İlk Öğretmen Vekilliği
Hikmet Genç, Personel Şefi Nafi Bey ‘le merdivenlerde karşılaştı. Kendisi çıkarken o inmekteydi.
- Hikoş, odamda bekle, geliyorum. Ataman çıktı.
O çıka çıka bitmeyen basamaklar Hikmet Genç ‘in ayakları altında her zamankinden çok daha çabuk bitti. Aynı basamakları tam bir yıl çıkıp çıkıp inmişti. Onları iyi tanıyordu: İnerken bitmez, çıkarken asla sonu gelmezdi.
Üniversite ayarı dört yıllık liseden hem devlet lise bitirme diplomasıyla, hem de olgunluk diplomasıyla mezun olmuştu. Mezuniyeti bir yıl öncesinin haziran ayındaydı. Formaliteler yüzünden diplomaların verilmesi zaman alacağından, aynı yılın ağustos ayında, diploma yerine geçen “Çıkma” sına kavuşmuş, ancak “Çıkma” yı haziran ayında alamadığından yedek subaylığı kaçırmış, öğretmen vekilliği için başvuru yapmış, tam bir yıl sokaklarda parasız-pulsuz sürterek atama beklemişti.
Şükürler olsun, atanmıştı.
Bu bir muştuydu. Bu hem sokaklardan hem de parasızlıklardan kurtuluştu. Artık yemeklerde, beybasının, yemeğini bitirmesini ve artanını kendisine vermesini beklemeyecek, artıklarını korka-çekine yemeyecek, ters-yüz ettirilen giysilerini giymeyecek, ona görünmemek için sabahın köründe kalkıp evden çıkarak sokaklara düşmeyecek ve “Hayırsız Evlat” olmaktan artık kurtulacaktı.
Kabına sığamayarak oturmakta olduğu sandalyede Nafi Bey ‘i beklerken anılarının deposundaki klasörlerden kurtulan birtakım sesli resimler gelip gözlerinin önüne oturmuştu bile:
“Aman Hüseyin Bey, neden öyle kırlenti göğsünün altına koyup yatıyorsun Tanrı aşkına? Dosdoğru yatsana. Yassıltıyorsun kırlenti.”
“ Yahu ne acımasız kadınsın sen. Yaşam boyu tek aylıkla sizleri geçindirebilmek için ben yassıldım, sen kırlentin yassılmasına üzülüyorsun.”
Sonra, birbirini izleyen tanıdık sesler, tanıdık resimler: Beyba öğleden sonra işe dönmek için çıkarken ve kendisi, yemek için ona görünmeden eve gelmek isterken kapı eşiğinde, bir önü talihsiz, sonu tatlı karşılama:
“Selam delikanlı. Biz de tıpkı belediye otobüslerine benziyoruz. Birimiz giderken obirimiz geliyoruz.”
“Peki, sen kaç numarasın? ”
“1 Numarayım. Ya sen kaç numarasın? ”
“Ben 2 numarayım.”
“Belli ki rotanı şaşırmışsın ve geç kalmışsın. Bas gaza, ıspanak seni bekliyor.”
Nafi Bey, kendisini görünce ayağa kalkan Hikmet Genç ‘i bir el işaretiyle oturttu. Sonra yerine geçip odacıya iki çay söyledi. Masasının üstü temiz, düzenli ve özenliydi. İnsanın aradığını kolayca bulabileceği bir masaydı. Belki de bunun içindir ki; Nafi Bey sümen kullanmıyordu. Atama belgesini masasının sağından alıp soluna uzattı:
Seni öğretmen vekili olarak Cumhuriyet İlkokulu ‘na atadılar Hikoş. Dedi. Okul Dağ Mahallesi ‘nde. Bu okul kentin dışında, askeri birliklerin yerleşme alanlarının yanında. Öğrencileri, gecekondularda yaşayanların çocuklarıyla birliklerdeki subayların çocuklarından oluşuyor. Dördü kadın, dördü de erkek olmak üzere sekiz öğretmeni ve bir başöğretmeni var. Beş sınıflı bir okuldur. Kapı komşunuz Erbil Hoca da aynı okulun dördüncü sınıf öğretmeni.
Şekerlikten aldığı bir küp şekeri dilinin üstüne koyan ve çayını yudumlamaya başlayan şef Hikmet Genç ‘e bakarak sözlerini sürdürdü:
Bir an önce öğrencilerine kavuşmak istediğini biliyorum. Okula gidince başöğretmenle tanışıp işine başlarsın. O, başladığını bize yazıyla bildirir. Görevinin okul tatiline kadar süreceğini sanıyorum. İç çayını, git okuluna. Yallah. Hayırlı olsun.
Hikmet Genç, basamaklardan uçarcasına inip dışarı fırladı.
Sokaklar, caddeler, yapılar, insanlar, at arabaları, paytonlar, görünüp görünüp geçen belediye otobüsleri, ağaçlar, kuşlar, arabalara koşulu atlar, çember çeviren çocuklar, çocukların arasında koşuşan köpekler, duvar üstlerinde uyuyan kediler, her şey ve her şey renkli camlar arkasındaydı. Her şey olduğundan güzeldi. Yüreğe serinlik veren hafif bir esinti, ağaçların güneş altındaki yapraklarını pırpırlatmaktaydı. Yerler güzeldi, gökler güzeldi, bulutlar güzeldi, gürültüler güzeldi. Yollar, kaldırımlar, duvarlar, yapılar insanı taş taş kucaklıyor, neyi görse; neye baksa; insanın onu canına canına sokacağı geliyordu.
Hikmet Genç, insanları keyif için selamlıyor, onlara keyif için yol soruyor, saat soruyordu.
Kenti Dağ Mahallesi ‘ne bağlayan ahşap köprüde bia an durup havaya, çevreye, sulara bakmaya koyuldu. Gök temiz maviydi ve parçalı beyaz bulutluydu. Bu; yoksulluğun varsıllığı güçlendirmesi gibiydi. Köprü bir yandan, gözalabildiğine uzanan çiçekler içindeki ovaya ve yeşilden mora giden dağlara, bir yandan da gecekondularla süslü Dağ Mahallesi ‘ne kol-kucak açmaktaydı. Altından akan sular diri diriydi, billur billurdu, beyaz beyazdı, duru duruydu, köpük köpüktü ve pürüzsüz taşlara, tertemiz çakıllara, yeşil yeşil-ıslak ıslak-sırma otlara türküler söylemekteydi. Türkülerinin her dizesi sevgi sevgi kokuyordu, yürek yürek tadıyordu.
Hikmet Genç cebinden çıkardığı not defterinin bir sayfasına adını-soyadını yazdı. Kağıdı koparıp ikiye katladı ve yanık türküler söyleyerek köprünün altından vurup gelen sulara bıraktı:
- Sular, sular… Duru sular… Aydınlık sular… Yürekleri yayla yayla kaynayan berrak kaynakların mahzun türkülerini uzak denizlere götüren sular… Alın, beni de götürün o buram buram yosun kokan, tuz tadan uzak ve sıcak denizlere… Benden selamlar söyleyin pırıltılı dalgalara inip inip kalkan bembeyaz martılara, bir kutsal gece vakti, testekerlek bir ayışığı altında… Onlara öğretmen vekili olduğumu, ak-beyaz gönüllere sadece ve sadece öğretilmesi gerekeni öğreteceğimi iletin… Çocuğa yağmurda yağmurluk, çamurda çamurluk, yakıcı sıcakta serinlik, dondurucu soğukta sıcaklık, tehlikede kalkan, karanlıkta aydınlık, kararsızlıkta yol-yordam, umarsızlıkta umar, yoksullukta varsıllık olacağımı duyurun… Benim kadar yaşamadan, benim kadar denemeden, benim kadar çekmeden öğrenemeyeceklerinin tümünü öğreteceğimi bildirin… O körpeciklere hocalık yapmayacağımı, öğretmenlik yapacağımı söyleyin engin sulara, aşık rüzgarlar altında…
Hikmet Genç köprüyü geçip Dağ Mahallesi ‘ne girdi.
