Müdür falan gelir de ayvayı yeriz.
- Dedirtme lan müdürüne. Bu kere de dosyayı siz aktarın, ben tuvalete gidip geleyim.
- Tuh be. Tuvalete günde en az on kere gidiyorsun ve her gidişinde de en az yarım saat oyalanıyorsun. Etti mi sana beş saat. Zaten çalışma sekiz saat. Kalanı da Kaça Kaç.
- Tencere dibin kara, seninki benden kara.
- N ‘apalım anam? Ayda bir gün para alıp otuz gün harcayarak el-alemin milyonlarıyla oynamak kolay mı?
- Zor mu?
- Elbette ki zor. Ücret az, iş çok.
- Koskoca bir ile iki banka olursa; haliyle iş de çok olur. Sayı artsa iş azalır.
- Halkta para yok. Neden artsın ki banka sayısı?
- Canı isterse artmasın. Ben sıkıştım.
Hikmet Genç ‘in bankosunda eller ateşten diller gibiydi. Her yandan, her yönden uzanıyor, dayanıyor, yaslanıyor, her uzanıp dayanıp yaslandığında da banko çeklerle, senetlerle, poliçelerle, pullarla, kimlik belgeleriyle, zarflarla, dosya gömlekleriyle, kartonlarla doluyor, kalemler kağıtların, kartonların üstlerinde cızırdıyor, portföyler açılıp kapatılıyor, kalem tepeleri masa camından odacı çağırıyor, istekler yağmurlar gibi yağıyor, seller gibi sürüp götürüyordu.
Avuçları yanmaktaydı. Alnı ve saçları ter içinde kalmıştı. Yüzüne birbirinden zorlu pembelikler yayılmakta, dili-damağı kurumakta, sandalyeye kalkıp oturmaktan bacakları sızlamakta, bankoya uzatıp uzatıp çekmekten kolları ağrımaktaydı.
Yaşlı odacı, bankoya sinekler gibi üşüşmüş olan kalabalığı yara yara öne geçip elindeki kağıdı Hikmet Genç ‘in önüne bıraktı:
- Poliçenin yirmi liralık puluna tarih damgasını ters vurmuşsun. İşlem müdür yardımcısından yani beybandan geri döndü. Ömrü uzun oğul-moğul dinlemez. İşlem kılı kılına doğru olacak, o kadar. Koy bakalım yirmi lirayı yeni pullar için cebinden. Elbette ki bulabilirsen. Kedi ne ki budu ne olsun. Gitti ikiyüz liralık aylığın onda biri. Bu mudi fırtınasında inşallah tamamı bir günde gitmez.
Hikmet Genç ‘in başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Odacının bırakıp gittiği poliçeye korka korka gözattı. Doğruydu. O canım yirmi liralık pulların üstüne tarih damgası ters vurulmuştu. Pul parasını zaten vermiş olan poliçe sahibinin aynı parayı ikinci kere vermeye yanaşmayacağı ortadaydı. Üstelik, ondan bunu istemeye de hakkı yoktu. Yanlış kendi yanlışıydı. Kendisine göre önemli olan; pul üstüne tarihin vurulup vurulmadığıydı, aynı bankada müdür yardımcısı olarak çalışan beybaya göre; damganın ters vurulmaması gerekiyordu. İşlem bunun için geri çevrilmişti, bunun için yenilenmesi isteniyordu. Peki, beyba, oğlunun cebinde beş para bile bulunmadığını, bir yirmi liranın ona ne denli ağır yük olacağını bilmiyor muydu? Bankada, oradan burs alan, o bursla ünivertsitede okuyan, yaz tatillerinde de, o ikiyüz liralık burs karşılığında staj yapan, üstelik de kendi yanında ikamet eden oğlunun durumunu bilmez miydi? Elbette ki biliyordu ve böyle bir parayı ödemenin ona ağır geleceğinin de bilincindeydi. Öyleyse; görmezlikten gelemez miydi bir bu kadarcık, bağışlanması kolay bir yanlışı?
