İlkler-17 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 6)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-17 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 6)

İlk Öfke

Hikmet Genç, görkemli bir mağazanın önünde durarak varsıl vitrinlerden birine şöyle bir baktı.
Vitrin, akşam güneşinin solgun sarı ışıkları altında, parıldayan bir durgun su yüzünü andırmaktaydı. Onu ilgilendiren vitrindeki büyüleyici varsıllık değildi, dışın içteki görüntüsüydü. Dışarının vitrindeki görünüşü, kendi doğal görünümünden çok daha güzeldi. Benzer güzelliğe koyu renkli bir güneş gözlüğünün camlarında, bir fotoğraf makinesinin objektifinde de rastlamıştı. Ağaçlar ağaçlardan güzel, dallar dallardan güzel, yapraklar yapraklardan güzel, yapılar, duvarlar, pencereler yapılardan, duvarlardan, pencerelerden güzel, akşam güneşinin yapraklar ve dallar arasından süzülüşü daha güzel, insanlar insanlardan daha güzeldi. Zira; iç, öze ve sevgiye dıştan daha bir yakındı. Dışın sıvası dökülmüş duvarları burada sıvalı, boyası kabarmış, kendileri kağşamış kapı ve pencere pervazları burada cilalıydı. Dış dünya, eksiği-gediği tamamlanarak getirilip vitrine koyulmuş bir tablodan farksızdı. Bu tabloda, varların tümü görünmediği halde, yokların cümlesi görünmekteydi. Çünkü vitrin, Hikmet Genç ‘e, yokları da var edebilen bir hayal aynası gibi geliyordu. Aşağıyı yukarıya çıkaramadığı, yukarıyı aşağıya indiremediği için güzel ve doğruydu ama solu sağa, sağı da sola aldığı için çirkin ve yalancıydı. Biçimleri daha bir küçülttüğü, renkleri daha da bir güçlendirdiği için de öyleydi. Gerçekteki kendisi bu vitrindeki kendisi kadar yakışıklı mıydı? Sırtındaki tornistan ceketi, ayağındaki ters-yüz edilmiş pantolonu bu kadar yeni miydi? Cebinde tek kuruşu bulunmadığı, karnı yine ac olduğu halde, hiçbir şeye aynen böyle, muhtaç değil miydi?
Hikmet Genç, başını sol omzuna bırakıp dudaklarından eksilmeyen gülümsemesiyle vitrinin önünden ayrılıp yürümeye başladı.
Mahzun bir sonbahar kenti hüzünlü bir sevgiyle kucaklamıştı. Akşam güneşinin halsiz-mecalsiz ışıkları kentin yorgun ve yaşlı yüzünü incitmeden okşamaktaydı. Yaşayanlar sabaha oranla biraz daha yorgun, biraz daha solgun, biraz daha eksilmiş ve biraz daha çevrelerine ilgisizdiler.
Hikmet Genç, Selçuklu ‘lardan kalma medresenin önünde durdu ve onu belki –onuncu-onbeşinci keredir ki incelemeye koyuldu.
Medrese, Selçuklu ‘ların İslam mimarisine kazandırdıkları başyapıtlardandı. Kapı girişi sivri kemerli onbeş-yirmi sahından oluşmuştu. Aynı sivri kemerli nişler, ana kapının sağ ve solundaki nöbetçi yerlerinde de göze çarpmaktaydı. Taş kabartmalı üç ayrı düz dayanak üstünde yükselip sivri bir tavanda birleşen kapı süslemeleri, yüzlerce üç boyutlu yıldız halindeydi. Merkezleri birer çukurda kalan bu yıldızların alttan üste uzanan uçları, nokta yıldızlardan oluşmuş bir samanyolunu andırmaktaydı. Kapıların taş şeritleri saç örgüsü biçiminde yapılmıştı ve çevrelerinde, iç içe geçmiş sekizgenler ve birbirleriyle kesişen altıgenler bulunuyordu. Kapı baştanbaşa taştan yapılmış güller, çiçekler içindeydi ve bunların üstlerine, onlardan daha büyük, daha gösterişli, daha parlak, daha katmerli firuze çinili güller oturtulmuştu. Sağlı-sollu çifte eyvan, çini işlemeli ve dairesel tuğla duvarlarla ve birbirlerinden çarpıcı geometrik desenlerle süslüydüler. Eyvanların altlarıyla kemerli dayanakların üstlerine rastlayan kesimlerde aslan, yılan ve kartal motifleri vardı. San ‘at, Tanrı ‘nın lutfettiği kaba taşı, O ‘ndan, büyük bir saygıyla ve büyük bir sevgiyle almış, onu kendi ince soluklu tezgahına, yine O ‘ndan gelen bereketli bir ilhamla görkemli halılara dönüştürmüştü.