Gecekondular yemyeşil ovalardan bomboz dağlara basamak basamak tırmanmışlardı. Eni, boyu, biçimi belirsiz evlerin arasına bağdaş kurmuş olan yoksulluk, şurada-burada koşuşup duran yoksul çocukların etlerine-kemiklerine pençe pençe yapışarak yalnızlığından kurtulmaya uğraşıyordu. Ancak, çocukların yokluk sınırındaki varlıklarının bu yalnızlığını gidermeye yetmediği ayan-beyan ortadaydı. Bu yüzden olmalıydı ki; derme-çatma evlerin öylesine sıvanmış duvarları, çökük damları, rüzgarlara karşı koyamamış çatıları, kendinden geçmiş kapıları-pencereleri, eşik dışına atılmış eğri-büğrü leğenleri, eski iplerde güneşe el-avuç açan yırtık, eski, soluk çamaşırları, duvarlarını barınak yapmış çamurları, fırtınaların sürükleyip getirip duldalarına yığdığı döküntüleri, o yoksulluk arsızına alkış tutmaktaydı.
Ovaya ve kente yükseklerden küstahça bakan mahallede cami ve minare yoktu. Okul, düzlenmiş yamaçlardan birine kurulmuştu ve tam bir kendine beğenmişlik içindeydi. Çevre duvarı briketten yapılmıştı. Bahçeye, çocuk yerine sanki bir avuç kırpıntı serpilmiş gibiydi. Az sayıdaki varsıl çocuk, bahçede kaynaşan çok sayıdaki yoksul çocuk arasında çimenlere serpilmiş birkaç çiçeği andırıyordu.
Hikmet Genç, bahçeyi geçerken, herhangi bir önlem almaksızın denizin derinliklerinden birdenbire su yüzüne fırlayan dalgıçlardan farksızdı ve kendisini, en bir yaşamak istediği anda vurgun yemiş varsayıyordu.
Okulun girişinde Erbil Öğretmen ‘le karşılaştı. O el öpmek istediyse de, obiri bırakmadı ve öylece boynuna sarıldı. Sorup soruşturup durumu öğrenince tam bir içtenlikle elini kavradı, onu Başöğretmen ‘in odasına doğru götürdü ve götürürken de, uysal davranmasını öğütlemekten geri kalmadı.
Başöğretmen, makamını dolduran, kalıplı, esmer, çatık kaşlı, şakakları ağarmış, yakışıklı bir adamdı. Önünde görkemli bir masa duruyordu. Masasının yanlarına kırmızı kadife koltuklar koydurmuştu. Masa önünde camlı, uzun bie sehpa, üstünde mineli çini bir vazo, vazoda, yeni toplanıp getirildiği anlaşılan katmerli, kırmızı güller vardı. Arkasında, masasının genişliğinde bir pano asılıydı. Panosu çerçeveliydi, çerçevesi yaldızlanmıştı ve yüzeyi yıldız yıldız çökertilmiş, kaliteli plastiktendi. Panonun üstünde büyük çerçeveli bir Atatürk resmine yer verilmişti. Döşeme görkemli bir Bünyan halısıyla örtülüydü. Tavana orta büyüklükte, kristal taşlı bir avize asılmıştı. Masaya büyük, deri bir sümen, bir masa bayrağı, bir mürekkepli yazı takımı, sayfaları açık bir masa takvimi ve üstünde “Abdul Aşık” sözcükleri bulunan pirinçten yapılma bir adlık koyulmuştu. İkinci bölüm kapısının önünde kırmızı bir paravan mevcuttu. Yan duvarlardan birine, tazıların boğazına ve bacaklarına saldırdıkları ceylanı gösteren bir av tablosu, obirine varsıl bir şölen sofrasında yiyip-içenlerle ilgili bir resim asılmıştı.
Hikmet Genç, tanımadığı biriyle karşılaşan herkesin yaptığını yaptı ve Başöğretmen ‘i kafasındaki çerçeveye yerleştirmeye çalıştı:
Adam gösterişe ve rahatına düşkündü. Vazosundaki çiçeklerin incelik belirtisi olmasına karşın, kırmızı güllerin yeğlenmiş olması zorlu bir ihtirasın altını çizmekteydi. Masasının ve odasının özenli düzenlenişi, buyruğundakileri iyi ve verimli çalıştıran bir otoriteyi kanıtlıyordu. Bulundukları günden birkaç gün öncesinde kalmış olan sayfaları açık masa takvimi, onun günübirlik yaşadığının, randevuya-söze önem vermediğinin ve prensip sahibi olmadığının göstergesiydi. Koltuklarındaki ve bölümleri ayıran paravandaki kırmızı renk, ihtirası şeddeliyor, yükselme peşinde olduğunu ortaya koyuyordu. Duvardaki şölen tablosu mideye düşkünlüğü açıkça sergiliyordu. Av tablosu, belki de farkında bile olmadığı bir acımasızlığın işaretiydi. Zira; değme insanın bakmaya bile dayanamayacağı tabloda; vahşi tazıların yırtıcı dişleri, mazlum bir ceylanın boğazına ve bacaklarına saplanmış haldeydi. Azıcık sert konuşulduğunda; bir ceylanın tıpkı insan gibi ağladığından, tıpkı insan gibi iplik iplik gözyaşı döktüğünden, belli ki; Başöğretmen ‘in pek haberi yoktu.
- Hocam, sana Hikmet ‘i tanıtayım. Beklediğimiz öğretmen vekilidir. Mahallede kapı komşumdur. Kendisi anadili gibi Fransızca bilmektedir.
Başöğretmen başını kaldırmaya ve Hikmet Genç ‘e, Erbil Öğretmen ‘e tek bir kere bile bakmaya gerek görmeden homurdanmaktaydı:
- Hoca, bize anadil gibi Fransızca bilen değil, anadil gibi Türkçe bilen gerekir.
İnsanların bazı gizli duyguları ne kadar ilginçtir. Beden bedeni tanımasa bile ruh ruhu tanıyordu. Hikmet Genç, ruhun ruhu tanıdığının, başkasına sempati ya da antipati gösterenin beden değil, ruh olduğunun bilincindeydi. Her durumda ruh, sempatiyi sempatiyle ve antipatiyi de antipatiyle karşılıyordu.
Başöğretmen hala başını kaldırmamış, hala yüzlerine bakmamıştı. Homurdanması sürüp gidiyordu:
- Sen şuraya otur. Sen de bize çay söyle hoca. Kendine de.
- baş üstüne hocam.
Hikmet Genç, işi “Nerede inceyse” ye getirmeden edemedi:
- Masanızdaki bu adlık sizin adlığınız mı başöğretmenim?
- Kuşkun mu var? Ne olmuş adlığıma?
- Adlığınıza sadece adınız değil, soyadınız da yanlış yazdırılmış.
- Ben bu adı, bu soyadı 57 yıldan beri kullanmaktayım.
- O kadar zamandır yanlışlığı fark edememiş olmanız gerçekten ilginç.
Başöğretmen, odaya girdiklerinden bu yana ilk kez başını kaldırmakta ve Hikmet Genç ‘in yüzüne ilk kez bakmaktaydı. Öfke gözbebeklerine oturmuştu ve bir tepsideki çay bardaklarıyla içeriye girmiş bulunan Erbil Öğretmen umurunda bile değildi.
- Sen küstahsın hoca.
- Değilim. Ben; doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir yeni öğretmen vekiliyim, başöğretmenim.
Yaşlılığın ve özgüvensizliğin yarattığı bir el titremesiyle çay bardaklarından birini masaya, diğerlerini sehpaya bırakan Erbil Öğretmen, çekingen bir davranışla Hikmet Genç ‘in karşısındaki koltuğun önüne ilişivermişti.
