İlkler-16 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 5)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-16 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 5)

İlk Kazanç
Hikmet Genç, ikide bir sözü edilen aslanın nasıl bir aslan olduğunu bilmiyor ama söylenenlere yerden göğe hak veriyordu: Ekmek gerçekten işte o aslan ağzındaydı. Ve aslan, suyun başını kesen, kendisine günde bir bakire kurban edilmedikçe bir tek yudum su bile vermeyen o masallar ejderini andırıyordu. Lokmanın kaynağı olduğu ne kadar kesinse; adil olmadığı da bir o kadar kesindi.
Hamallara taşıttıkları yetmezmiş gibi, artanı da kendi filelerine, çantalarına, torbalarına doldura doldura evlerine önemli ölçüde yiyecek götürenler, aslan dostu olmalıydılar. Bazılarından, istediklerini esirgemeyen aslan, bazılarının tek bir lokmasını bile yırtıcı dişleri arasında sımsıkı tutuyor, o lokmanın o ağızdan alınmaması için gece-gündüz nöbetlere yatıyordu.
Kendisini bir yağsız çamaşır ipinin ilmeğinden kurtaranlar, kurtardıktan sonra nerede ne bulup yiyeceğini akıllarına bile getirmemişlerdi. Cebinde bir beş parasının bulunup bulunmadığının ardına bile düşmemişlerdi. Tükenmişliğini bir intihar girişiminin sarsıntısına bağlayıp bırakmışlardı. Sorsalar söyleyecek miydi? Verseler alacak mıydı? O, çamaşır ipini boğazına cömertçe geçiren değil miydi? Kendi sandalyesine kendi tekmesini o vurmamış mıydı? Verileni almanın, yüzüne kapatılan kapıyı çalmaktan farkı mı vardı? Elini uzatmamak için ayağını uzatmıştı. Ayağını uzatan ne hakla elini uzatabilirdi ki?
her şeyi gören, duyan, sezen, değerlendirip kararlara bağlayabilen baş, ipler kopunca; devreden çekiliyor ve işleri ayaklara bırakıyordu.
Hikmet Genç ‘in ayakları başının buyruğunda değildi, başı ayaklarının ardındaydı.
- Sen de harmanda mı çalışacaksın garaş?
- Ne harmanı?
- Ne harmanı olacak? Tuğla harmanı.
- Tuğla harmanı?
- He ya. Garirfan şimdi gelir uş-uşak götürmeye.
- Garirfan da nedir?
- Gara esmerdir, İrfan da İrfan ‘dır, ona sebep Garirfan ‘dır.
Esmer, sevimli, pantolon-gömlek katına, yalınayaklı, yoksul bir çocuktu. Camiin alçacık duvarı dibindeki ince bir levha direğine dayanmış duruyordu. Kırk yıllık eşi-dostu, tanıdığı-yakını gibiydi. İçinde kıvılcımlar dolaşan kapkara gözlerle kendisine bakmaktaydı. Hikmet Genç, ne demesi, nasıl davranması gerektiğini bilemedi. Zira, o ana dek, tuğlayı tuğla, harmanı harman olarak duymuş, öyle de değerlendirmişti.
- Aha geldi Garirfan… Çabuk atla…
Çocuk, tam önlerinde duran paytonu sevinç belirtileri içinde göstermekteydi. Hikmet Genç, durumu anlamaya, değerlendirmeye ve karar vermeye bile fırsat bulamadan, sırtından eliyle iten delikanlının girişimiyle arabaya atlamak zorunda kaldı. Oturabildikleri yerin konumu yüzünden paytoncuyu arkalarına ve arabanın körüklü iç kesimini de önlerine almışlardı.
Garirfan, körük altındaki meşin mindere yayılmış adam olmalıydı. Esmerden esmerdi. Kısacık boyluydu. Tombuldu. Yuvarlak gözlü, uçları aşağı inik kara kaşlıydı. Dizleri göbeğinde, gerdanı aşağılarda biriydi. Üstünde yepyeni ve ütüsüz bir giysi vardı. Cömertçe yanlara açılmış olan ceketinin altında, ceketiyle aynı renkte bir yelek bulunmaktaydı. İnsanın gözüne ilk çarpan şey; yelek düğmelerinin birinden yelek ceplerinden birine uzatılmış olan saç örgüsü bir altın kordondu. Gülmesini beklemeden dişlerinin paslı oldukları görülebilmekteydi. Üst dudağının ortasıyla burnunun tam altında kırçıl bir bıyık mevcuttu. Yanakları çıban izi içindeydi.