Soruyu kendisi soruyordu ama yanıtı kendisi de biliyordu: Gelemezdi. Gelirse; müdür yardımcılığı ortadan kalkar, beybalık-oğulluk ortada kalırdı. Oysa: bankada onlar, beyba-oğul değil, yönetenle yönetilendi. Dahası; kurallar çiğnenmiş olurdu ve çiğnenebilen kurallarla da bankacılık yürümezdi.
Cama vurulan bir kalem sesinin ardından, bitişikteki camlı bölmenin küçük penceresi açıldı ve vezneci elindeki pul kutusunu Hikmet Genç ‘e uzattı:
- Al ne kadarlık pul gerekiyorsa. İdare ederiz birkaç gün.
Hikmet Genç kutudan bir yirmi liralık pul alıp yeni bir poliçe düzenleyerek işlemlerini düzeltti, beybasına gönderdi ve yeniden işlem selinin ortasına daldı.
Öğle dinlenmesi için zillerin çalınmasından sonra başını masadan kaldırabildi. Kaça Kaç ‘cılar sınırsız bir yakınlıkla ellerini-avuçlarını arkadaşlarının şurasına-burasına vura vura, herkeslerden önce kapıya yönelip birbirlerinden yemek yemeye, birbirlerine yemek yedirmeye gitmişlerdi. Birkaç kız, birlikte çıkmamak için kız arkadaşlarını atlatmaya çalışarak yolunu beklemekteydiler. Her zamanki gibi ciddi, her zamanki gibi düşünceli, her zamanki gibi sigarası parmaklarının arasında olan beyba, eve gitmek üzere çıkmaya hazırlanıyordu. Hikmet Genç, onunla karşılaşmamak için, gitmesini bekledi ve sonra çıkıp eve gideceğine yaz-bahar içindeki sokaklara daldı.
Sokak başındaki taştan yapılma bir pınarın pirinç lülesinden bir ilkokul öğrencisi avucuyla su içmekteydi. Pınarı çevreleyen ıslak, düz taşların üstünde çıplak ayaklı bir yerli kadın kilim tokaçlıyor, iki elinde iki kova bulunan başı yemenili bir genç kız ötelerden pınara doğru geliyordu. Güneş tepede ve gölgeler ayaklar altındaydı. Taş pınarın kubbesini, kemerlerini, sütunlarını, taşlarını sarı yaldıza boğan güneşin ışıkları, pirinç lüleden bolganime akan soğuk suyu, yüreğinin tüm sıcaklığıyla öpmekteydi. Su, pınarın taştan yalağına sığmıyor, yanlardan dışarıya taşa taşa, taştıkça ışıldaya parlaya çevre taşlarının üstüne dökülüyor, ışığa-aydınlığa boğuluyor, beyaz beyaz köpükleniyor, altın altın yaldızlanıyor, kimbilir hangi yavuklu için söylediği türkülerle bir sarıya çalan yeşilliğin içinde kayboluyordu. Pınarın yanından derinlere giden taş duvarlar sarılı-kırmızılı güller ve yeşil yapraklar içindeydi. Bir duvar dibinden göklere kol-kucak açmış bir nice yılların ağacı süt ceviz kokmaktaydı ve dallarındaki tozlu yeşil yapraklar arasında eylülleri bekleyen cevizler vardı. Cevizin kalın gövdesini sarmaya iki-üç kişinin eli-kolu yetmezdi.
Hikmet Genç birdenbire yana sıçrayarak takırtılarla-tıkırtılarla geçen bir atlı arabaya yol verdi.