Başöğretmen bakmaya, incelemeye bile gerek görmediği adlığının üstüne sol elinin işaret parmağını koymuş, gözlerini Hikmet Genç ‘in gözlerine dikmişti:
- Yanlışlık nerelerde? Lütfedin de değerli bilgilerinizden yararlanalım.
Hikmet Genç, hala “Nerede inceyse” lerdeydi:
- Lütfetmek hiç kimseye karşı haddim değil. Ben sadece arzedenlerdenim. Dedi. Önce şu nokta üstünde durmak istiyorum: Adlığınızı masanızın sağına değil de soluna koymuşsunuz. Bunu bilinçli olarak yapıp yapmadığınızı bilemiyorum. Ama bilinçli olarak yaptıysanız; bu, sizin alçakgönüllülüğünüzün göstergesidir. Veya kendinize değer vermediğinizin işaretidir. Bilinçsiz yaptınızsa; bu da sizin değer basamakları konusundaki bilgisizliğinizi kanıtlar. Zira; insanlar, fazla değer verdikleri varlıkları sağ yanlarına, az değer verdikleri varlıkları da sol yanlarına alırlar.
- Allah Allah…
- Şimdi şuraya geleyim: Önadınızdaki “Abd” sözcüğü Türkçe bir sözcük değildir, Arapça bir sözcüktür ve “Kul” anlamına gelmektedir. Bu; sözcüğün, tamlamalara girerken aldığı biçimdir. Yalın halde “Abid” olarak kullanılır. “Tapınan” yani “Kul” demektir. “Mabud” un yani “Tapılan” ın muhatabıdır. Önadınızdaki “Ul” “Nın” anlamındadır. Tamamlamalarda, tamlayanla tamlanan arasında kullanılır. Oda-nın-kapısı gibi. Bildiğiniz üzere; ad tamlamalarında en az iki ad ve bir bağlama sözcüğü vardır. Tamlanan da tamamlayan da birden çok olabilir. Örnek: Oda-nın, ev-in, bahçe-nin kapısı. Veya oda-nın pencereleri, kapıları, duvarları. Başöğretmenim, gerçekte, insan insanın kulu olamayacağına göre; o ancak bir Tanrı ‘nın kuludur. İslamiyette bu “Allah” tır. Her Tanrı Allah değildir ama Allah Tanrı ‘dır. Ama sizin, “Abdul” dan ibaret adınızda bu Allah sözcüğü yoktur, eksiktir. Yani tamlamanın tamlananı vardır fakat tamlayanı bulunmamaktadır. Bu nedenle adınız sadece “…nın Kulu” anlamındadır.Dilbilgisi açısından düşünülürse; bu “Ul” dan yani “Nın” dan sonra ya tanrı adının ya da O ‘nun adlaştırılmış sıfatlarından birinin tamlayan olarak kullanılması gerekmektedir. Örneğin; “Abd-ul-Lah” yani “Allah-ın Kulu” gibi. Veya “Abd-ur Rezzak” yani “Rızıkverici-nin Kulu”. Ve bunun gibi. Müslümanlıkta “Esma-yı Hünsa” yani Allah ‘ın “Güzel Adlar” ından herhangi birinin “Abdul” a eklenmesi zorunluyken burada bu yapılmamıştır. O zaman sizin bir kul olduğunuz, bir “nın” ın kulu olduğunuz anlaşılmakta, ancak kimin kulu olduğunuz anlaşılamamaktadır.
- Bu üstünakıllı neler söylüyor Erbil Hoca?
- Bilmem ki hocam. Neler söylediği bana karanlık.
“- Söyleyeceklerim bitmedi başöğretmenim.: Sizin soyadınızı da bu adlığa yanlış yazmışlar. Buradaki “Aşık” sözcüğü kemik anlamındaki aşıktır ve özel ad olarak kullanıldığında, kullananı alay konusu yapar. Adlığa yazılı olması gerekense; “Âşık” tır. Ki; bu sözcük “Seven”, “İmrenen” anlamına geldiği gibi “Halk Ozanı” anlamında da kullanılır.
Başöğretmenin çayı soğumuştu. Geri çekmeyi unuttuğu parmağı bakır adlığın üstünde ve gözleri Hikmet Genç ‘teydi. Alt dudağı aşağı düşmüş, bedeni öne doğru eğilmişti. Ona söylüyormuş gibi davranmakla birlikte sözlerini Erbil Öğretmen ‘e duyurmak istediği belliydi:
- 38 Yıllık hocayım. 16 Yıldır bu makamdayım. Bir o zaman kadardır da bu okuldayım. Sizler bir tek gün bile benin karşımda bu yürekliliği gösteremediniz. Sadece ve sadece pısıp kaldınız. Ben kabardıkça siz söndünüz. Ben devleştikçe siz cüceleştiniz. Ben bağırdıkça siz sustunuz. Hiçbir zaman beni benim karşıma koymadınız, bana işporta malı bir küçük el aynası bile tutmadınız. Şimdi noksan olan ben miydi? Allah biliyor ki; ben değilim. Ben sizin yanlışlıklarınızın yanlışlığıyım. Kalk, çık bu odadan; daha fazla kırıcı olmayayım.
Başöğretmen, odadan süklüm-püklüm çıkan Erbil Öğretmen ‘in arkasından bile bakmadı. Parmağı altındaki pirinç adlığı dayanağından çıkardı ve yüzünün üstüne masasının camına kapattı. Çalmakta olan zilin sesine işaret edercesine parmağını kapıya doğru uzattı:
- Sevdim seni hoca. Dedi. Seni sınıfına götüreyim. Yürekli çocuksun. Çocuklarımı sana emanet edebileceğimi kanıtladın. Onları onlara, beni de bana bırakma bundan sonra.
- Öyleyse; şu “Hoca” sözcüğünü de bir yana bırakalım başöğretmenim. İzninle söyleyeyim: Sen “Başöğretmen” sin. “Hoca” lığı benimsedinmi; “Baş” lığın bir yanda, “Hoca” lığın bir yanda kalır. Şimdiye kadar “Başöğretmen” yerine kim sana “Başhoca” dedi ki?
- Kimse demedi öğretmenim. Yürü, düş yola. Yürürken yanımda yürü, arkamdan gelme.
Hikmet Genç, başöğretmenin kapısını tıklatarak açtığı sınıfta, yirmiyi aşkın beşinci sınıf öğrencisiyle ve öğretmen vekili bir kızla karşılaştı. Ayrılan başöğretmenin arkasından kapıyı kapattı. Genç kızla tokalaştı, tanıştı ve geriye çekilip bir duvarın dibine dikildi.
Genç kız kürsüdeydi ve nemli gözlerini saklamaya çalışıyordu. Çocuklar da öyleydi ve onlar da öğretmenlerinin ayrılışına ağlamaktaydılar. Körpe gözlerinden körpe yanaklarına dökülen gözyaşları değersiz ve tuzlu birer su damlası değildi, minicik parçacıklara ayrılmış olan körpe yürekleriydi. Hikmet Genç, sığınıldığında; bir kadının verdiği sıcaklığın, bir erkeğin sağladığı sıcaklıktan daha değerli ve daha önemli olduğunun bilincindeydi. Kadın bacıydı, ablaydı, anaydı, kadın sıcaklık, yakınlık, içtenlikti. Erkek kardeşti, ağabeydi, beybaydı ama az-çok bir soğukluk, az-çok bir resmiyetti. Ve bu soğukluğu, bu resmiyeti ortadan kaldırabilmek veya eşitleyebilmek için erkeğin kadınlaşabilme olanağı yoktu. Belki de bunun içindir ki; çocukların gözleri genç kızın ta yakınında, ta burnunun dibinde ve kendisinin ta uzaklarındaydı.
Genç kızın sınıftan ayrılışı hem kendisini hem de çocukları ağlattı.