- Ulan Nuri, bu senin yeni arkadaşın mı, soyha?
- Yeni arkadaşım, emmi.
- Peki, adı ney?
- Hele daha ben de bülmirem. Gendine sorah mi?
- Sorah. Senin adın ney, it?
Hikmet Genç, kendisinin it olmadığından ve böyle bir sorunun kendisine yöneltilmemesi gerektiğinden kesinlikle emindi ama adamın karşısında kendisinden başka kimse bulunmadığı için yanıtın kendisinden beklendiğinin farkındaydı:
- Benim adım Hikmet.
- Heymet mi?
- Hikmet.
- Heymet işte. Daha evvelisi heç çalıştın mi harmanda?
- Çalışmadım.
- Neyse, çalışırsan artıh. Yevmiye 125 guruş. Öğle tatilinde ben adama tayin verirem ve parasıni keserem. Gözüme girdinmi yevmiye artar. Nuri bıldır yani geçen sene 125 alirdi, bu sene 200 guruş alacah. He mi ulan Nuri?
- E he ağam.
- Oy Nuri Nuri Nuri, zalım Nuri… Vay Nuri Nuri Nuri, hayın Nuri… Sen niye zalımsan, sen niye hayınsan Nuri? ..
- Valla ben bülmirem ağam.
- Sen bülmirsen ama ben bülirem, itoğlu it. Bir yılda yövmiyeyi 75 guruş arttırdın da ondandır.
- Herhal ondandır ağam.
- Helbet ondandır teres… Hele dehle şu atları Bayram… Öğle yemegine dönmemiz gerek… Müdür Ehsan Beg ‘le Billur Köşk ‘te yemek yeyip gonuşacayıh…
- Deh… Deh… Deh, yavrımın yavrılari… Deeeh…
Arabacının meşin kırbacı yorgun ve cılız atların sağrılarını sağlı-sollu çırtıyor, payton sarsıla sarsıla ilerliyor, taş döşenmiş yollar, kurumuş ağaçlar, yıkık duvarlı kerpiç evler ve yoksul giyimli yayalar sendeleye sendeleye gerilere kayıp uzaklaşıyorlardı.
Garirfan, tombul eliyle cebinden çıkardığı bir avuç kavrulmuş fındığı öylece ağzına atıp paslı dişleriyle öğütmeye başlamıştı. Yuvarlak gözleri Hikmet Genç ‘le çocuğun yüzlerinde gezinip durmaktaydı. Berikiler onunla gözgöze gelmemek için önce birbirlerine baktılar, sonra başlarını ters yönlere çevirip dışarıları izlemeye koyuldular.
Kent gerilerde kalmış ve atlar ıssız tarlaları geçip eski tabyalara uzanan yola gelmişlerdi.
İnsanın insan canını aldığı, insanın insan kanını döktüğü, bir zamanların kanlı tabyaları şimdi solgun sarı renkteydi. Uzak yollardan geldiği için canını buraya yorgun atabilmiş bir sonbahar, yumuşak tarlaların körpe yeşiline, yeni yeni solmaya başlayan kendi örtüsünü boydan boya sermişti. Görünürlerde bir tek ağaç bile yoktu. Toprağın bağrındaki kumlu-çakıllı derin yarıklar henüz kuruydu. Bulutsuz bir gökyüzü ve varlığını kanıtlamaya ahdetmiş bir güneş, sararmış tabyalarda başıboş gezinmekteydi.
- Ne oldu Bayram? .. Yine bizim harmanı mı gaybettin, Katolik.
- Ne gaybetmesi ağam? Diya, harman aha orada.
Sümer ‘lerin ve İnka ‘ların ziguratlarını andıran ve çevresinden ağır kokulu koyu dumanlar yükselen bir tuğla yığınının yanındaki düzlükte birtakım insanlar şuraya-buraya koşuşmakta ve birtakım araç-gereçleri öteye-beriye götürüp getirmekteydi.
- Ulan Bayram, bu teresler paytonu görünce yine ver ettiler çalışmaya. Allalem; sabahtan bu yana yatirdı bunar.
- Herhal öyle ağam.
- Dur bahak. Şindi anlarıh.