Yine birbaşına değildi, iki başınaydı ve yine kendi kendisiyle ince eleyip sık dokumalardaydı:
Niçin yana sıçramıştı? Atların ayakları ve arabanın tekerlekleri altında kalmamak için. Yana sıçramasından önce ne yapmıştı? Dikkat etmişti. Dikkat etmeseydi; ezilebilir, yaralanabilir, ölebilirdi. Demek ki; dikkatsizliğin ardında ceza vardı. Bankada da öyle olmamış mıydı? Tarih damgasını eline doğru alıp almadığına dikkat etmediği için yirmi liralık bir ceza görmüştü. Peki, gereken dikkati neden gösterememişti? Nedeni ortadaydı: Hem poliçedeki pullara damga vurmaya çalışmış, hem de Kaça Kaç ‘cıların nasıl olup da Kaça Kaç oynaya oynaya, tuvalete gereksiz gide gele, el vurulmamış dosya kulelerini sağdan sola, soldan sağa yalancıktan aktara yığa ve görev-mörev yapmaya yapmaya aylık alabileceklerini düşünüp değerlendirmek istemiş olduğundan gereken dikkati gösterememişti. Evet, öyle yapmıştı ve dikkatini bölmeye kalkışmıştı. Oysa; dikkatin bölünmezlik gibi bir özelliği vardı. Ve bunun tersini yapmaya çalışmak varlığın doğasıyla bağdaşmıyordu. Şu halde; varlığın doğasıyla ilgili sınırların bittiği yerde yaptırımların sınırları başlamaktaydı. Bu sınırların çevrelediği alan ceza alanıydı ve düşünceyle eylem bu alana ayak basmak için varlık doğasının içinde kalmak zorundaydı.
- Taze gevreeek simiiit… Beş kuruş… Tazzeee…
İçi simit dolu siyah, yuvarlak, sac tepsi başında durduğu halde, simitçinin elleri pantolonunun ceplerindeydi. Simitleri taze olabilirdi ama giysileri artık giyilemeyecek ölçüde eskiydi. Ardına düştüğü iş yaşının işi değildi ve varlığı yaşamın acımasızlığının kanıtı gibiydi. Hikmet Genç, adamı giydirip kuşandırdı, boynuna bir kravat taktı ve Kaça Kaç ‘cılardan birinin yerine oturttu. Masadaki dosya sütunu, simitçinin özenli ve işlek ellerinde açıla açıla, incelene incelene, işlene işlene, kapatılıp bırakıla bırakıla güneş altındaki yağ kalıbı gibi eridi gitti. Sonra Kaça Kaç ‘cılardan biri kapıda göründü, asık suratlı simitçiyi masadan kaldırdı, arkasını çevirip bir topa vururcasına vole çekti, ana kapının dışına ve simit tepsisinin başına fırlattı, ondan boşalan masaya görülmemiş bir çalımla oturdu, önündeki kağıtta tamamlanmış, vagonları numaralı, önü lokomotifli, lokomotifinin bacası dumanlı trenini “Düüüt… Düüüt…” diye yürütmeye başladı.
Sığındığı duvar dibinden bir süre çıkamadı. Trenin düdük sesleri beyninde, kafasında, kulaklarında ve çevresindeydi. Ortada bu düdük sesleriyle atbaşı giden bir ses daha vardı ve ses sokağın dönemecinden gelmekteydi.
Dönemeçte bir adamla bir çocuk gördü. Adam çocuğu kolundan kavramıştı, yüzüne-gözüne silleler indirmekteydi ve çocuk çığlık çığlığaydı.
- Hak, varlığın varlık nedenidir, aptal… Varlık, var olmak için vardır. Zira; bu onun hakkıdır. Tanrı hakkı kabul ettiğinden yoku var etmiştir. O yüzdendir ki; varlık haksız, hak da varlıksız olamaz. O nedenle hakkına soğuk durmayacaksın. Onu düşman değil, dost edineceksin. Ona vefasızlık göstermeyecek, ihanet etmeyeceksin. Çünkü; ona yapacağın vefasızlık kendine vefasızlıktır, ona yapacağın ihanet kendine ihanettir. Hakkını her gerektiğinde arayacaksın. “Haksızlık karşısında susan sadece dilsiz şeytandır.” Sana kaç kere söyledim? Kaç kere söyledim?
Hikmet Genç ne araya girdi, ne çocuğu kurtardı, ne de adama engel oldu. Sadece baktı ve gördü. Sadece dinledi ve duydu.
Adam kimdi? Baba mıydı, usta mıydı, filozof muydu? Çocuk kimdi? Oğul muydu, çırak mıydı, öğrenci miydi?
Önemli olan; ne adamın babalığı, ustalığı, filozofluğu, ne de çocuğun oğulluğu, çıraklığı, öğrenciliğiydi. Sadece ve sadece sözlerdi. Sadece ve sadece anlamlardı.
Ve sözcükler sadece insanlar içindi.