Hikmet Genç ders yapamadı, bir tek sözcük bile söyleyemedi. Bir ablayı kardeşlerinden, bir anayı çocuklarından ayırdığını varsaymanın hüznüne kapıldı. Kendisi kendisine, vekil öğretmenliğe değil de, ocaklar yıkmaya gelmiş gibi göründü. Abla gitmiş, kardeşleri, ana ölmüş, çocukları öksüz kalmışlardı. Gerçekte öyle durmasalar da elleri koyunlarındaydı, kolları körpe fidanların körpe dalları gibi kırılmıştı. Yaralarını sarmak, onları avutmak, nice bir zamanın ablasını, nice bir dönemin anasını onlara unutturmak, o pırıl pırıl gözyaşlarını birer tatlı gülücüğe, ciddiyet sınırlarını zorlayan birer körpe kahkahaya çevirmek kolay değildi.
Hikmet Genç, bütün bir sınıfın gözleri önünde, iskemlesine oturdu, ellerini kürsünün üstüne koydu ve yüzünü öylece kürsüye kapattı.
Her şey tasarladığı gibi oldu: Bir süre sonra ağlamalar kesildi ve yerlerini çekingen meraklar aldı. Hıçkırıklar dindi ve körpe birkaç adım kürsüye kürsüye sokuldu.
Hikmet Genç, tüm seslerin kesildiği, tüm kıpırdanışların durduğu ve tüm sınıfa bir derin sessizliğin çöktü anda, dilini dışarı çıkarıp yüzünü kürsüden kaldırarak sevimli bir “Bööö…” yaptı ve umulanı almaya da bu kadarı yetti. Gözyaşları körpe yanaklarında kurumaya yüz tutmuş olan sınıf körpe kahkahalara boğuldu. Zilin sesi bile çocukların ilgisini, sevgisini Hikmet Genç ‘ten çekip alamadı.
Kendisini minik öğrencilerin ellerinden kurtarıp varlığını bir yıldır hayallediği ve hayallerinde süslediği öğretmenler odasına gidemedi.
Yeni derste, ders yapmayarak öğrencilerini birer birer tanımaya çalıştı. Yirmiiki öğrencisinden sadece ikisinin babası subaydı. Kalanların tümü paytoncu, at arabacısı, işçi, ırgat, bakkal, ölü yıkayıcı, pazarcı, sucu, simitçi, hamal, çakmakçı, bahçıvan, boştagezer çocuklarıydı. Bunlar çocuk değillerdi, kendisi “Türkücü Vali” diye hafife alınan Şair Mehmet Emin Yurdakul ‘u yüreğinden yaralayan “Paçavralar içindeki yoksullar” dı. Nice bir yıllar öncesinde onu yaralayanlar, köprülerin altından geçip giden sular altında, şimdi de Hikmet Genç ‘i yüreğinden yaralıyorlar, canevinden vuruyorlardı. Zaten onun içindir ki; ona göre; en etkin silah yoksulluk, umarsızlık ve zavallılıktı. Nitekim; bu silah, diğerleri gibi değildi: Çekilmeden vuruyor ve vurdumu öldürüyordu.
Defterleri, kitapları, kalemleri yoktu ve pırıl pırıl parlayan gözlerinde neden olmadığının sorulacağı korkusu vardı. Var olan tek şeyleri de bu korkuydu. Babalarının neci olduklarını söylerken de, başlarını hep bir omuzlarına yatırıyorlardı. Taranamamış saçları güzeldi, yıkanamamış elleri-yüzleri güzeldi, kesilememiş tırnakları güzeldi. Hikmet Genç, onların noksanlıklarını noksansızlıklarından da güzel, noksansızlıklarından da değerli buluyordu. Zira; noksanın düzelme, giderilme, iyileştirilme, noksansızlaştırılma olanağı vardı ve noksansızlık öyle bir olanaktan yoksundu. Noksansızlık bitmişlikti, tükenmişlikti, bir yerinde sayış, bir kekeleyişti. Gidecek yeri, ulaşılacak menzili kalmamışlıktı.
Kendilerinde çocuklarına ad koyma hakkı bulanlardan bazıları, kızlarına “Sultan”, oğullarına “Hakan”, “Kağan”, “Vezir”, “Ağa”, “Efendi”, “Kizir”, “İlbeyi” gibi adlar vermişlerdi. Hikmet Genç, bu davranışların altında, yoksulun varsıldan, güçsüzün güçlüden, ezilmişin ezenden öc alma duygusunun yattığını bilmekteydi. Bu duygu yüzünden, ezilen, karşısında varlığını gösteremediği ezenin adını, unvanını çocuklarına vermiş ve hiç olmazsa; onları “Kız Sultan…”, “Ulan Hakan…”, “Ulan Ağa…”, “Ulan İlbeyi, gelsene ağzına tükürdüğüm…”, “Gelsene şeyini şey yaptığım…” diye çağırırken gizli öfkesini kusabilmişti.
Sınıftaki iki subay çocuğu özenle giydirilmiş, özenle bakılıp beslenmiş, özenle eğitilmiş, özenle büyütülmüş örnek öğrencilerdi. Beyaz ve kolalı yakalıkları, göğüslerinde okulun arması bulunan tertemiz kara önlükleri, kısa pantolonları, kısa boğazlı beyaz tire çorapları ve boyalı ayakkabıları vardı. İkisi de iyi bir aile terbiyesi, iyi bir okul eğitimi görmüşlerdi. Yüzleri-gözleri, elleri-ayakları, saçları-başları, dilleri-şiveleri tertemizdi. Her ders için ayrı birer defterleri, renksiz ve renkli kalemleri, dolmakalemleri, silgileri, cetvelleri, pergelleri, iletkileri, gönyeleri, kutuları, çantaları ve ceplerinde harçlıkları mevcuttu. Anaları-babaları kendileriyle ilgilenen, okula getirilip okuldan götürülen yirmiikide ikiydi. Kalanların okula gelip gelmedikleriyle, ne yapıp ne ettikleriyle, eve dönüp dönmedikleriyle ilgilenen yoktu ve çocuklar arasında anası olmayanlar, babası bulunmayanlar, hem anası hem de babası ölmüş olanlar vardı.
Hikmet Genç, ortada bir Tanrı sal eşitsizlik bulunmadığına kesinlikle emindi. Zira; Tanrısal eşitlik için varsıl kadar yoksul da gerekliydi. Aydınlığın karşısında karanlık, çirkinliğin karşısında güzellik, sıcaklığın karşısında soğukluk, dağ karşısında uçurum, iyilik karşısında kötülük, devlik karşısında cücelik olmadıkça, Tanrısal eşitlikten söz edilemezdi. İnsanın bu durumu bir eşitsizlik gibi görmesi yanlıştı. Ve bu yanlışlık bir basit ölçek yanlışlığıydı. Çünkü; insan, Tanrı ‘nın birimlerini kendi ölçeğiyle ölçmeye kalkışıyordu. Tanrı ‘nın bir menzilini insanın litresiyle kim ölçebilir, kim bundan ne sonuç çıkarabilirdi ki? Bunun için değil midir ki; insan, bir menzili önce metreyle, o menzil bine vurdu ve bini aştımı, ondan sonra kiloyla ölçmeye kalkışıyordu?
Hikmet Genç ‘e göre; yapılması gereken; kötü varsayılanı iyi varsayılanın, yoksul varsayılanı varsıl varsayılanın düzeyine çıkartmaktı ve bunun, iyinin kötü ve varsılın da yoksul düzeyine indirilmesiyle yapılması yanlıştı.
Zil çaldı ve varsıl çocuklarla yoksul çocuklar sevinçte, kıvançta, oyunda birleşti.
Hikmet Genç, ömründe ilk kez bir öğretmenler odasına öğretmen olarak girdi ve kadın-erkek öğretmenlerle tanıştı. En gençleri bile kendisini katlayacak yaştaydı. Gülmeye doymuş halleri olmadığı halde gülemiyorlardı.
- Amethocam, bir müsellesi mukaarın ıdlaı selasesi hasılı dıllının tarhına müsavi değil midir?
- Müsavidir hocanım.
- Lütfen bağışlayın öğretmenim. Siz derslerde de böyle mi konuşuyorsunuz?
- A tabii. Ne var bunda?
- Aman öğretmenim, ne yok ki. Bir kere; bu kullandığınız karma bir dil. Sözcükleriniz arasında “Bir” le “Değil midir? ” den başka tek Türkçe sözcük mevcut değil. “Arapça söylüyorsunuz.” Desem; hayır, Arapça da söylemiyorsunuz. Zira; ara yerlerde “Si”, “Nın” ve “Na” gibi tamamlama ekleriyle adın “a, e” hallerini belirten takılar var. Genç Cumhuriyet ‘in körpe ilkokul çocuklarının böyle bir dili anlayacaklarını sanmıyorum. Bu tür bir öğretimin kime ne yararı olur?
- Ah bu yenidilciler. Öyle demeyelim de nasıl diyelim ayol? Bu kelimelerin yerlerine koyabileceğimiz kelimelerimiz mi var?
- Elbette ki var. 1Bir dik üçgenin üç yanının toplamı tüm yanlarının toplamı demektir.” Dendimi çocuklar bunu anlayabilirler, ama az önceki söylediğinizi asla.
- Fakat bakın, siz anlayabilmişsiniz.
- Ben bunu özel yeteneğimle anladım öğretmenim. Yaşım Osmanlıca ‘ya ulaşmaz.
- Ama mota mot…
- Dur öğretmenim; yanlış. Kullanmak istediğiniz deyim Fransızca ‘dır. Deyimin “Mot” biçimindeki sözcüğü, “Mo” okunur ve “sözcük” anlamına gelir. Kendisinden sonra “a” ünlüsü geldiği için, ilk sözcüğün sonundaki (t) okunur, “Mota” sesini alır ve buna “Liyezon” ses uyumu bakımından “Bağlama” denir. Ancak, aynı ikinci sözcükten sonra başka hiçbir şey gelmediğinden, deyimin telaffuzu “Motamot” olmaz, “Motamo” olur. Ki; deyim, “Sözcüğü sözcüğüne” yani “Kılı kılına” yahut “Harfi harfine” demekte kullanılır.
Hikmet Genç, saygılı bir selam vererek odadan çıkıp okul kitaplığına gitti.
- Ayol, nereden çıktı bu sivri?
- Sivri-mivri. Bu çocuk doğrusunu bildiği yanlışa bozulur. Mahallede de böyledir.
- Sen de onu mu tutuyorsun Erbil Hoca?
- Mesele tutma meselesi değil ki Hoca Hanım.
- Nedir peki?
- Mesele boynuzun kulağı geçtiği meselesidir.
- Püf.
Hikmet Genç, yeniden öğrencilerinin karşısındaydı:
- Dersimiz?
- Yurttaşlık Bilgisi.
Çiçeği burnunda öğretmen vekili, kitaplıkta hazırlayıp getirdiği paketi açtı. İçinden büyük bir Tüek Bayrağı, büyükçe bir insan fotoğrafı ve bir kangal çamaşır ipi çıkardı. Fotoğrafı ve bayrağı karatahtaya plastik bir bantla tutturdu. Bayrağın altına kocaman harflerle “Türk Bayrağı”, “fotoğrafın altına “Mehmet Akif Ersoy” ve her ikisinin altlarına da “İstiklal Marşı” yazdı:
- Bu büyük adamın adı “Mehmet Akif ERSOY” dur. Adı Mehmet Akif, soyadı Ersoy. O, büyük ve ünlü bir ozandır. 1873 Yılında İstanbul ‘da doğmuş, 1936 yılında İstanbul ‘da ölmüş, dolayısıyla 63 yıl yaşamıştır.
Hikmet Genç, sözlerinin burasında durdu. Öğrencilerden altısını karatahtanın önününe çağırdı. Gelenlerden birini öne çıkarıp elindeki çamaşır ipini diğerlerine verdi:
- Şimdi burada kısa ve basit bir oyun oynayacağız. Dedi. Siz beşiniz bu arkadaşınızı şu iple sarıp sarmalayıp sımsıkı bağlayın fakat asla canını yakmayın.
Sınıf bir anda gülüşmeler, sevinç çığlıkları ve el çırpmaları içinde kaldı. İstenen yapıldı ve sarılıp sarmalanan, sımsıkı bağlanan öğrenci karatahtaya dayatıldı.
- Arkadaşların seni böyle bağladıkları için korktun mu?
- Korkmadım öğretmenim.
- Zaten korkmana da gerek yok. Çünkü oyun oynuyoruz. Tamam mı?
- Tamam.
Hikmet Genç, merak ve heyecan içindeki sınıfa döndü:
- Şimdi tümümüz birden soruyoruz: “Bu arkadaşımız ne durumda? ” Yanıtını hep birden veriyoruz: “Eli-kolu bağlı durumda.”
- Eli-kolu bağlı durumdaaa…
- İşte böyle eli-kolu bağlı olmaya “Tutsaklık” denir. Ne denirmiş?
- “Tutsaklık” denilir…
- Bu tutsak bir insandır.
- Bu tutsak bir insandııır…
- Bazan bir yurdun da tıpkı böyle eli-kolu bağlanılır.
- Bazan bir yurdun da eli-kolu böyle bağlanııır…
- Bir yurdun elini-kolunu düşmanları bağlar.
- Bir yurdun elini-kolunu düşmanları bağlaaar…
- Yurdun eli-kolu topraklarıdır.
- Yurdun eli-kolu topraklarıdııır…
- Yurttaşlarıdır.
- Yurttaşlarıdııır.
- Denizleri, akarsuları, gölleridir.
- Denizleri, akarsuları, gölleridiiir…
- Bağları, bahçeleri, tepeleri, dağları, ormanlarıdır.
- Bağları, bahçeleri, tepeleri, dağları, ormanlarıdııır…
- İlleri, ilçeleri, köyleridir.
- İlleri, ilçeleri, köyleridiiir…
- Ve yurdun tüm olanaklarıdır.
- Ve yurdun tüm olanaklarıdııır…
- Hiçbir insan, hiçbir yurt tutsak olmak istemez.
- Hiçbir insan, hiçbir yurt tutsak olmak istemeeez…
- Tutsak insan, tutsak yurt özgürlüğünü arar. Özgürlüğü için canını seve seve döker.
- Tutsak insan, tutsak yurt özgürlüğünü arar. Özgürlüğü için canını seve seve verir, kanını seve seve dökeeer…
Hikmet Genç, avucunu havada soldan sağa gezdirerek sınıfı susturdu. Beş öğrenciye arkadaşlarını çözmelerini söyledi. Çocuk çözüldü, ip yere düştü:
- İşte bu özgürlüktür.
- İşte bu özgürlüktüüür…
- Özgürlük “İstiklâl” demektir.
- Özgürlük “İstiklâl” demektiiir.
Hikmet Genç, öğrencileri yerlerine göndererek anlatmaya başladı:
- Bir zamanlar, bizim bu güzel yurdumuz düşmanlarımızca tutsak edilmişti. Atalarımız yurdumuzu kurtarabilmek için seve seve kanlarını döktüler, canlarını seve seve verdiler. Yurdumuz onların kanları ve canları sayesinde özgürlüğüne yani istiklâline kavuştu. Fotoğrafını gördüğünüz bu büyük ve ünlü ozan Mehmet Akif Ersoy, özgürlüğümüzü anlatan ve öven dizeler yazdı. Bir büyük bestecimiz onun bu dizelerini besteledi ve biz, 1921 yılından bu yana o dizeleri o besteyle, gerektiği her yerde hep bir ağızdan ulusal bir destan gibi söylemeye başladık. İşte bu, bizim İstiklâl Marşı ‘mızdır. Onun için her hafta başında ve her hafta sonunda, okulumuzun bahçesinde dizilip bayrağımızın karşısında hep bir ağızdan İstiklâl Marşı ‘mızı haykırmaktayız. Anlayabildiniz mi?