Düzlükteki birkaç adam duran paytonun yanına koşup ellerini göbeklerine bağladılar. Hikmet Genç, adının “Nuri” olduğunu öğrendiği çocuğu izleyerek arabadan indi ve el bağlayanların arasına dikildi. Arabacı atların başını çevirmeye çalışırken Garirfan ellerini pantolonunun ceplerine koymuş, çiğnediği fakat henüz yutmadığı bir avuç dolusu kavrulmuş fındığı sol avurduna sığdırmaya çalışıyordu:
- Ulan İdiris, ulan Cazim… Siz bana böyle mi ustalık yapacaksınız oğlum? ..
Elleri göbeklerindeki usta kılıklı iki adam, ortada anlaşılamayan veya yanlış anlaşılmış bir şeyler varmış gibisinden başlarını kaldırarak Garirfan ‘a baktılar:
- Niye ağa, ne oldu ki?
- Daha ne olsun ki yahu? Biz harmandan uzaktayken ahan buralarda heçbir faaliyet yohdu. Nasıl ki; biz yahlaştıh, siz başladınız vıccır vıccır gaynaşmaya.
- Tövbe ağam. Biz dahımları daşıyorduh. Yoksa daşımıyah mı?
- Ne takın daşımasi oğlum? Beni mi gandırirsiz? Siz daha dezgahlari bile gurmamışşız.
- İşte biz de onnari gurmiya uğraşirdıh ya ağa.
- Di haydinin, gurun eyleyse, dığalar. İş yövmiye vermiye gelende; helbet ben de guraram gendi dezgahımi.
- Bizim bir suçumuz varsa; gur ağa.
- Ahan size iki tene zehir-zembelek deliganni. Zati, Nuri ‘yi tanirsiz bıldırdan. Bunun adi da “Heymet”. Di haydinin dığalar, başlayın hemen işinize. Gıçınız ağ mı gara mi belli olur ahşama.
Garirfan başka hiçbir şeyle ilgilenmedi, başka tek söz söylemedi, ağzını yeniden fındıkla doldurup paytonun meşin minderlerine gömüldü ve harmandan “hoşcakalın” sız ayrıldı.
Ustalar eski, kirli ve çamurlu birtakım tahtalarla çamur tezgahlarını kurmaya koyulmuşlardı. Nuri, adlarına “Kalıp” dediği üç gözlü, iri tahta kutuları, durdukları eski yerlerinden tezgahların yanlarındaki yeni yerlerine taşımaktaydı. Üstü-başı eskilikten dökülmüş, eski ve kirli kasketli bir köylü, tezgahın yanındaki toprak öbeğinin ortasını çukurlaştırarak döktüğü suyla tuğla çamuru hazırlıyordu. Bir başkası, bir eşeğin sırtından indirdiği su tenekelerini çamurcuya vermenin ve boşalan tenekeleri eşeğe yükleyerek yeniden su getirmeye yollanmanın peşindeydi. Ziguratı andıran tuğla yığınının ötesindeki bir damdan çıkıp gelen iki küçük çocuk, ellerindeki tükenmiş süpürgelerle harman yerini süpürmeye girişmişlerdi. Bir başka küçük, toprakla tepelenmiş bir el arabasını zayıf bedeninin tüm gücüyle ve incecik bilekleriyle çamurcuya taşıyor, eli-ayağı birbirine dolaşarak boşaltıyor ve boş arabayı tabyaların arkasına doğru koşturuyordu. Bir sonuncu çocuk, omzundaki eski, kirli ve boş bir çuvalla ustaların yanına doğru yalınayak gelmekteydi:
- İdiris usta, Cazim usta, ben tayınnari getirmiye gidim mi?
Hikmet Genç, bundan ötesiyle fazla ilgilenmedi. Açlıktan başı dönüyor, gözleri kararıyor, açık gökyüzünü fazla kapanık, serin sonbahar güneşini fazla sıcak buluyor ve her an yerlere serilecek gibi oluyordu. Çalışmaya başlamak için gömleğini ve pantolonunu çıkarıp eski, kirli, uzun paçalı bir beyaz donla kalmış bulunan Nuri ‘ye yanaşıp başkalarının duyamayacağı bir sesle derdini anlatmaktan öte çıkar yol bulamamıştı:
- Nuri, benim karnım ac.