Hikmet Genç bu medreseyi bir bakıma kendisi için bir “Başucu Kitabı” edinmişti. Onu belki om kez, belki onbeş kez incelemiş ve her inceleyişinde, orada, bir öncekinden daha fazla ve daha önemli ögeyle karşılaşmıştı.
İnce, uzun bir demir çubukla toprağa dikilmiş olan sarı pirinçten bir levhada, bu yapıtın, san ‘atkarı tarafından 29 yılda yapıldığı belirtilmekteydi. Fakat ne kadar yazıktır ki; önündeki ana caddeye tüm görkemiyle küçümseyerek bakan bu yapıtın önünden, Tanrı ‘nın her gününde ve günün her saatinde sel gibi gelip geçenlerden bir teki bile, 29 yıla mal olan bu görkeme, kendi yaşamının 29 saniyesini dahi feda etmemekte, özüne hayran bırakmak için milyonlarca meraklı göz arayan tarihsel medreseye görmeyen gözlerle bakıp gitmekteydi.
Hikmet Genç, her bakanın görmediğinin ve her dinleyenin duymadığının bilincindeydi. Binlerce gözün, varken bile göremediği san ‘atı, san ‘atçının iki gözü, o henüz ortada bile yokken görebilmişti. Ve Hikmet Genç, insanların neden bu denli yüzeyde kalmaya pekilendiğini bir türlü anlayamamanın üzüntüsü içindeydi.
Zaten beklediği için, yağmurla karşılaşınca pek de şaşırmadı.
Yağmur, güneşli bir çisilti halindeydi. Güneşin solgun sarı ışıkları altındaki ıslak damlalar, ağaçların kirli sarı yapraklarını öpe-okşaya duruluyorlardı. Tanıdık sonbahar yağmuru yine esintileriyle birlikte gelmişti ve bu esinti, dallara artık fazla gelen sarı yaprakları şuraya-buraya savurmaya yetmekteydi. Kaldırımlarda, yollarda, parkeler üstünde, asfaltta ve toprakta yatan sanki yapraklar değildi, sonbahardı.
Çisilti azar azar sicimleşti ve esinti azar azar kamçı darbelerine dönüştü. Caddeler, sokaklar ıssızlaştı. Sac oluklardan inen sular yağmur sularına karıştı ve kaldırım diplerinden kabara-coşa akmaya, çukurlarda gölleşmeye, gölcüklerden aşmaya, eşikleri yalamaya ve bu sağı-solu yalayan suların yüzüne alacakaranlıklar inmeye başladı.
Olay, yağmursuz bir günün yağmurlu alacakaranlıklarla buluştuğu saatlerde ortaya çıktı.
Gecenin yağmurla perdelenen uzaklarından rüzgara karşı gelmekte olan eski paytonun atlarından birinin bir ayağı, Hikmet Genç ‘in önündeki su birikintisinin gizlediği bir çukura girdi. Yanındaki atın hızına uyamayan at tökezledi.Çukurun kırdığı ayağının üstüne yıkıldı ve payton büyük bir gürültüyle caddenin ortasına devrildi. Eli kamçılı sürücüyle yolcusu, bulundukları yerden fırlayıp dışarıya savruldular. Oka koşulu anasını arabanın yanından izlemekte olan körpe bir tay, önce ileri fırladı, sonra şaşkın bir tur attı, daha sonra gelip yerde yatan anasının başına dikildi, uzun uzun, körpe körpe kişnedi. Kişnemeleri, şahlanan, olduğu yerde çırpınan ve dengesini bulmaya çabalayan diğer atın kişnemelerine karıştı.
Çamurlu sular içinde kalan yolcunun önemli biri olduğu ilk bakışta anlaşılmaktaydı. Elden geldiğince özenli giyinmiş fakat bulanabildiğince de sulara, çamurlara bulanmıştı. Üstünden-başından sular sıçratarak bir yerlerden bulup eline geçirebildiği fötr şapkasını fiskelemekteydi. Orta yaşlıydı ve şaşkındı.