-* Anladııık…
- Öyleyse; defterlerinizin ilk sayfasına, İstiklâl Marşı ‘mızı elimizden geldiğince özene-bezene yazalım. Onu seve seve, övüne övüne ezberleyelim. Zira; o bizim kutsal marşımızdır. Her nerede duysak bulunduğumuz yerde hazırola geçeriz. Oturuyorsak ayağa kalkarız. Yürüyorsak dururuz. Her ne iş görürsek görelim, işimizi-gücümüzü o anda bırakırız. Dinlerken yurdumuzu kurtarmak ve bizi özgürlüğe kavuşturmak için atalarımızın, kanlarını nasıl seve seve döktüklerini, canlarını nasıl seve seve verdiklerini düşünür, onlara minnetler duyarız. Yurdumuz, ulusumuz, bayrağımız kutsaldır ve bölünmez bir bütündür. Onların yeri bizim başımızın en üstünde, yüreğimizin ta içindedir. Birlikte yineleyelim.
- Onların yeri bizim başımızın en üstünde, yüreğimizin ta içindediiir…
- Küçüklerim, çocuklarım, kardeşlerim… Kaçıncı sınıfta olursak olalım; bizim İlk Ders ‘imiz budur. Bu sadece bizim değil, analarımızın, babalarımızın, kardeşlerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin de İlk Ders ‘idir. O, tüm Türk Ulusu ‘nun İlk Ders ‘idir. Haydi yineleyelim.
- O tüm Türk Ulusu ‘nun İlk Ders ‘idir.
- Yavrularım… Bu dersi öğrenmeden başka derse, başka hiçbir sınıfa geçemeyiz. Ben sizin yaşınızdayken, bayrak törenlerine çıkardım ama anlamını, önemini bilemezdim. İstiklâlin nr olduğunu, bayrak törenlerini niçin yaptığımızı, marşı neden söylediğimizi kendiliğimden bulup çıkaramazdım. Çünkü; o zamanki öğretmenlerimiz bizi İkinci Ders ‘ten derse başlatmışlardı. Bunu unutmayın: Ben sizi Birinci Ders ‘ten derse başlatıyorum.
Çocuklar o gün, çiçeği burnunda öğretmen vekilinden bir bayrağın bir göndere nasıl çekilebileceğini, okullarına neden “Cumhuriyet İlkokulu” dendiğini, Cumhuriyet ‘in ne olduğunu, “Devrimler” in ne anlama geldiğini, anadillerine niçin sahip çıkmaları gerektiğini öğrendiler.
Hikmet Genç, ikinci katın beton koridorunda, elindeki cetvelin demirli yanıyla bir öğrencinin kafasına vurmakta olan nöbetçi bayan öğretmenin önüne geçti ve elinden cetveli aldı:
- Siz böyle bir hakkı kimden alıyorsunuz öğretmenim? Diye sordu. Bizlerden beklenen dövmek değil, öğretmektir.
- Eski köye yeni kural mı koyacaksın?
- Hızla yenileşen köylerin eskimiş kurallarla yönetilebileceğine hiçbir zaman inanmadım.
Tartışmayı bir odacı kesti:
Hikmet hocam, Abdul hocam sizi bekliyor.
Hikmet Genç, elindeki cetveli sahibine uzattı:
- Cetveliniz, öğretmenim. Çizgi falan çizmeniz gerekebilir.
- Seni şikayet edeceğim.
- Kim engelleyebilir ki?
Dönüp odacıya baktı:
- Bana Hikmet Öğretmen diyeceksin bundan sonra.
Koridoru boydan boya geçip aşağı kata indi ve başöğretmenin odasına girdi. Gösterilen yere yeni oturmuştu ki; nöbetçi öğretmen kapıda göründü: Blöf yapmamış; gerçekten yakınmaya gelmişti.
Yakınışı dinledikçe başöğretmenin o ciddi yüzünde güller açıyordu. Kendisinden beklenmeyeni yapmakta, nöbetçi öğretmene yer göstermekte, çay sunmaktaydı:
- Ne kadar ilginç öğretmenim. Diye gülüyordu. Hem cetvelle küçücük bir çocuğun kafasına vuruyorsun, hem de cetvelin elinden çekilip alındığı için şikayete geliyordun.
Gülücükler içinde sümeninin altından çıkardığı bir parşömeni öğretmene uzattı.
Bayan öğretmen, uzatılan kağıdı okudukça daha bir dikkatli okuyor, başını kaldırıp kaldırıp başöğretmene bakıyor, yeniden yeniden okumaya koyuluyordu.
Hikmet Genç, ancak kağıt kendisine de uzatılınca durumu anladı: Başöğretmen, konuşulmuş olanları gerekçe göstererek “Abdul” olarak kullanageldiği adını “Abdullah” biçiminde değiştirmek üzere dava açmış ve davayı da aynı gün karara bağlatmıştı. Sözleri nöbetçi öğretmeneydi:
- Sen kimi kime şikayet ediyorsun öğretmenim? Delikanlının yaratılışı böyle: Noksana-yanlışa bayılıyor ve tamamlayıp doğrultmak için de elinden geleni yapıyor. Minnettar mı olalım yoksa tepesinde boza mı pişirelim? Lütfen nöbetini ona bırak, gidip şöyle bir düşünüver.
Bayan öğretmen çıkarken Hikmet Genç, içi kaynaya kaynaya başöğretmenin ellerine sarıldı, öpmek istedi Beriki gülmekteydi:
- Sen de el öper misin ki?
- Senin gibi başöğretmenin, senin gibi Abdullah ‘ın, senin gibi Aşık ‘ın, elini değil, ayağını da öperim.
- Ben de senin gibi öğretmen vekilini alnının tam ortasından öperim.
Tek bir anda sarmaş-dolaş olmuşlardı. Görünüşe bakılırsa; aralarında yaş farkı, mevki farkı kalmamıştı. Eskiyle yeni, yukarıyla aşağı aynı çizgide, aynı noktada buluşmuş gibiydi.
Başöğretmen, daha dün bir, bugün ikilik öğretmen vekiline ilk kez adıyla hitabetmekteydi:
Öğretmen hanımın nöbetini sana veriyorum Hikmet. Okulumuz, yoksul çocukların yoğun olduğu bir okuldur. Bunlar öğle paydoslarında evlerine gitmezler. Zira; gitseler de okula yine ac dönmek zorundadırlar. Hayır kurumlarından sağladığımız ekmekle, peynirle, sütle karınlarını biz doyurmaya çalışırız. Okulun alt katında bir salonumuz var. Öğrenciler orada toplanırlar ve iki hizmetlimiz orada o yiyecekleri onlara dağıtırlar. Nöbette onları sen deneteceksin. Şimdi orada olmalıdırlar. Haydi git, gecikme.
Her adımda Hikmet Genç ‘in içi kaynamaktaydı. Yerlerden-göklerden, havalardan-bulutlardan bir büyük mutluluk çalakanat, yelemyelpirek gelmiş, yüreğinin baş köşesine oturmuştu. Bu; yaptıkları için yergi yerine övgü görmenin ve “Hoca ‘m” lı bir başöğretmenin bir bayan öğretmene “Öğretmenim” diye hitabetmeye başlamasının getirdiği mutluluktu ve ona göre; çöldeki bir kızgın kum tepesinin ardından birdenbire ortaya çıkan bir yemyeşil, bir serin vahaydı. Bir derin, bir uzun soluktu. Kapalı kanatları ardına kadar açılan bir büyük, bir çift kanatlı kapıydı.
Okulun alt katındaki salon kupkuru bir dört duvardan ibaretti. Penceresi yoktu ve tavandaki bir ampulle aydınlatılmıştı. Salon yaz gününde kışı yaşamaktaydı. Birbirinden yoksul, birbiri kadar kirli, birbiri gibi bakımsız, birbiri kadar ürkek bir dolu çocuk, çıplak beton döşemeli salonun duvarların dibine çömelerek birbirlerine çitene öitene sıralanmışlardı. Hiçbirinin ayağında göze gelir bir ayakkabı yoktu. Olanlarınki yırtık-pırtık, kaba, hantal yamalı, niteliğini çoktan yitirmiş, kirli, pis deridendi. Bazılarının ayaklarında eski kara lastikler, bazılarının ayaklarında ayakkabı biçimi patlak, yırtık plastikler ve ipleri kopmuş, samanları dağılmış çarıklar mevcuttu. Tümü, önlerine atılacak etsiz birer kemiği yalamayı, gevelemeyi bekleyen köpek enikleri gibiydi. Kendi kazançları olmayan bir şeyleri yiyecek olmanın peşin suçluluğu ve çekingenliği içindeydiler. Oturup bir lokmalık ekmeklerini yiyebilecekleri, bir yudumluk sütlerini içebilecekleri masaları, sandalyeleri yoktu.
Kapının yakınındaki bir hizmetli, yere bırakılmış bir kazandan buharı yükselen sütü elindeki bir kepçeyle karıştırmakta, obiri, gazete kağıtları üstündeki kirli bir sepetten, dörttebire bölünmüş ekmek boşaltmaktaydı. Bir ayrı gazete kağıdının üstünde birer üçgenlik bir büyük öbek, kalaylı kağıtlara sarılı gravyerler duruyordu.
Hikmet Genç ‘in içeriye girişini bile umursamayan hizmetlilerden biri, çömelmiş ve birbirine çitenmiş çocukların önlerinden geçerek her birinin açılan avuçlarına dörttebirlik birer ekmek ve bir üçgen gravyer bırakmaya başlamıştı. Obiri, buyurucu bir sesle çocuklara seslenmekteydi:
- Haydi, maşrapası, bardağı olanlar gelsinler birer birer…
Çocukların sadece ikisinde ezilmiş, yıpranmış birer alüminyum maşrapa, birinde kısa, kalın bir su bardağı ve birinde de ince belli bir çay bardağı vardı ve kazandaki sütten yalnız bunlar alabilmişlerdi.
Hizmetliler artan ekmekleri, gravyerleri bir büyük torbaya doldurmanın ve süt kazanıyla birlikte dışarıya taşımanın peşindeydiler.
- Çıkarmayın o kazanı, o ekmekleri ve o peynirleri…
- Ama hocam, arttı bunlar.
- Artmadı. Yeniden dağıtın süt içemeyenlere ve peynir-ekmeğe doyamayanlara…
- Ya bizlerle çoluk-çocuğumuz toprak mı yiyelim hoca?
- “Hocam” dan “Hoca” ya indin herif… Bir basamak daha inmeye kalkışırsan; inan ki; seni şuracıkta tepelerim…
- Ben bu durumu Abdul hocama iletirim.
- Hemen ilet…
Hikmet Genç, salondan söylene-bıdılana çıkan hizmetlilerle ilgilenmeksizin merakla bakmakta olan çocuklara döndü. Sesi kelebekler kadar zarif, güneşler kadar aydınlık, sular kadar duruydu:
- Doymayanlar parmak kaldırsın ciciklerim…Onlara yine ekmek-peynir dağıtacağız… Ta ki; buradaki ekmekler-peynirler-sütler bitene kadar… Sen gel, benim ciciğim, parmak kaldıran arkadaşlarına ekmek-peynir dağıt… Maşrapası, bardağı olanlar, istiyorlarsa; yine süt alsınlar… Sen, sen… Evet sen… Arkadaşlarının maşrapalarına, bardaklarına süt koy kepçeyle… İçenler maşrapalarını, bardaklarını arkadaşlarına versinler ve çıksınlar… Korkmayın, hepiniz bu sütün tamamını içeceksiniz, bu ekmek-peynirlerin tümünü yiyeceksiniz… Zira bunlar sadece sizler içindir ve sizler bunlardan da iyisine, bunlardan da çoğuna layıksınız…
Başöğretmen Hikmet Genç ‘i, çocuklar yiyeceklerini yiyip bitirdikten sonra çağırttı. Kendisini çağırmakla ödevlendirilmiş olan adam, süt dağıtımında görevlendirilen hizmetliydi. Ve kulaklarına kadar açılmış ağzıyla açık oda kapısının hemen yakınında el bağlamış durmaktaydı.
Başöğretmenin gözleri Hikmet Genç ‘in gözlerindeydi:
- Yahu öğretmenim. Diyordu. Bu nasıl iştir? Hakkında şikayete gelindikçe; senin benim gözümdeki değerin artıyor. Zira, haklılıktan, doğruluktan yakınılması beni şaşkınlıklar içinde bırakıyor. Sence de; yakınmayı gerektiren haksızlık ve yanlışlık değil midir? Peki, sen ne yapmışsın senden yakınılması için? Zaten hayır kurumlarının yoksul çocuklarımız için verdiği ekmekten, sütten, peynirden ibaret gıda yardımının tümünü onlara dağıtmışsın. Öyleyse; bu, neden yakınmayı gerektirsin ki? Nedenini ben söyleyeyim: Adlarına “Hizmetli” denen ve biri şu anda bizi sırıta sırıta dinleyen ve senin ensende boza pişirmemi bekleyen bu iki alçak, şöyle birazcık bile doymamış, elinde kabı olmadığı için bir yudum bile süt içememiş sabilerin önünde bir kazan sütü, bir torba dolusu ekmeği, peyniri, bizi gargaraya getirip sürekli olarak evlerine taşımışlar ve sen, bu kadar zamanda tek bir kere bunların tekerleklerine taş koymuşsun. O böyle söylemediği halde, durumun böyle olduğunu ben nasıl anladım dersin? Neden anlayamayayım? Bunlar “Merdi Kıpti” öğretmenim, “Merdi Kıpti”. Şecaat arzederken sirkatlerini söylüyorlar yani yiğitliklerini anlatırken hırsızlıklarından söz ediyorlar: “Dün gece birinin kümesinden öylesine tavuk çaldım ki; kimseciklere görünmedim.” Şimdi, bizi küstah bir kurnazlıkla dinlemekte olan şu herifin gözleri önünde sana teşekkürler ediyorum. Çünkü; sana karşı minnet, ona karşı nefretler içindeyim ve biraz daha dinlemeyi sürdürürse, kalkıp onu tepelemek üzereyim.
Hizmetli tek bir anda, tıpkı bir-iki saniyelik bir hayal gibi kapıdan silinirken ve kendisi başöğretmenin odasından çıkarken Hikmet Genç, kendisini kendisi yapan mutluluklar içindeydi. Günü, geçmiş günlerinden hiçbirine benzememekteydi.
Başöğretmen dergi paketini beşinci gün verdi:
- Bunlar sizin sınıfın dergileri. “Doğan Kardeş” ler. Haftada bir gönderilirler. Paralarını toplar, dergileri dağıtırsın.
Hikmet Genç sınıfa girince paketi kürsüye koyup açtı. Ambalaj kağıdını buruşturup ipiyle birlikte çöp kutusuna attı.