Onun başkalarından özenle saklamak istediğini, oğlan dünya-aleme çanlar çalarak ilen etti:
- İdiris ustaaa… Heymet hele daha bir şey yememiş… Garni ac…
- Aha oradaki koma gidin birabarca.Ver ordaki yarım tayıni yesin. Yedikten sonra haman gelin. Geç galmayın.
Nuri, Hikmet Genç ‘i sıcak tuğla kulesinin ortasındaki dama götürdü. Kom bu dam olmalıydı. Kerpiçten yapılmış, kapısız-penceresiz bir ayı inini andırmaktaydı. İçi, kapı boşluğundan gelebilen ışıkla aydınlanıyordu. İçeride kaba, hantal, örtüsüz bir ağaç masa, yanı-yöresi ezilmiş bir alüminyum sürahi, alüminyum bir bardak, bir dolu tuğlacılık malzemesi ve ustaların çivilere asılmış az-çok temiz ceketleri vardı.
Nuri, masanın altından aldığı kirli beyaz bir torbadan birkaç günlük bir yarım ekmek çıkarıp Hikmet Genç ‘e verdi ve torbayı masanın altına attı.
- Sen tayınıni ye, suyunu iç ve haman gel. Ben gideyim. Bu deyyusların hezi-pezi belli olmaz. İtin gıçına sohup çıhartırlar adami.
Nuri, kirli donuyla komdan çıkıp koşmaya başladı.
Bayat ekmekten, yavan ekmekten, kirden-pastan, düzensizlikten-özensizlikten nefretler eden Hikmet Genç, umarsızlığın insanı nelere zorladığını, neleri ve neleri ona kabul ettirmek istediğini yeni yeni anlamaya başlıyordu. Konya ‘yı biliyordu ve Hanya ‘yı da öğrenmek üzereydi. İşin ilginç yanı; şu birkaç günlük ekmeğin kendisine bir kremalı pasta kadar lezzetli gelmesiydi. Temiz olup olmadığına aldırmadan içmek zorunda kaldığı su, soğuk olmamakla birlikte fena da sayılmazdı. İnce suydu ve kolay gidiyordu. Başında gezinen binbir düşünce ve gözlerinin önünde resmigeçit yapan binbir imge arasında, tayınını son lokmasına kadar yedikten ve arada bir suyunu alüminyum sürahiden içtikten sonra komdan çıktı ve çamur tezgahlarına doğru yürüdü.
İdris Usta, tezgahlardan birinin ve Cazim Usta obirinin başında ayakta durmaktaydılar. Üstlerinde önlük, ellerinde eldiven ve ayaklarında ayakkabı, çorap yoktu. İkisi de birer kirli atlet, birer eski pantolon katındaydılar. Orada bulunanların tümü tezgah başındaydı ve kendisini bekliyorlardı.
- Ulan Heymet, sen de geç bahiyim şeyle, bunarın yanına yegenim. Şimdi hepiniz beni dinleyin: Garirfan burda yohsa da Allah ‘ı burda. Gendi ki; burya bir sabah gelir, bir de ahşam. Yani iş başında ve iş bitiminde. Sair zaman o yoh, Allah var. Vijdanımıznan baş başayıh. Biz ona vereceyıh ki o da bize vere. Allah ona, o bize. Harmanda her bir iş bir benden bir de Cazim Usta ‘dan sorulur. “Usta” demek “Baba” demek. Siz bize baba gibi davranacahsız ki biz de size evlat kimi mamele yapalım. Siz bize çemkirirseniz biz de size çemkiririk. Yani itler kimi birbirimize ürürük. Gulahlarınızi bir eyi açın: Sikortaci filan gelirse; bütün çocuhlar gaçıp sahlanacah, tabyaların ardında tam siper olacah. Böyükler; “Ben Garirfan ‘ın yahıniyam. Onu sormiya geldim. Buranın işçisi değilem.” Diyecek veya “Ben iş aramiya geldim. Patron yohmuş. Köyüme dönecem.” Deyiverecek. Yani, burada sadece ben ve Cazim Usta çalışıyormuşuz gibi göstereceyıh. O da sırf sizi sikortacıların ellerinden kurtarmak için. Sırf gendi insannığımızdan. Paraynan değil, her bir şey sıraynan. Böyüyünce ve bizim yaşımıza gelince siz de sikortalı olacahsınız. Şimdilik biz size galhan olacayıh, böyüyünce de siz çoluğa-çocuğa galhan olacahsız. Duydunuz mu yegenlerim? “Duymadıh” lari gabul etmem ben. Haydi Cazim Usta, ver bunara hazırlıh işlerini.