- Arabacı… Diye haykırıyordu. Atı-arabayı bırak… Al şu paraları ve hemen bana başka araba durdur… Yitirecek saniyem yok: Şölene kavuşmalıyım…
Arabacı esmer, zayıf, kısa boylu, çökük avurtlu, sakalı kabarmış bir adamdı ve çullar-paçavralar içindeydi. Islak ellerine yolcusunun cömertçe sıkıştırdığı kağıt paraları neresine sokacağını bilememekteydi. Yorgundu ve şaşkındı. Bir yandan, bir yerlere savrulmuş olan temizlik kovasını, fırçasını ve kamçısını topluyor, bir yandan da burnundan akan yağmur sularını yumruğuyla silmeye çalışıyordu. Para ona atlarını, tayını ve yerlere yıkılmış olan arabasını unutturmuşru. Tek derdi, aldığı paranın hakkını vermekti. Yağmur altında bir o yana, bir bu yana koşuyor, durduracak araba arıyor, durmayıp geçen dolu arabalara küfürler savuruyordu:
- Heeey.paytoncuuu… Payton yok muuu? .. Dursana babam, dursana gardaş, dursana ulan, dursana iiit…
Rüzgara karışan yağmur gittikçe artan bir hızla karanlıkları kamçılamaya, arabayı-atları, tayı arabacıyı-yolcuyu ve Hikmet Genç ‘i sular içinde bırakmaya başlamıştı ve caddenin gelişinde de, gidişinde de tek bir araba yoktu.
- Paytoncuuu…
- Bırak arabacı. Köşeye kadar yürüsem ben bulurum.
- Ayıp oldu babam… Kusura kalma ağam… Hakkını helal eyle beyim…
- Hoşça kal. Hadi hadi, hoşça kal.
Kısrak, suların, çamurların içindeydi. Yüzünün bir yanını taşlar sıyırıp götürmüştü ve yaralı yanağını yalayan yağmur suları kanla karışıp akmaktaydı. Uzun, siyah kirpikli gözlerinde, yakın bir-iki mağazanın ıslak ve renkli reklam ışıkları yanıp sönüyordu. Bir ön tekerleğiyle bir arka tekerleği kalkıp yukarı dikilmiş olan arabanın durumu hiç de iyi değildi. Kısrak yerlere yıkıldığı için huzursuzlanan, oraya-buraya atılan, çırpınan ve şahlanmaya çalışan diğer at, hırıltıyı andıran bir sesle kişnemekte, koşumlarından kurtulmaya uğraşmakta, ağzını normal bir biçimde geriye çeken geminin altından kanlı köpükler bırakmaktaydı. Körpecik tay, küçücük bir olumsuzluk karşısında şaşıran, bocalayan, ağlayan, dağılan ve tüm dünyasını yitiren çocuklar gibiydi. Yağmur altında eğiliyor, çamurlu sularda dizlerinin üstüne çöküyor, körpecik yüzünü-gözünü anasının çamurlu ve kanlı yüzüne-gözüne sürüyor, başını yağmura yukarı kaldırıp kişniyor, güçlükle doğruluyor, dengesini yitirip yitirip yeniden sağlıyor, kılları birbirine yapışmış yelesini başıyla yelpirdetmeye çabalayarak sağa-sola bakınıyor, bir yardım, bir imdat bekliyor, karanlık sularda körpe tırnaklarıyla eşiniyordu.
Olanlar, yağmurdan kaçarak balkonlar ve saçaklar altına sığınmış bulunanları ıslak solucanlar gibi dışarı çıkarmış ve devrik arabanın çevresine toplamıştı.
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimisi, her şeyden önce arabanın kaldırılarak düzeltilmesi gerektiğini öne sürmekte, kimisi, yerden kaldırılması gerekenin at olduğunu belirtmekte, kimisi, atın zaten bir-iki kamçıda kendiliğinden kalkacağının altını çizmekte, kimisi, at arabadan çözüldükten sonra ikisinin ayrı ayrı kaldırılmasının daha doğru olacağını savunmaktaydı.