Paketlenmiş yirmiiki dergi, dört yanı düzgün kesilmiş bir büyük peynir, bir büyük yağ kalıbını andırmaktaydı. Ambalaj kağıdının içinden bir dergi destesi değil, bir rengarenk çiçek bahçesi çıkmış gibiydi. En üstteki derginin renkleri insanın gözlerini alıyordu. Kürsü taze mürekkep kokuları içindeydi. Derginin kapağında bembeyaz çiçekli körpe dallar, kimisi dallara konmuş olan, kimisi uçuşan körpecik kuşlar, çatal çatal kirazlar, üstlerinden çiçekler taşan çitler, çitlerin diplerinde rengarenk çiçekler ve yemyeşil otlar, otlar arasında gezinen kara gözlü körpe kuzular vardı.
- “Doğan Kardeş” iniz geldi ciciklerim. Şimdi onları sizlere dağıtacağım. Paralarınız hazır mı?
- Hazır öğretmenim… Hazır…
Birisi önlerden, obiri arkalardan havalara kalkan sadece iki parmak ve aynı yerlerden yükselen iki sevinç çığlığı. Tümü o kadardı işte. Ya havalara kalkmasını az-çok umudettiği diğer körpe parmaklar ve yükselmesine can attığı diğer körpecik sevinç çığlıkları? Onlar yoktu. Onlar kayıptı. Onlar durağan durağan bakışlı, onlar suçsuz suçluydu.
Hikmet Genç, dergi destesini iki eliyle alttan tutarak sıralar arasında dolaşmaya ve her çocuğun önüne buram buram kokan, gözler-gönüller açan bir dergi bırakmaya başladı.
- Öğretmenim benim dergi param yok ki.
Sınıfın her bir sırasından bir ayrı “Benim de” yükseldi.
- Bundan sonra evinizden dergi parası istemeyeceksiniz ciciklerim. Dergilerinizi tıpkı böyle her gelişinde, sizlere parasız dağıtacağım.
- Öğretmenim, işte benim dergi param.
- Koy onu önlüğünün cebine ciciğim. Kimseden alınmayan bir dergi parasının sadece iki kişiden alınması haksızlıktır.
Sınıf bahara çıkmış körpe bir cennet bahçesi gibiydi. Güzellikler Doğan Kardeş ‘lerin kapaklarından sıçrayıp zıplayıp sınıfa doluşmuşlardı. Sınıf uçuşan kelebekler, bembeyaz çiçekler, körpecik dallar, dallarda ötüşen minicik kuşlar, yemyeşil çayırlar-çimenler ve çimenlerde gezinerek meleyen kara gözlü kuzular içindeydi. Ve değneksiz çoban, çocuğun hayvana nasıl davranması gerektiğini anlatmaktaydı:
- Bir aslanı, bir ayıyı, bir kurdu, kuzuları-kedileri-kuşları sevdiğimiz biçimde sevmemeliyiz. Onları, ancak bize zarar veremeyecekleri koşullar altında sevebilmeliyiz. Gerçekte; ayı bir “Ayı Kardeş”, kurt bir “Kurt Kardeş” değildir. İnsanların onlardan sakınması, onlara karşı önlemli davranması gereklidir. Çünkü; insanı parçalayabilirler. Kendilerinin bizim öykü kahramanlarımız olması bu durumu değiştirmez. Rastladığımız her köpek, her kedi, bizim dost olabileceğimiz köpek ve kedi değildir. Zira; içlerinden bazıları kudurmuş olabilirler. Kudurmuş köpekler, kudurmuş kediler kuduz tehlikesine yol açarlar. Böyleleri sudan korkarlar ve karanlıklara sığınırlar. Onlardan korunmak zorundayız. Çünkü kuduz, ölüm getirir. Bu küçücük yaşımızda ölmek ister miyiz?
- İstemeyiiiz…
- O zaman, nerede hangi önlemi almamız gerektiğini öğrenmeliyiz. Kendisini sevdiğimiz halde, bir kedi bizi tırmalayabilir. Bir köpek ısırabilir. Bir koç bize tos vurabilir. Bir eşek, bir katır, bir at bize çifte atabilir. Bir öküz, bir manda bizi boynuzlayabilir. Bunları hesaba katarak onları sevmeye çalışmalıyız. Hayvan sevgisi, önlemsizlik demek değildir. Hayvanları sevmek iyidir, onlara kötülük yapmamak da iyidir.
Hikmet Genç, dersten sonra başöğretmenin yanına gitti. Durumu anlattı ve dergileri her hafta alacağını, ancak para-mara toplayamayacağını, paraları aylığından toptan ödeyeceğini bildirdi.
- Yavrum, çocuğum, delikanlım… Haftalık dergi sayısının yirmiiki olduğundan, bunun ayda en az seksensekiz yapacağından, her birinin elli kuruşa satıldığından, toplamının kırkdört lira tutacağından, vekil öğretmenlikte, eline, asıl öğretmen aylığının üçte ikisi tutarındaki doksan liranın geçeceğinden, bu nedenlerle aylığının kırkaltı liraya düşeceğinden haberin yok mu acaba?
Yanıt kısa ve kesindi:
- Var.
- Kalanla (ki; bu gidişle eline o kadarının da geçeceğini sanmıyorum.) karnını nasıl doyuracağının da bilincinde misin bari?
- Karnımı şimdilik beybam doyurur.
- Ya sonra?
- Sonrasını sonra düşünürüm.
Başöğretmen gülümsedi:
- Kayseri ‘linin dediği gibi: “Gayrı artık sen bilin, yiyenim.”
- Bir dileğim daha var başöğretmenim. Öğle yemeklerinde her ciciğin süt içebilmesi için, yeteri kadar su bardağı istiyorum.
- Bardağım yok, param yok.
- Okulun parasından verin, sizden istemiyorum.
- Okulun parasını, hesapta olmayan bardaklara harcayamam: İsraftır.
- İsraftan kaçınıyorsanız; size çıplak bir ampul yetmiyor mu başöğretmenim? Tavana avize asmışsınız. Çıplak bir döşeme yetmiyor mu? En pahalı Bünyan halısı ayaklarınızın altında. Dört bacaklı bir masa yetmiyor mu? Önünüze banker masalarını andıran masa çekmişsiniz. Çıplak duvar yetmiyor mu? Sırtınızı en seçme panoya dayamışsınız.
Hikmet Genç başka tek söz söylemeden odadan çıkıp gitti.
O gün öğle dinlenmesinde nöbetçi olduğu bildirildi ve çocukların ekmek-peynir yiyecekleri, süt içecekleri beton salona yeterince altın helli su bardağı gönderildi.
Ertesi gün, çağırıldığı için makama girdiğinde makamı tanıyamadı ve başöğretmeni çatık kaşlarıyla karşısında buldu. Tavanda avize yerine bir çıplak ampul, kapı karşısında dört bacaklı bir kuru masa, kırmızı koltuklar yerine çıplak, kuru iskemleler vardı ve yerde halı, duvarda panı ve Atatürk resmi dışında resim-tablo yoktu. Pirinç bir adlık masanın sağ köşesinde durmaktaydı ve adlıkta iki sözcük göze çarpmaktaydı: “Abdullah Âşık”.
Başöğretmenin ilk ve son sözleri şunlar oldu:
- Aranma kötehor, aranma… Tümünü Milli Emlak Müdürlüğü ‘ne gönderdim. Haydi defol. Ciciklerin seni bekliyor.
Aylıksız geçen iki ay mı sürdü, iki aydan biraz eksik, biraz artık mı, bilinmez. Asıl öğretmenin atanmasıyla öğretmen vekilliği görevi sona eren Hikmet Genç okuldan ayrıldı. Ayrılırken, öğle yemeğine boş vermiş bir alay çocuk, öğretmenlerinin arkasından ağlayarak koşuşmakta, ana kapıya dizilmiş genç-yaşlı öğretmenler el sallamakta, önleri ilikli hizmetliler hüzünlü gözlerle bakınmakta ve dört bacaklı kuru bir masa başında oturan otoriter bir başöğretmenin gözlerinden yanaklarına yaşlar süzülmekteydi.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 139-174/239)
Kayıt Tarihi : 21.3.2007 14:33:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!