Cazim Usta herkese yapacağı işi gösterdi sonra Hikmet Genç ‘e döndü:
- Yegenim, sen daha evvelisi heç çalıştın mi tuğla harmannarında?
- Çalışmadım usta.
- Zerali yoh. Örgenirsen. Harmanda çalışmanın ilk şarti, tumanına gadar soyunmahdır. Soyunmazsan; hem güneş haşat eder hemi de üstün-başın çamur-çelpeşik içinde galır. Goşsan goşamazsın, dursan duramazsın. Onun üçün haman soyun ve şindilik şu bişmiş tuğlalari daşı., ahan oraya, o dıvarın dibine yığ. Di hadi, göreyim seni.
Hikmet Genç, donuna kadar soyundu. Giysilerini özenle katlayıp bir yana bıraktı. Zigurata benzettiği pişirme ocağından Nuri ‘nin alıp alıp uzattığı sıcacık tuğlaları kollarının üstüne yığa yığa götürüp gösterilen yere kulelemeye başladı.
- Heymet,.. Yürümeynen olmaz Yegenim… Goşacahsan tazı kimi… Ocah mı boşanır yürüye yürüye daşımaynan? ..
- Goştur garaş. Bunar beyledir. Soluh aldırmazlar adama. Yorulursan; söyle, yer değişek. O zaman ben daşırım sen tuğla bozarsın.
Hikmet Genç, koştura koştura saatlerce tuğla taşıdı, dizdi, kuleledi, soluk soluğa ve kan-ter içinde kaldı. Yaz güneşi olmaya özenen sonbahar güneşi, bir türlü tepeye dikilmek ve öğle paydosu bir türlü gelmek bilmiyordu. Yer değiştirdiklerinde; ocaktan tuğla bozmanın tuğla taşımaktan çok daha zor olduğunu fark etti. Güneş gitgide çıplak bedenini yakıyor, içine baygınlıklar veriyor, yorgunluktan tutmaz hale gelen parmakları tuğla kavrayamaz oluyordu.
- Paydooos uşaklar… Haydinin, tayınlar geldi…
Hikmet Genç, Nuri ‘nin yardımıyla ziguratın üstünden indi. Nuri, yaşıyla bağdaşmayacak bir olgunluk içindeydi:
- Gel garaş. Tayınlarımızı alalım. Aha şindi garavanamızi da getirirler. Haydi, doğru İdiris Usta ‘nın yanına. Harmanın padişahı odur.
İdris Usta ‘nın tezgahına doğru birlikte ilerlediler. Adam, tayıncı çocuğun çuvalından çıkardığı ekmekleri, karşısına dizilenlere birer birer dağıtmaktaydı. Sıra Hikmet Genç ‘e gelince; elindeki ekmeği ortasından böldü, yarısını ona uzatırken yarısını da çuvala attı:
Tayınının yarısıni işe başlamadan evvel yemişdin Yegenim. Aha bu da öbür yarısi, haydi bahim.
Nuri, Hikmet Genç ‘in elini gizlice alttan tutup çekti, onu tezgahın arkasındaki tabyanın eteğine götürdü ve oraya oturturken kendisi de onunla birlikte oturdu:
- Bunar beyle garaş. Dedi. Fırının satamayıp yığdığı bayat ekmekleri getirip bize verirler ve paraya sayarlar. Sonra bir-iki asker, yemeklerinden artan garavanayı çöpe dökeceklerine getirip insannıh için harmandakilere verirler ve biz de tayınlarımıza gatıh ederik. Umaram Allah ‘dan az-birez geç getirsinner de, az-biraz dinnenek. “Garavanayi bekledik “ diyerekten.
Tabyanın arkasından erlerin görünmesi çok sürmedi. İki delikanlıydılar. Biri önde obiri arkadaydı. Omuzlarında uzun ve kalın bir sopa, sopanın orta yerinde de güneş altında pırıl pırıl parlayan ve üstünden buharlar yükselen bir küçük karavana vardı. Getirip karavanayı çamur tezgahlarının yanına bıraktılar. Bekleşenlere selam verip hallerini-hatırlarını sordular. Sonra sopayla çengeli alarak İdris Usta ‘ya seslendiler:
- Bugün kabakla taam eyleyeceksiniz usta. “Kabak cennetten çıkmadır.” Derlerse de ben inanmam. Hiç cennetlere layık olsaydı dışarı mı çıkardı? Valla, artan bu. O güzelim et yemeklerinden ne yazık ki artan olmadı. Boşalınca kazanı çocuklardan biriyle gönderiver kışlaya.