Neden dünyanın her yerinde tüm ülkeler, tüm kentler-köyler, tüm bahçeler-bağlar, tüm tepeler-dağlar, tüm çaylar-ırmaklar, tüm caddeler-sokaklar, tüm evler-barklar ve tüm insanlar aynıydı da, diller ayrıydı? Ve neden şu veya bu ülkede yaşayıp yaşamadıklarına göre değil de, insanlar sadece anadillerine göre şu veya bu ulustan sayılabiliyorlardı? Bunun bir anlamı yok muydu? Anadil her şeyden önce, bir ulustan olduğunun bilinmesini isteme hakkı değil miydi? Hakkı istemek, haksızlığı reddetmekti ve adamın dediği gibi; hakkına ihanet kendine ihanetti.
Hikmet Genç dönemeçten durağan gözlerle göklere baktı. “Haksızlık karşısında susan sadece dilsiz şeytandır.” Peki bu ne oluyordu şimdi? Haksızlığa karşı susulmaması gerektiği herkese öğütlenirken, şeytanın sustuğu veya susması icabettiği neden kesinleştiriliyordu? Haksızlık karşısında susması bir yana, şeytan, Hakk ‘a bile karşı gelmemiş miydi? Hakka karşı gele, haksızlığa haydi haydi karşı gelmez miydi? Kaldı ki; şeytan, kendisine takdir olunanı haksızlık varsaydığı için susmayıp da başkaldırmamış mıydı? Burada bir yanlışlık yok muydu? Belki; “Haksızlık karşısında susan sadece dilsiz şeytandır.” Denmemiş, “Haksızlık karşısında susan disiz, şeytandır.” Denmişti. Ya adam bunu yanlış biliyor, yanlış söylüyordu, ya da bu, şu anlama geliyordu: Haksızlık karşısında susarsan; senden ala şeytan mı olur?
Hikmet Genç, dışındaki dönemeci ve içindeki dönemeçleri geride bırakıp yürümeye koyuldu.
Kapı önündeki bir kadın, elindeki arpa dolu sahandan tavuklarına yem serprmekteydi. Yem, yavukların hakkıydı. Zira; kadına yumurta yumurtluyorlardı ve yumurtalar kadının hakkıydı, zire; karşılığında onlara yemlerini veriyordu.
Banka, aylıklarını onlara düzenli olarak ve eksiksiz ödemekteydi. Karşılığında onların hizmetlerinden yararlanmak hakkıydı. Fakat hak-mak umursamayan birileri, aldıkları aylık karşılığında verecekleri hizmet yerine, her biri yarımşar saatten bir çalışma süresinde on kere tuvalete gidiyor, kalan zamanda da gönül rahatlığıyla Kaça Kaç oynuyordu.
Bankaya döndüğünde gişeler henüz açılmamıştı. İş çokluğundan öğle yemeğini tamponlamak zorunda kalmış bir vezneci para ayırıp sayma ve bir deftere işlem düşme peşindeydi. Selam vererek yanından geçip kendi masasına oturdu. Çıkarılması gerekenleri gözlerden çıkarıp masanın üzerindeki yerlerine özenle koydu. Ana kapıdan giren, kendi bulunduğu yana bir kere bile bakmadan yerine geçen beybayı göz ucuyla şöyle bir izledi.
Çalışmanın başladığını bildiren zillerin çalışından beş-altı dakika kadar sonra kapıdan giren Kaça Kaç ‘cılar, kürdanlarıyla dişlerini karıştıra karıştıra, adımları geri gide gide yerlerini aldılar.
- Haydi akşam yemeklerine ve içkilere. Benim eşim bu kere Muharrem.
- “Yenilen doymaz.” Mış evladım. Bekle önce ceketleri çıkaralım, gömleklerin kollarını sıvayalım, az şekerli kahvelerimizi içelim. Kaça Kaç kaçmıyor ya. Akşam paydosuna daha dünyanın vakti var. Vur kalemi şu masa camına, gelsin şu odacı mendeburu.
İşin azlığı ve bankanın sessizliği, bir anda kabarıp kuduracak denizlerin sinsi durgunluğunu andırmaktaydı. Durgunluk saat onbeşe kadar sürdü ve saat onbeşte banka mudi fırtınasının saldırısına uğradı. Gişeler mekik dokumaya başladı. Cama vurulan kalemlerin seslerini gürültülerden ayırabilen tek insan yaşlı odacıydı. Adam, ivedi ağ örmeye çalışan örümceklere dönmüştü.