Hayvan, nice bir zor koşullar altında bile yıllarca hizmet ettiği insandan, bu dar vaktinde tek bir yardım bekliyordu ama bu yardımın henüz kararı bile verilemiyordu.
Kısrak yerde yanlamasına yatmaktaydı. Arabanın oku, kolonları-kayışları hayvanın yerdeki bedeninin bir yanını olduğu gibi askıya almıştı. İki arka ayağı karnının altındaydı. Bir ayağı, göğsünün altından yana fırlamış, beden suyla dolu çukurdaki kırık ayağın üstüne yıkılmıştı. Köpükler ve yırtıklar içindeki ağzına gömülmüş olan gem kana bulanmıştı. Karnı, olması gerekenden çok daha şişkin görünmekteydi.
Arabanın ve kısrağın yanından fazla uzaklaşmadan şuraya-buraya koşuşturmakta olan tay, o ıslak ve jörpe görünümüyle yaralı bir ceylanı andırmaktaydı. Çocuktan farksızdı. Fakat o yıkılış anında tüm çocukluğunu üstünden atmışa benziyordu. O bir tay, bir at değil, anasının başında ağlayıp inleyen, anasının başında çırpınıp imdatlar isteyen bir yavruydu.
- Hikmet Genç ‘e göre; kısrak da öyleydi. Dayanılmaz acılarını kirli, kanlı, ıslak sulara bırakmış, kalkamadığı yerden yavrusunun derdine düşmüştü.
Arabacının incecik sırımlı kamçısı, bakanların gözleri önündei yerde yara-bere içinde yatan kısrağın kafasına-gözüne inmeye başlamıştı:
- Kalk ulan hayvan… Kalk… Beni sana bulaştırma…
Yağmurda sırılsıklam olmuş bulunan çul-çaput içindeki paytoncu, masalların karanlıklarından çıkıp yağmurlu bir sonbahar akşamının alacakaranlığına çullanan bir ifriti andırmaktaydı. Yaralı ve ıslak gövdeye indirilen kamçılar, yoksulluğun umarsızlığa patlattığı şamarlar gibiydi. Her kamçı darbesi, değdiği yerde upuzun ve kanlı izler bırakmaktaydı.
Hikmet Genç, yoksulun, kendi yoksulluğunun acısını yoksuldan çıkarma eğiliminde olduğunu düşünüyordu. Varsıl varsıllığının ne kadar sıkı-fıkı dostuysa; yoksul da yoksulluğunun bir o kadar düşmanıydı. Varsıl yoksuldan hiçbirşeyin öcünü almıyor, hiçbir şeyin acısını çıkarmıyordu. O yoksulu seviyordu. Yoksulluğu sevmeyen yoksulun kendisiydi. O, varsıl varsıl olabilmek için kendi yoksulluğunu ezmek, öldürmek, ortadan kaldırmak zorundaydı. Bu yüzdendir ki; tepsisindeki birkaç simidi satabilmek için şuraya-buraya girmek zorunda kalan simitçiyi mal sahipleri değil, garsonlar kovalamaktaydı. Zira; simitçi garsonun ve garson simitçinin kendisine değil, onun simitçiliğine göstermekteydi ve bu tepki, bir bakıma, kendi garsonluğuna karşı beslenen bir tepkiydi.
Direklerdeki fluoressans lambalar yandı ve lambaların küflü ışıkları havada daireler çizen kamçı sırımının üstüne düştü. Kamçının yerdeki kısrağa her inişinde, körpecik tay, incecik ayakları üstünde beceriksizce şahlanıyor, çığlıklaşan kişnemeler koparıyor, dengesini yitirip yitirip tökezliyor, kalkıp kalkıp kamçıyla anasının arasına giriyor, körpe bedenine rastlayan kamçılar altında çöküyor, şurasında-burasında beliren kan çizgileriyle yeniden anasına yan çıkmaya çalışıyordu.
- Sen çık aradan piç… Bu yürümesini bilmeyen nankörle beni baş başa bırak…
Hikmet Genç ‘e, sanki tay “Çıkmam. Anama vurma, bana vur. Ayağı kırıldı anamın. Yerinden onun için kalkamıyor.” Der gibi geldi.
Kalabalık bağrışmaya koyulmuştu:
- Yahu dur, bekle biraz… Kalkamaz o hayvan kamçıyla-mamçıyla… Ayağı kırılmıştır… Önce çöküp kurtaralım onu koşumlarından…
- Tanrı cezanı versin “Arabacı” kere… Zalim herif…
- N ‘apsın adamcağız ayol? Yatı yatıvermiş hayvan pis sulara. Kalkmak bilmiyor. Buldu rahat yeri baksanıza.
- Bacı, sen ossan galhabilin mi o arabanın altından?
- Terbiyesizin zoruna bak… Ayol, ben at mıyım? ..
- Fur daaa, o adı pohlu aygıra… Fursana daaa…
- Heeey, ölüdüreceksin hayvanı… Elin kırılsın inşallah…
Yolunu şaşıran kamçı sırımı bir ara Hikmet Genç ‘in yüzünü sıyırıp geçti.
Bedenine inen her kamçı darbesinde kısrak can acısıyla yerinden kalkmaya çalışıyor fakat çukurdaki kırık ayağını, bedeninin dışına fırlayan obir ayağını ve karnının altında katlanan arka ayaklarını kurtaramadığı için doğrulamıyor, yeni kamçı darbeleriyle, bulunduğu yere eskisinden daha bir beter yıkılıyordu.
Belinin ortasına beklenmedik bir kamçı yiyen tay, kısrağın üstüne yıkılır gibi olduysa da, arabacı bir başka kamçı darbesiyle hayvanı anasının üstünden atlatıp iki atın arasına çökertti.
- Çık ulan aradan… Başımın belası…
Birtakım gücüne güvenenler devrik arabaya elatmış, paytonu tekerlekleri üstüne dikmek için birbirlerini haylamaya koyulmuşlardı.
- Hep birden dikeceğiz… El atın arabaya… Ben üçe kadar saydıktan ve “Şimdi” dedikten sonra kaldıracaksınız…
- Sen niye “Şindi” diyon? Sen de el at arabaya, bırak “Şindi” yi de başkaları diyivisin.
- Hata mı ettik lan?
- Lan deyi gonuşma.
- Pıhardın dardışmayı gardaş. Araba mı galdıraceyıh, yoksa gavga mı edeceyıh?
Kaldırılmak istendiği sırada, arabayla birlikte yaralı kısrağın bedeni de sularda, yerlerde bir hayli sürüklendi. O sırada birden bire ellerden kurtulan araba tüm ağırlığıyla hayvanın üstüne yıkıldı ve kısrağın böğürtüsü ıslak göğe yükseldi. Ağzını kesen gemden kurtulmaya çalışan hayvan, boyun damarları gerile gerile başını yukarı kaldırmak istediyse de bunu başaramadı. Ağzından köpüklü bir kan boşandı. Başı ıslak taşlara vurdu. Kendisine ulaşmak isteyen ve ıslıkvari kişnemeler koparan tayına, uzun, siyah kirpikli gözleriyle şöyle bir iri iri baktı ve sonra kanlı gözkapaklarını o iri gözlerinin üstüne üstüne bırakıverdi.
- Vurmasana be… Öldü hayvan…
- Öldü mü? .. Ne ölmesi? .. Kalkacak babam; o benim ekmek teknem…
Hikmet Genç, ceketini çamurlu sulara bırakmıştı ve yağmur altında ıslak gömlek katınaydı. Göz bebeklerinde ıslak ıslak ışıklar yanıp sönmekteydi.
Hikmet Genç ‘e göre at neydi ve at kimdi?
O, atsız bir Hazreti Ali, atsız bir Hızır, atsız bir Fatih Sultan Mehmet, bir Yavuz Sultan Selim, bir Kanuni Sultan Süleyman, atsız bir Battalgazi, atsız bir Köroğlu, atsız bir Bamsı Beyrek, atsız bir Begil Emre, atsız bir Manas ve atsız bir Sultan Osman düşünemiyordu. At Tanrı ‘sal bir yaratıktı. Başka yaratıkların hiçbirinde bu görkem, bu incelik, bu duyarlık yoktu. Gelmiş-geçmiş sayısız insan, atın gökten indiğine, sudan dünyaya çıktığına, havada uçtuğuna, suda koştuğuna, hatta konuştuğuna inanıp durmuştu. Hazreti Muhammed miraca “Burak” adlı bir atla çıkmıştı. Hazreti Ali tüm savaşlarını “Düldül” adındaki atıyla kazanmıştı. Hızır ‘ın “Bozat” ının hem sahibi gibi ölümsüz, hem de kuşlar gibi kanatlı olduğu söylencelerde yer alıyordu.Köroğlu ‘nun Kırat ‘ı hem deniz köpüğünden yaratılmış, hem de ab-ı hayatı yani ölümsüzlük iksirini içmişti. Şahismail ‘in Kamertay adındaki atı da, ölümsüzlük iksirini içtiği söylenen atlardandı. Bozaygır, sahibi Bamsı Beyrek ‘i tutsaklıktan kurtuluncaya kadar beklemişti. Begil Emre ‘nin atı, düşmanlarının kokularını alarak her pusuda binicisini uyarmıştı. Manas ölünce; atı onun mezarını beklemiş ve insanlar gibi dillenerek onun kahramanlıklarını herkese anlatmıştı. Köroğlu öldüğünde; Kırat tam kırk gün yem yememiş, su içmemiş, sahibinin yasını tutmuştu. Battalgazi ‘nin atı Aşkar ‘ın en yüksek surları dahi kanatlarıyla aştığı nice bir kereler anlatılmıştı. Sultan İkinci Osman, mezarına “Sisli Kırat” adındaki atıyla birlikte gömülmüştü.
Hikmet Genç ‘in ıslak bakışları yerdeki kısrağın kanlı ve kapalı gözkapaklarını, ıslak ve kirli bir ip yumağına dönmüş kirli yelesini, katlanmış ayaklarını ve kanlı kırbaç izleriyle örtülü bedenini öpüp durmaktaydı.
Eski Türk ‘lerde, sahibini atıyla birlikte gömmek gelenek haline gelmemiş miydi? Bazı Türk Boyları ‘nda binicisi ölünce, atın kuyruğu örülüp bağlanmamış mıydı? Bazen bir yas belirtisi olarak kuyruk kesilmemiş miydi? Oğuz Türkleri, Kazak Türkleri ve Kırgız Türkleri bazı törenlerinde at kurban etmemişler miydi? At, beşbin yıldır insanın dostu değil miydi? At, insanoğluna beşbin yıldır hizmet etmiyor muydu? Ne idüğü belirsiz bir arabacı, böylesine soylu, böylesine Tanrı ‘sal bir yaratığa öylesine bir zulmü nasıl reva görebilirdi?
Hikmet Genç, bir el atışta sırımından yakaladığı kamçıyı arabacının elinden çekip aldı ve kamçıyı paytoncunun başına-gözüne indirmeye başladı.
- Vurma babam… Niye vuruyorsun? ..
- Niye vurduğumu anlayamayacak kadar cahilsin ve onun için de zulme kolaylıkla soyunacak derecede cesursun. Sana işte o yüzden vuruyorum… Seni işte o yüzden kamçılıyorum, pislik…
Kamçı havada daireler çizerek kalkıp kalkıp iniyor, indiği yere kan oturtuyor, adamın bağırtıları kimilerinin övgülerine, kimilerinin yergilerine karışıyor, Hikmet Genç ‘in gözleri arabacıdan başka hiçbir şeyi görmüyordu.
Tutsak bir ananın kayışlara-koşumlara-araba oklarına bağlı bir biçimde ve gözlerinin önünde kamçıyla dövüle dövüle öldürülüşü, körpe bir tayın, kendisini anasına kalkan etmeye çalışırken perişan edilişi, kapanmak üzereyken siyah, uzun kirpikli bir çift güzel gözün, son solukta iri iri açılarak bir yavruya üzüntüyle bakışı Hikmet Genç ‘i insanlıktan çıkarmış, bir korunaksız körpe tayın, bir can veren kısrağın acısı onun elindeki kamçıda dile gelmişti.
Hikmet Genç kimselerin, ne zaman ve nasıl edip de arabacıyı elinden aldıklarını asla bilemiyordu. Her yanı sular, çamurlar içindeydi ve ayakkabısız kalmış bulunan bir ayağı kanlı sulara batıp batıp çıkmaktaydı.
- Yardım edin, şu kutsal varlığı bu pis arabadan kurtaralım arkadaşlar…
Koşumlardan bazılarının tokaları, ölü atın gövdesi altında kaldığından, bulunup çözülemedi. Hikmet Genç, koşumları kesmek için birilerinin çıkardığı bıçağı elden kaptı, ağzını açtı ve kısrağı oka bağlayan kayışları çendelet çendelet kesti. Sonra, hayli yara-bere içinde kalmış olan diğer atı bağlarından kurtardı. Birileri atsız arabayı doğrultmaya çalışırken o, dizleri katlanmış tayı ayağa kaldırmanın peşine düştü. Fakat tay yeniden dizleri üstüne yıkılıp körpe burnunu kısrağın kanlı-köpüklü ağzına, kapalı gözlerine ve soyulmuş yüzüne sürmeye başladı. Hayvanın bu davranışında sanki anayı incitmemeyi amaçlayan bir özen gizliydi. Her nedense Hikmet Genç ‘e o tay ağlıyormuş gibi geldi. Zira; direklerden ve vitrinlerden yansıyan ışıklar altında, tayın gözleriyle yanakları arasında minicik damlalar parıldamaktaydı. Bunlar belki gözyaşları, belki de düpedüz yağmur sularıydı. Her ne olursa olsun; Hikmet Geç onları gözyaşı olarak kabullenip gitti.
Kimileri diğer atı çekip bir elektrik direğine bağlamışlardı ve başka birileri atsız arabayı tekerlekleri üstüne dikmeyi başarmışlardı.
- Tayım, tayım nerede? .. Onu da getirin, onu da bağlayın direğe… Nafakam benim… Arabada belki anasının yerini dolduramaz ama ne yaparsın; el mahkum…
Kamçıları yiyen arabacı olduğu halde, Hikmet Genç ondan da perişan durumdaydı. Yerde yatan cansız kısrağın soğumaya başlamış ıslak, yaralı ve kanlı bedeninde avucunu kuş tüyleri gibi dolaştırıyor, yanağını-yüzünü-yelesini okşuyor, kendisine bir sevgi sığınağı arayan tayın yüzünü-gözünü öpüyor, öpüyor, öpüyordu.
Kısrak, tutsak ölmüştü. Karın tokluğuna ve körpecik tayının özgürlüğü uğruna her sıkıntıya, her yokluğa, her yüke pekilenirken bir acımasız kırbacın sırımları altında ölmüştü. Üstü birkaç kupalık suyla örtülmüş bir basit ve gizli çukurda, o incecik ayağı kırılarak, koşumlar-meşinler-kayışlar-arabalar altında ölmüştü. Körpecik tayının gözleri önünde, kişneme bile olamamış ıslıksı bağırışları arasında ölmüştü.
Ve sadece bir “Nafaka”, sadece bir “Ekmek Teknesi” ve sadece bir “Ekmek Parası” ydı.
- Haydi çekin bu tayı buradan… Kaldırın şu leşi de… Yolu kapatıyorsunuz…
Sular içinde çömelmiş bulunan Hikmet Genç ‘i bir ayak, ayakkabısının burnuyla arkadan öne doğru şöyle bir dürttü:
- Çekil bakalım şöyle… Senin miydi geberen bu at? ..
Hikmet Genç başını kaldırınca; tepesine dikilmiş İki zabıta görevlisiyle karşılaştı Sular ve çamurlar içindeki üstüyle-başıyla, perperişan durumuyla ve ölü kısrağı sarıp sarmalamış kollarıyla kendisini arabacı sandıkları ortadaydı.
Onlara arabacı olmadığını, sıradan bir Hikmet Genç olduğunu söyleyemedi. Zorlukla yutkunarak ve gözlerindeki yaşlara sahip olamayarak sadece şunları diyebildi:
- Evet. Benimdi bu at. O, benim zarif, o benim görkemli, o benim sadık, o benim kahraman, o benim soylu, o benim Tanrı ‘sal yanımdı. Avradım ve silahım benim için ne kadar değerliyse; o da benim için işte o kadar değerliydi. O benim yüzyıllara hükmede hükmede bugünlere gelen karasevdamdı.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öykülewr 'inden > 121-138/239)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 16.3.2007 22:10:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Meral Yağcıoğlu
    Meral Yağcıoğlu

    'yüzyıllara hükmede hükmede bugünlere gelen karasevdalımdı.'

    ne güzel anlatım
    saygı ve sevgiyle

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

İsmet Barlıoğlu