Herkesle birlikte Hikmet Genç de karavanaya oturdu. Elindeki ekmekten lokmasını koparan kazandaki sulu kabağa batırmaya, parmaklarıyla alabildiğini lokmasına sıkıştırarak ağzına götürmeye başladı.
Günlerden beridir midesine sıcak bir lokma gitmemişti. Ana ocağındayken beybanın en verimli yemek artığı kabaktı. Beybası tabaktan sadece birkaç lokma alır kalanını öylece, yerdeki ekmek tahtasında artık bekleyen kendisine, anaya, böyganaya bırakırdı. Bir başına o yesin diye ana ona, o da nefsinden ödün verip böyganaya bırakırdı. Ortada fazla fark eden bir şey yoktu: Ana ocağında beyba artığı yiyen Hikmet Genç, Garirfan ‘ın tuğla harmanında da asker artığı yiyordu. Bu artık da o artık kadar lezzetliydi, bu artık da o artık kadar bulunmazdı. Garirfan ‘ın harmanında kabağın cennet taamı olduğuna andlar içebilirdi. İşçilerin, birbirleriyle yarışırcasına lokmalarını kazana daldırıp daldırıp çıkardıklarını gördükçe, tiksintilerini, çekingenliklerini bir yana bir yana atıyor, lokmalarını kazana ardarda daldırıyordu. Sonunda; o da, lokmasıyla kazan dibi sıyıranlardan olmuştu.
Karnı az-boz doymuş olmakla birlikte, yorgunluğunu üstünden hiç atamamıştı. Bedeni kemiklerine kadar sızlamaktaydı ve sürekli olarak biryerlere yatmak, biryerlere uzanmak istiyordu.
- Nuri, ben öyle yoruldum ki.
- Sen hamladın garaş. Başlangıçta hep eyle olur. Bugünü bir atlattın mi alışır gidersin.
- Bugünü ne zaman atlatırız?
- Gün batanda.
- Saati yok mu bunun?
- Saatı gündoğuşu, günbatışı.
- Ama bugün gündoğuşunda başlamadık ki.
- Bugün hazırlıh günü. Di Haydinin koma gidek. İşçiler cuvara içecek, dumanından yararlanırıh.

Kırk yıllık arkadaş gibiydiler. Aralarındaki yaş farkını ikisinin de önemsediği yoktu. Birlikte yetişmemiş, birlikte yaşamamış oldukları halde, aynı şeylerle ilgileniyor, aynı şeylere gülüyor, aynı şeyleri yeriyor, aynı paralelde geziniyor, aynı telden çalıyorlardı.
Koma, kirli-çamurlu bedenleriyle, pençe pençe çamurlu donlarıyla, kızarmış kirli ayaklarıyla birlikte gittiler.
Çamurcuyla tayıncı ve toprakçı, komun kapısız boşluğunda çömelmişlerdi. İçeriden bol sigara dumanı gelmekteydi. İdris Usta ‘yla Cazim Usta, komun serinliğinde sarma sigaralarına asılmışlardı. Hikmet Genç ‘le Nuri de dışarıda çömeldiler. İdris Usta Cazim Usta ‘ya yüksek sesle bir şeyler anlatıp durmaktaydı:
- Valla Cazim Usta, aha bu gözlerimnen görmüşem. Aşçı Möhsin ‘nen Bulaşıkçı Şazimend gapının ardındaydılar. Pissikleri yani kedileri boğuşturup durirlerdi. Yalanım varsa anam avradım osun.
- Ulan İdris Usta, o Şazimend garısıyla sen de bir pissik boğuşturaydın ya.
- Ulan garaş, biz nerden boğuşturah? Aşçı Möhsin ‘in elinde silahı var, bizim var mı ki?
- Ne silahıymış o öyle?
- Yemek silahı garaş. Yemek silahı. Herkesin tabağına pırasa, Şazimend ‘in tabağına tepeleme et. Herkese gaşşıhnan, Şazimend ‘e kepçeynen.