- Delikanlım, bundan sonra mahsupları da sen kesecekmişsin. Bu her biri yüzlük tam on ciltlik mahsup fişi müdür beyin sana bugünkü armağanı. Yanı sıra, istimlak hak edişlerinin düzenlenmesi işini de sana yıktı ağamız. Haydi Allah kolaylık vere. “Elçiye zeval olmaz.”
Parmaklar-kollar yeniden çekildi, her ikisinde de can kalmadı. Alına ve saçlara yeniden terler yürüdü. Yeniden gözler önünde sayılar-yazılar yarışmaya koyuldu.
- Ay balam, men bu yandaki dosya aktarmasini bitirmişem.
- O zaman o yandakilerden bu yana almaya başla, aya.
- Yahu biladerler, hiç olmazsa; bu dosyalardan bir-ikisinin işlemini yapalım. Müdüre karşı can simidimiz olsun. Kontrole-montrole geleceği tutar adamın.
- Gelince yapmaya başlarız. O şimdi yeni hesap açacaklara makamında dil-mil döküyordur.
- Ya Hüseyin Bey: Müdür yardımcısı?
- Müdür kendi kontrollerini kendi yapar, başkasına bırakmaz. Aktar dosyanı, söyle sayını.
- Yedi.
- Yiyemedi. Bak; sekiz.
Mudi fırtınası Hikmet Genç ‘in masasının altını üstüne getirdikten sonra başka masalara, başka bankolara doğru vurup gitti. Poliçeleri portföydeki yerlerine, kartları gözlerindeki sıralarına, işlemi biten hak edişleri belge sepetine koyarken Hikmet Genç, Kaça Kaç ‘cılardan ikisinin yüzlerine, kalan ikisinin de kafalarının arkalarına kaçamak gözler gezdirdi.
Evet, bu ülkede insanların doğdukları, büyüyüp olgunlaştıkları ve sonra öldükleri yalandı. Zira; insanlar doğuyorlar fakat büyümeden, olgunlaşmadan, yaşlanmadan ölüyorlardı. İnsanlar için gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık yoktu. Sadece çocukluk vardı ve genellikle insanlar şu veya bu yaştaki çocuklardı. Öyle olmasa; çoluk-çocuk sahibi, olgun yaştaki dört erkek adam, dosyalar ardına sine sine, aylıklarını çatır çatır ala ala bir kurumun orta yerinde Kaça Kaç oynarlar mıydı? Bir çocuk oyununu bir çıkar düşüncesine bağlarlar mıydı? Temelde bir büyümemişlik, bir çocuklukta kalış bulunduğu apaçık değil miydi? En inanılmaz san ‘at yapıtının önünden bile nasırlı bir vurdumduymazlıkla vurup geçen birçok yaşlı, bir oyuncakçı dükkanının önünden aynı kolaylıkla geçebiliyorlar mıydı? Olayın altında acaba, bir çocukluğunu yaşayamamış olmak mı yatmaktaydı? Hayır, yatmamaktaydı. Çünkü, en azından yirmibeş-otuz yıl ana-baba şemsiyesi altında yaşayan insanların hiç de az olmadığı bir ülkede, bundan söz edebilmeye olanak yoktu. O zaman; bu çocuklukta kalış, bir büyüme korkusundan kaynaklanmaktadır, denebilir miydi? Belki de öyleydi. Zira; birçok baba babalığının, birçok ana analığının, birçok yaşlı yaşlılığının sahibi değildi. Öyle olmasa; büyükler niçin “Dede”, “Nine”, “Baba”, “Anne”, “Amca”, “Dayı, “Hala”, “Teyze” diye çağırılmaktan korksunlardı? Birilerinin kendilerine böyle seslenmelerine niçin tepki göstersinlerdi?
İşlerini bitirdi, masasının üstünü boşalttı, silip temizledi ve yeni işlerin çıkmasını beklemeye koyuldu.
- Hikmet Bey, ne yapıyorsun sen burada böyle?
Hikmet Genç başını kaldırınca müdürün kendisine bakmakta olduğunu gördü. Bankonun önündeydi. Briyantinlenmiş saçları yağlı yağlı parlamaktaydı. Beyaz bir kostüm giymiş, beyaz gömleğinin kolalı yakasına bir papyon kravat takış, ceketinin üst cebine de papyonunun desenini taşıyan bir mendil yerleştirmişti. Bankoya dayalı elinin yüzük parmağında değerli bir yüzük parıldıyordu.
- Mevcut işlerimi bitirdim müdür bey, yeni işlerin çıkmasını bekliyorum.
- İnanılır şey değil. Bu banka verdiği bursla seni üniversitede okutuyor. Yaz tatilinde burada sana staj yaptırıyor. Ben dahil, bu çatı altında yüksek öğrenim kimse yok ama sen üniversite bitireceksin, müfettiş olacaksın ve gerektiğinde bizleri sen denetleyeceksin. Bu nedenle senin herkese örnek olman gerekmez mi? Hemen yanıbaşında yaşamlarını bu kuruluşa adamış dört değerli ağabeyin var. Sabahlardan akşamlara kadar harıl harıl çalıştıkları halde, önlerindeki dosyalar bitip tükenmek bilmiyor. Zira, iş çok, zaman yok. Küflenmişler zavallılar adeta dosyalar arasında. Ben seni, bu masada boş olarak otururken değil, onlara el atıp yardım ederken görmek isterim. Lütfen bir söylesene; bu davranışın hiç yakışık alıyor mu?
Ne oldu, nasıl oldu, Hikmet Genç hiç anlayamadı. Gözlerinin önünde bankanın açık ana kapısından içeri dalan bir adam, eliyle bileğine sımsıkı yapışmış olduğu küçücük bir çocuğu sille-tokat döve döve getirmiş madırı-müdürü bir yana itip yerine dikilmiş, eşi-benzeri görülmemiş bir öfkeyle haykırmaya başlamıştı: “Hak varlığın nedenidir aptal… Varlık var olmak için vardır. Zira; bu onun hakkıdır. Tanrı hakkı kabul ettiğinden yoku varetmiştir. O yüzdendir ki; varlık haksız, hak da varlıksız olamaz. O nedenle hakkına soğuk durmayacaksın. Onu düşman değil, dost edineceksin. Ona vefasızlık göstermeyecek, ihanet etmeyeceksin. Çünkü; ona yapacağın vefasızlık kendine vefasızlıktır, ona yapacağın ihanet kendine ihanettir. Hakkını, her gerektiğinde arayacaksın… Haksızlık karşısında susarsan; senden ala şeytan mı olur? ”
Hikmet Genç yerinden kalktı. Tek bir adım attı. Kaça Kaç ‘cıların önlerindeki dosya kulelerini iki etapta kapıp bankoya dikti ve kiminde vagonları az, kiminde çok tamamlanmış dört tren taslağını, yazılıp yazılıp karalanmış rakamları müdürün gözlerinin önüne serdi:
- Sayın müdürüm. Dedi. Bilmiyorsanız söyleyeyim: Buna “Kaça Kaç” derler. Bunun bir çocuk oyunu olduğuna kesinlikle eminim. Öğle veya akşam yemeklerine ve rakılarına da olsa, bazan bunu kumar aracı yapanlar da çıkabilir. Bu kurumda ve bu masada staja başladığımdan bu yana, bu dört değerli ağabeyim, gördüğünüz bu iki dosya sütununun arkasına siperleniyorlar, bunları birer birer sağdan alıp sola, soldan alıp sağa kuleliyorlar, gerçekte bir tekiyle bile ilgilenmiyorlar. Zira; onların bu dosyalarla uğraşacak zamanları yok. İşleri başlarından aşkın: Sabahtan akşama kadar öğle yemeğine, akşam yemeğine ve rakısına Kaça Kaç oynuyorlar. Ayrıca; benim bu değerli ağabeylerim, günlük çalışmanın her iki etabında, her biri yarım saat tutan beş-on tuvalet seferi yaparlar. İşleri-güçleri Kaça Kaç oynamak ve tuvalet seferi yapmaktan ibaret olduğu için değerli ağabeylerimin hiçbir yardıma da gereksinmeleri yoktur. Kaldı ki; ben masama düşen işler dışında, onlara veya başkalarına düşmesi gereken işleri de yapmaktayım. Gözlerinizi birazcık araladığınızda göreceğiniz üzere; ben çalışıyor görünmek için masama dosya-kağıt yığmam. Yazı makinesine takılı kağıt bırakmam. Masamda açık bırakılmış göstermelik defter bulundurmam. İşimi bitirir masamı toplarım. Çöp sepetimde yırtılıp atılmış kağıt tabakası bulamazsınız. Verdiğiniz her bir kurşun kalemi sigara izmariti oluncaya dek kullanırım, ele gelmeyecek ölçüde küçüldüğünde, ona kalem kamışımı takar, boyunu uzatır, kullanılabilecek hale sokar, son zerresine dek yararlanırım. Masamdaki bu nice bir yılların yazı makinesinin makaraları kendi orijinal makaralarıdır. Zira; şeridinin değiştirilmesi gerektiğinde, orijinal makarayı atıp yerine şeritle alınmış taşıyıcı makarayı takmam ve makineye uymayacak o makaranın yazacağım yazıları bozmasına izin vermem. Vakit öldürmek için makinenin boş şaryösüne tuş vurarak kauçuk şaryöyü çökertmem, o da bana, her harfi, her satırı aynı renk olan düzgün ve güzel yazılar yazar. Ben günlük çalışmanın hiçbir etabında tuvalete gidip zamanı ziyan etmem, o gereksinmemi buraya gelmeden önce veya buradan gittikten sonra yerine getiririm. Aldığım ikiyüz liralık burs yani aylık bu aziz ağabeylerimden herhangi birinin aldığı aylığın kat ve kat altındadır, razı olur giderim. Beni örnek almak onların yaratılışlarına ters düştüğü gibi, onları örnek almak da benim yaratılışıma ters düşmektedir. Denetlenmediklerinde muhterem ağabeylerimin durumları işte böyledir. Denetime çıktığınızda; eğer onları şu dosya yığınları içine balıklama dalmış ve aralarında küflenmiş bulabiliyorsanız; bu, onların harıl harıl çalıştıklarını değil, sizin yeterli denetim yapamamış olduğunuzu gösterir. Bence; bu, sizin bir dikkat eksikliğinizdir ve yine bence; dikkat önemlidir. Başka kurumlara oranla burada daha da önemlidir. Çünkü; banka, ciddi kuruluştur. Kayıtlara yanlış aktarılan bir tek kuruş bile tüm personeli sabahlara kadar boş yere uğraştırabilir. Yanlış bulunamadığı sürece tüm dengeler bozulur. Bir tek kuruşun bile gözden kaçırılmaması gereken böylesine ciddi bir kuruluşta, Kaça Kaç oynayarak ve sık sık tuvalet seferleri yaparak aylık alabilen dört değerli ağabeyin gözden kaçabilmiş olması sizce de ilginç değil midir?
Hikmet Genç soluklandı ve beybasının çalıştığı yana şöyle bir göz attı, sonra sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Bu değerli ağabeylerimin yaptığı şu trene bir bakar mısınız? Lokomotifin dumanı kendi gittiği yöne tütüyor. Bu, varlığın doğasına aykırıdır. Sizin çıkışlarınızın benim doğama ve hakkın doğasına aykırı olduğu gibi.
Hikmet Genç, tornistan edildiği için soldaki mendil cebi sağa geçmiş olan beybasının eski ceketini askıdan alıp giydi, düğmelerini özenle ilikledi ve gülümseyerek sözlerini noktaladı:
- Staja başladığımdan bu yana, ilk defa çalışma saatinde işten çıkıyorum. Çünkü; ben, çalışkanlığım, doğruluğum, ben haklılığım; hakkım. Böyle bir görevi, böyle bir yetkilinin buyruğunda yapamam. Ben kaldırsam; doğa kaldırmaz. Gidiyorum ve niçin gittiğimi de nedenleriyle birlikte genel müdürlüğe bildirmek istiyorum.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 175-194/239)
Kayıt Tarihi : 25.3.2007 22:50:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!