- Sen hele bırah Şazimend ‘i de, şu itlere bah şu itlere. Gapının önüne sinmiş, nasıl da tilki kimi dinirler Şazimend ‘le Möhsin ‘i.
- Di haydinin lan… Paydos bitti… Yallah iş başına.
Çamurcu sırıta sırıta direndi:
- Bunca gözel hak et yarıda kesilir mi usta? Allasen bi annat Şazimend ‘in gerisini.
- Ulan Cazim Usta, bah şindi bu ahlaksıza… Buna ne garaş Şazimend ‘in gerisinden?
- Adam Çamurcu İdiris Usta, adam çamurcu. Bunardan gorhulur. Yalak ulan, çamurunun başına, soyha.
Ustalar önde, obirileri arkada komdan ayrılıp yeniden güneşin altına çıktılar. Ve Hikmet Genç ‘le arkadaşı bu kere el arabalarının başına gönderildiler.
Hikmet Genç, o ana kadar el arabasını ancak üstünkörü tanıyor, tutamaklarının demirden olduğunu, yüke gelince demirin avuç derisini sıyırıp attığını, dolu arabayı bir demir tekerlek üzerine dikerek yürütmenin bilekleri nasıl zorladığını, dengeyi tutturmanın baldırlara-bacaklara nasıl acılar verdiğini, harmandan tabyalara gitmenin, arabayı bırakıp kazma-kürek alarak toprak eşmenin, eşilmiş toprağı arabaya yüklemenin, tekerlek gıcırtıları arasında geri gelip toprak boşaltmanın, yeniden aynı işe koşturmanın ne denli güç gerektirdiğini bilmiyordu.
Getirdiği ilk arabanın toprağı çamurcu tarafından beğenilmedi:
- İdiris Usta… Senin bu yegenin, daşını ayıhlamadan toprah getirir…
- Şikat etme oğlanı it. Dedin işte. Bundan sonra daşını da ayıhlar.
Hikmet Genç, akşama dek, tabyalara boş el arabalarıyla gitti. Arabayı bırakıp kazma-kürekle toprak eşti. Arabayı toprakla doldurdu. Dolu arabayı geri getirdi. Çamurcunun yanında eğrilemesine duran tel eleğe kürek kürek atıp eledi. Elenmiş toprağı bırakıp yeniden topraklar getirmelere koşturdu ve aynı ödevleri yeniden, yeniden, yeniden yaptı. Gözleri, bir türlü batmak bilmeyen güneşteydi ve Nuri ‘nin o anlarda ne yaptığının, ne ettiğinin farkında bile olamadı.
Güneş, Hikmet Genç ‘in avuçlarının derisini ve derisi kızaran bedeninin tüm gücünü yanında götürerek uzak tarlaların ardında kaybolmaya başlarken, ona, kemiklerinin sızılarını, eklemlerinin ağrılarını, harmanın kirini-pasını, ağzının-dudaklarının yangınlarını ve midesinin açlığını bıraktı.
- Goşdurun uşahlar… Payton gründü… Garirfan gelir…
Bir an önce bitirilmeye çalışılan ve bitmeye de yüz tutan tüm işlere eskisinden de büyük bir özenle eller atıldı. Güneşin son ışıkları altında eskiyen harmanda yepyeni ve hummalı bir çalışma başgösterdi.
Garirfan yine kavrulmuş fındık içi öğütmekteydi. Yeleğindeki altın kordon tüm görkemiyle güneş altına serilmişti. Gözleri sabahkinden daha yuvarlak, daha küçüktü. Yüzü biraz daha karaydı ve kaşlarının uçları biraz daha aşağı inmişti. Solukları rakı kokuyordu. İkide bir geğirmekte, geğirdikçe şükürler etmekteydi. Öfkesi aynı, sözleri aynıydı:
- Ulan İdiris, Ulan Cazim… Siz bana böyle mi ustalıh edeceksiz oğlum? ..
Herkesler yine Payton yanında göbeklere eller bağlamıştı. Ustalar yine, ortada yanlış anlaşılmış veya hiç anlaşılmamış bir şeyler varmışçasına başlarını kaldırıp Garirfan ‘a bakmaktaydılar:
- Niye ağam, ne oldu ki?
- Daha ne osun soyha. Payton uzahdayken burada heç de bi faaliyet yohdu. Nası ki yanaşdıh, başladı harman vıccır vıccır gaynamaya.
- Vıccır vıccır gaynadıysa; yalandan mı gaynadı ağa? Ahan işde toprahlar daşınıp yığıldı. Çamurlar hazırlandı. Ocah bozuldu. Tuğlalar gulelendi. Dezgahlar hazırlandı. Galıplar temizlenip sıralandı. Cümle işler tamamlandı.
Garirfan ağzındaki fındıkları öğütürken köstekli saatini çıkarıp bir göz attı, cebine indirdi ve paslı dişlerini göstere göstere gülüp eliyle İdris Usta ‘nın omzuna birkaç kere vurdu:
- Dediklerime gulah asma İdiris. Benim dilim alışmış begenmemeye. Begensem iş kötü çıhar. Begenmedimi, heç olmazsa kötüden eyi çıhar. Haydi, sıraya goy uşahlari. Boş durma Bayram, çevir o soyhaların başıni.
Garirfan yeniden paytonun meşin minderlerinekuruldu. Koyun cebinden meşin bir cüzdan çıkardı. İçinden aldığı iki banknottan birini İdris Usta ‘ya obirini Cazim Usta ‘ya uzattı. Yan cebinden ağzı büzülü bir kese alıp içinden çıkardığı bozuk paradan ibaret gündelikleri çamurcuya, Nuri ‘ye, tayıncıya, sucuya, çocuklara verdi. Sonra, ortada dimdik kalan Hikmet Genç ‘e baktı:
- Peki sen niye beklirsen? Ulan İdiris, yegenime tayın vermediniz mi?
- Geldiginde yarım tayın yedi ağam. Yarım tayın da öğle yemeginde verdik. Tamamdır.
- Öyleyse daha niye beklirsen?
- Yani ağam, şeeey… Gündeliğim için…
- Ulan ne gündeliği, it… Eski köye yeni adet mi getirecehsen? .. Sen daha hazırlıhdasan… Hazırlıhda olannar sadece tayınlarını hahederler, o gadar…
Garirfan ‘ın sözleri ustalarla obir çalışanlarca anında onaylandı:
- Hazırlıhda çalışannar sadece taınlarını hahederler, o gadar.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 101-120/239)
Devam edecek...

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 14.3.2007 23:53:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Öykünün bu bölümünde; Hikmet Barlıoğlu 'nun (ki; Hikmet Genç kendisidir, 'Beyba' sı babamızdır, 'Ana' sı anamızdır, 'Böygana' sı büyük annemizdir) hayattaki tek erkek kardeşi olarak itirazlarım var... Ben; müteveffanın vefatından sonra bu hiçbir yerde basılmamışş, yayınlanmamış eserlerini kucağımda buldum. Onları siz sevgili edebiyatseverlerle buluşturmak için sarfettiğim çabayı bilenleriniz biliyordur... İtirazım; rahmetli babam Hüseyi Barlıoğlu hakıkındaki tanımlamalaradır... Bir önceki ve bu bölümde babamız Hüseyin Barlıoğlu hakkında çok haksız tanımlamalar vardır ve gerçekler kesinlikle öyle değildir. Öykünün yazarı olan müteveffa ağabeyim, öyküsündek kahramana biraz daha acındırmak saikiyle böyle bir tanımlama yolunu -ne yazık ki) seçmiştir. Babamız Hüseyin BARLIOĞLU, dünyanın en dürüst, en fedakar, akranları arasında en mantıklı, en kültürlü en baba bir adamdı. Sertti, ciddiydi ama öyle olmasın da ne yapsındı? Üç kız üç oğlan, herbiri ayrı ayrı okullarda, ayrı ayrı sınıflarda okuyan çocukları vardı. Ben şahsen, herne kadar çocukluğumda ya da gençliğimde içinde bulunduğum şartlardan şikayetçi olmuşsam da, babamı, hiçbir zaman suçlamak düşüncesine sahip olmamışımdır. Hikmet BARLIOĞLU bu öyküde rahmetli babamıza haksızlık etmiştir. Bunun bilinmesini arzu ederim. (Sağ olsaydı da tartışsaydık... Evet; tuğla ocağında çalıştığını gözlerimle görmedi isem de biliyor, hatırlıyorum Ama babamız için yaptığı tanımlamalar kabul edilebilir değidir...)

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu