İlkler-15 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 4)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-15 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 4)

İlk İntihar Girişimi

Ortada geçerli bir neden bile yoktu. Beyba, anaya birdenbire vurmaya başladı. Tokatlarken tokatlarken yumruklamaya başladı.
Ana zavallıydı, savunmasızdı, desteksizdi. Sadece ağlıyor, kaçıp kurtulmaya çalışıyor, konu-komşu duyar korkusuyla acılarını içine sindiriyor fakat çığlık atmıyor, çığlık atmamak için dişleriyle dudaklarını ısırıyordu. Yanaklarıyla sağ gözünün çevresi mosmor olmuştu ve burun deliklerinden ağzına aşağı ince kan çizgileri yürümekteydi. Saçları darmadağınıktı. Nereye çarptığını, nasıl yaralandığını bilemediği dirseği kanıyordu ve kanlı yarayı korumak için avucunu dirseğine kapatmaya uğraşıyordu.
Saldırılarına kısa bir ara veren beyba, bu kere, kendisi için hazırlanmış bulunan yemek masasından öfkesini çıkarmaya girişmişti. Yemek dolu porselen tabakları, kaşığı, çatalı, bardağı, tuzluğu, biberliği, peçeteyi, ekmekleri, örtüyü ve eline herne geçerse onu, görülmemiş bir kızgınlıkla duvarlara savuruyor, yerlere çarpıyor, kapılara, pencerelere fırlatıyordu. Odaya bir insan girmemiş, bağlarını koparan bir boğa arenaya dalmıştı. Sular, çorbalar, yemekler duvarlara duvarlara savrulup çarpıp yerdeki tertemiz kilimleri bemberbat ediyor, merkezden çevreye çatal, bıçak, kaşık, bardak, peçete, kürdan yağıyor, isabet alan pencere camları kırılıp şangırtılarla yerlere yayılıyordu. Oda bir anda savaş alanına dönmüştü. Beyaz duvarlardaki kırmızı salça lekeleri kan izlerini andırıyordu. Yerler yemek suları, salçalar, yemek artıkları, cam kırıkları, bez parçaları, marullar, zeytinler, peynirler, ekmekler içindeydi. Canevine öfkenin elattığı her şey biçimini yitirmiş, her şey kendisi olmaktan çıkmıştı.
- Domates çorbasından ve nohut yahnisinden ölesiye nefret ettiğimi hala daha öğrenemedin mi, salak? .. Sana kaç kere daha söyleyeceğim; “Benim önüme bu evde domates çorbası ve nohut yahnisi gelmeyecek.” diye.? .. İnsan bu kadar mı aptal olur? .. Ne zamana kadar yiyeceğim ben nefret ettiğim yemekleri? .. Seni saçlarından kavrar kavramaz öylece kapının önüne koymam için mi zorluyorsun beni? .. Öyle bir şey yaptığım an, yandığının resmidir… Gidecek ve sığınacak fare deliği kadar bir yerin bile yok… Nereye gideceksin, kimlere sığınabileceksin? .. Tıpkı bir karabasan gibi, yaşam boyu çullanmışsın sırtıma… Çalışmayan kadın, ev kadınından başka bir şey olmayan kadın ne işe yarar? .. Çalışıp kazanmadığın bir yana, benim çalışıp kazandıklarımı da heder edip duruyorsun… Daha ne kadar dayanabilirim buna? ..
Beyba, yerlere, duvarlara, kapılara, pencerelere öfkeyle bakınıyor, gördüğü manzaralar karşısında yeniden kendini yitiriyor, anaya yeniden sille-tokat saldırıyor, savunmasız kadının kısık haykırışları alt-üst olmuş odada yankılanıyordu.
Böygana, sinekaldığı köşede yağlı sular, çiğ ve pişmiş öte-beriler içinde kalmıştı. Üstündeki zıbını, altındaki minderi, arkasında asılı duran namazlığı, başındaki yazması kullanılamayacak durumdaydı. Çarptığı yerden fırlamış olan bir porselen parçası sol kaşını kanlar içinde bırakmıştı.
- Hüseyin… Aman oğul, sen ne yapıyorsun böyle? .. Bunlar bizim alıştığımız şeyler değil… Ayıp oğul, günah… Allah bu zavallı kadına yaptıklarını senin yanına mı bırakır sanıyorsun? .. Vurma oğul, günah… Ne suçu var gelinin? .. Allah ‘ın her günü eve bırakıp gittiğin o yetersiz parayla başka neyi çekip çevirsin yoksul? .. Amaaan, ayıııp… Yemek için adam mı dövermiş insan? .. Allah ‘ım sen büyüksün, bağışla bu edepsizin günahlarını… Belli ki; büyü yapmışlar buna: Yapmadığı şeyleri yapmaya kalkışıyor…
Hikmet Genç, bir yüzü-gözü kan içinde ağlayan anaya, bir öfkeden kendini yitirmiş beybaya, bir yaşlılık yüzünden elinden bir şey gelmediği için, oturduğu yerde kaşı kanaya kanaya dualara sığınan böyganaya baktı ve gözlerinin önünde süregiden zulmü daha fazla yansız izleyemeyeceğini anladı. Kendisinden beklenmeyen bir ataklık göstererek anayla beybanın arasına girip beybasını bileklerinden kavradı:
- Yeter beyba… Diye yakındı. Yeter… Ne hale getirdin kadını, bir baksana…
Beyba görülmemiş bir şaşkınlığa kapılmıştı. Bu, bu, karısıyla kendisi arasına girme küstahlığını gösteren kimdi? Bu, bu, oğlu muydu? Bu, bu Hikmet miydi? Bu, bu, o utangaç, o dudaklarını gülücükler süsleyen, başına vurulunca ekmeği elinden alınabilen çocuk muydu?
Güçlü bir silkinişle kavranmış bileklerini çekip kavrayan ellerden kurtardı ve kurtarır kurtarmaz Hikmet Genç ‘in suratına bir Osmanlı Tokadı patlattı:
- Küstaaah… Karşı mı geliyorsun bana? .. Hangi cesaretle kavrarsın bileklerimi? .. Ben babayım, ben beybayım… Benim varlığım kutsaldır… Çünkü; sen, varlığını bana borçlusun…
- Elbette sen benim babamsın. Sen benim Bey Baba ‘msın. Beybamsın. Sana saygısızlık etmek benim aklımın ucundan bile geçmez. Çünkü; senin varlığın gerçekten kutsaldır. Ama bu perperişan ettiğin de anam. Onun da varlığı kutsal. Ben kutsuz varlığımı sizin varlığınıza borçluyum.
Beyba bu sözleri dinlemedi bile. Hikmet Genç ‘in yüzünün ortasına öyle bir avuç içi pençe attı ki; avucunun çarptığı yere pençe pençe kan oturdu. Hikmet Genç, beybayı nasıl ittiğinin ve neden ittiğinin farkında bile olamadı. İtildiği anda beyba gözlüğünü düşürüp kırdı ve gözlüğünün düşürülüp kırıldığına değil, hangi cesaretle itildiğine şaşırdı kaldı.
Konuşan sanki Hikmet Genç değildi, yerine birisi, bir başkası gelip oturmuş, içindeki yıllanmış isyanları kusmaya başlamıştı:
- Lanetler olsun senin yedirdiğin ekmeğe… Sen bu evde bize ekmek mi yedirdiğini sanıyorsun? .. Yemekler sadece sana yapılıyor, farkında değil misin? .. Kalırsa; özlerinden, boğazlarından fedakarlıklar yaparak senin artığını bana veriyorlar… Anamla Böygana, masanda kalan ekmek kırıntılarını birbiri üstüne bastırıp lokma yapıyorlar kendilerine… “Aylıktan güne düşenimiz budur.” Diyerek bir yirmi lira bırakıp gidiyorsun ve yemeklere geliyorsun, tüm giderlerini bir yirmi liraya sığdırmaya çalışan evde Bolkepçe Lokantası ‘nın yemeklerini ve Halil İbrahim Sofraları ‘nın bereketini arıyorsun… Biz söylemezsek; bunlardan nasıl haberin olacak senin? .. Onları da bırak, bana bir bak beyba… Ben kimim biliyor musun? .. Ben senin ters yüzünüm. Tornistanınım. Eskidiği için ters yüz edilen giysilerinin mütevellisiyim. Okulda onun-bunun defterlerine not tutan liseli gencim. Kuruyemiş yediğimi sansınlar diye, cebime koyabildiğim ekmek kırıntılarını ağzıma tek tek atan fidan gibi delikanlıyım. Akşam olursa; kursağıma belki tek bir artığın girer umuduyla gün boyu tebeşir yiyerek mideme şaşırtmalar veren küstahım… Nereden bileceksin, ders aralarında arkadaşlarım kantinleri yağmalarlarken benim tebeşir kutularına saldırdığımı, kullanılmayacak derecede küçülmüş tebeşir parçalarını cebime doldurup herkeslerden gizli yediğimi… Ve sen, burada, bu kutsal mekanda, benim, anamın ve böyganamın suyuna-denine hu çektiğimiz domates çorbalarını, nohut yahnilerini başımıza, yüreğimize savuruyorsun… İşte sen, işte biz…
- Defol… Çık git bu evden… Nankör… Onsekiz yaşını doldurmuşsun, artık sana bakmak, seni beslemek zorunda değilim… Senin rüşdünü kanıtlamanı ben dört gözle bekledim… Şükrolsun, bugün bitti bu iş işte…
Hikmet Genç, yanıt vermedi. Anayı ve böyganayı bakışlarıyla şöyle bir süzdü ve kapıyı arkasından saygıyla kapatıp evden ayrıldı.
Geride kalan eve “Elveda” ve kendisine yağmurlarını açan karanlık geceye “Merhaba” dedi.
Yağmur ve karanlıklara bürünmüş ıslak minarelerden nemli sokaklara ıslak yatsı ezanları aksetmekteydi. Yıkanmış bir rüzgar ıslak ve karanlık yaprakları yerlerde sürüklüyor, karanlık ve boş dükkanların kepenklerini kamçılıyor, ışıklı reklamların sarı, mavi, yeşil ve kırmızı renkleri su birikintilerinde yıkanıyor, yuvasını arayan bir-iki gecekuşu duvarlara çarpa çarpa çığlıklar koparıyordu.
Hikmet Genç bir eski pantolon, bir eski ceket katına sokaklardaydı. Yağmurun altındaydı, rüzgarın içindeydi. Sıcak aydınlıklar evlerin ıslak ve perdeli pencerelerinin ardına çekilmiş ve kendisini karanlıklara tükürmüşlerdi. Kapılar yüzüne yüzüne, sözler kulaklarına kulaklarına, tatlılıklar diline diline ve yarınlar yaşamına yaşamına kapanmaktaydı.
Parke taş döşeli ıslak caddeden fenerleri ölü gibi yanan karanlık bir payton geçti. Yüzü kara, gözü kara, saçı kara, başı kara paytoncu, rüzgarlı yağmurda ıslanmasının suçunu yorgun ve ıslak atlarına yıkabilmenin sinsiliğiyle öfkesini kamçısına kusmaktaydı:
- Deeeh, deeeh, deh ulan Nasib ‘in simsarları… Delilo gurban gine eve beş parasız dönir…
Hikmet Genç, tersyüz edilmiş giysilerine renkli suları sıçrata sıçrata geçen paytonun arkasından bakınmasa; beş parasının bile bulunmadığını anımsayamayacaktı. Parasız oluşu yanına yalnız gelmedi, yanı sıra okul durumunu da getirdi. Her zamanki gibi; ertesi gün de okul vardı ama hepsi o kadardı işte. Bir sele-suya giden yuvada boynu eğri yaşamaktansa, başı dik, yere vurarak kan kusmayı yeğlemişti. Özgür yaşamamanın yaşama ihanet olduğunu yeni yeni düşünmekteydi. Bağ kopar kopmaz, yaşamın ne kadarının o bağa bağlı olduğu da ortaya çıkıvermişti. Bağ kopmuş ve yaşamının en değerli yıllarını da en ince yerinden koparmıştı.
- Hiki… Lan ben seni suya-sabuna dokunmaz sanırdım… Sen istediğin kadar dokunma be, su bu kere sana öyle bir dokunmuş ki; eh daha artık olursa da bu kadar olur… Sudan çıkmış ite dönmüşsün ollum… Adam bu yağmurda dışarı çıkar da yanına şemsiye almaz mı hiç? ..
Hikmet Genç, şuradan-buradan vuran bir-iki reklam ışığının altında karanlıklardan zorlukla sıyırıp çıkarabildiği şemsiyeliye baktı. Çocukluk arkadaşı Dursun ‘du. İki ayağın bir pabuçta, iki elin kanda olsa; alaya alan Dursun. Anasız-babasız büyüyen, sokaklarda tarak-cüzdan satan, kan kusup kızılcık şerbeti içtiğini söyleyen Dursun. Elinde aslan ağzından kapılmış bir dilim ekmeği bulunsa; onu sana sorgusuz-sualsiz veren ve kendisi çalakanat ekmek, nasip peşine koşan Dursun. Sözüne söz, düşüncesine düşünce, şakasına şaka isteyen Dursun. Kendisi ne ağır yükler altındayken, başkalarının yüklerinin altına seve seve giren Dursun.
Espri, Hikmet Genç ‘in üzüntülerine badana çekmeye başlar gibi oldu:
- Neden alayım ki şemsiyemi? Adından belli cahil; şemsiye güneşe karşı kullanılsın diye yapılır. Yağmur varsa şemsiyeye ne gerek?
- İşte ben almışım ya.
- Ben sen miyim?
- Ben olsan; böylesine dertli görünmezdin yavrum. Fabrikan mı top attı, yoksa gemilerin mi Karadeniz ‘de battı?
- Onlardan da beter: Babam evden kovdu.
- Şimdiye dek beklediğine hata etmiş.
- Bir de sen okuma canıma.
- Okurum lan. Gir şu kıraathaneye. Çay içelim.
- Burası kıraathane mi şimdi?
- Ya ne sandın ya, yavrum? Elbette ki; kıraathane. Bir tek satırlık bir şeyin bile kıraat edilmediği yani okunmadığı yere başka ne denir?
- Ne bileyim. Tavlahane, okeyhane, ellibirhane, altmışaltıhane denebilirdi örneğin.
Açılan kapısından tütün dumanına karışık buharlar boşanan yapıya bedenlerinin tüm soğukluğuyla ve tüm ıslaklığıyla girdiler.
İçerisi cam ve porselen kırıklarıyla, salçalarla, parçalanmış tabaklarla, ekmek dilimleriyle, şuraya-buraya savrulmuş çatallarla, kaşıklarla, bıçaklarla ve beyaz üstüne kan rengi lekelerle doluydu ve masaların her birinde bir beyba haykırıyor, her duvar dibinde burnundan ağzına kan çizgileri yürüyen bir ana ağlıyor, her köşede-her bucakta kaşları kan içinde bir Böygana dualara sığınıyordu.
- Ne yapıyorsun ollum? Irmak mı geçiyorsun? Doğru yürüsene; herkesin gözü bizde. İbram Usta, bize iki çay yolla, oraya, o dipteki masaya.
- Çay kııırk… Elli yaaap… Altmış olduuu…
Beyba Hikmet Genç ‘i görünce öfkeli bir halde sandalyesinden kalktı ve Hikmet Genç, beybanın boşalttığı iskemleye çöktü. Ana, masada, Dursun ‘la kendisi arasındaydı. Ne saçlarını düzeltip toparlamış, ne de burnundan ağzına inen kan çizgilerini silip ortadan kaldırmıştı. Bakışlarını anadan kaçırmaya çalışırken gözleri böygananın gözlerine yakalandı. Yaşlı kadın görülebilen heryerdeydi. Bir değildi, birkaç taneydi. Paramparçaydı. Kaşı ılgıt ılgıt kanıyordu ve yine iki yanına sallanıyordu, yine dudakları kıpır kıpırdı.
Dursun ‘un İbram Usta ‘sı, yarısı kırılmış porselen bir tepsi içinde iki bardak dolusu cam kırığı, salçalı su ve yemek döküntüsü getirdi. Dursun ‘un uzattığı sigara paketinden filtreli bir çatal çekti, dudaklarının arasına sıkıştırdı ve cebinden çıkardığı bir eğrilmiş kaşıkla yaktı.
- Hasta mı aykadaşın, Duysun?
- Hasta değil, Duysun sana otuttuysun.
- Gonuşma lan, inek.
- İnek anandır, it. Sana selamı vay. Dedi ki “İbyam eve geliyken Dadaş Sucuğu getiysin.”
- Sucuğun yayısını da ezeme veymemi söylemedi mi?
- Ezen sucuk yemez ollum. Babam kızar.
- Niye kızsın velet. Dadaş Sucuğu olsa sen bile yeysin. Bahayatlı, bibeyli. Halis-muhlis sığıy sucuğu.
- Senden bana sucuk mu kalır, hayvanat.
- Pişt.
- Aynen iade edilmiştir.
İbram Usta sırıta sırıta, kırıta kırıta uzaklaştı. Konuşma sırasında Hikmet Genç, birkaç kez bakışlarını onlarda gezdirdiyse de, ne konuştuklarını seçip duyamadı, neye gülüştüklerini anlayamadı. Önündekinin çay olduğunu ve içilmesi gerektiğini fark edebilmesi için arkadaşının anımsatmasını bekliyormuş gibiydi.
- İç çayını.
Hikmet Genç, ne içtiğini, neresine içtiğini bilemeden çayı içti. Bardak ağzına kadar demli beybalarla, yüzü-gözü kan içindeki analarla ve kaşı yarılmış böyganalarla doluydu, ağzını buruşturdu, zehir gibi geldi.
- Yağmur azaldı. Isındınsa çıkalım. Bize gidiyoruz.
Hikmet Genç, yağmur gerçekten azaldı mı, kendisi gerçekten ısındı mı, Dursun ‘lara neden gidileceğini anlayabildi mi pek belli değildi. Yağmur azalmışsa; azalmıştı. Kendisi ısınmışsa; ısınmıştı. Onlara gidiyorlarsa; gidiyorlardı. Rüzgar kesilmişti ama beybalar hala yağıyordu. Yüzleri-gözleri mosmor, burunları kanlı analarla kaşları kanayan böyganalar, birbirlerine komşu karanlık dükkanların karanlık kapılarına, karanlık kepenklerine aydınlık aydınlık sıralanmışlardı. Ara sokaklar, salçalar, cam ve porselen kırıkları içindeydi. Şuraya-buraya fırlatılmış kaşıklar, çatallar, bıçaklar her adımda ışıldayıp ışıldayıp sönüyor, sönüp sönüp parıldıyorlardı. Bir kaşık, sigarasının ateşini parlata parlata yanlarından geçti ve kan rengi salça suları içinde kayboldu.
- Dur ben evdekileri uyarayım.
Çocukluk arkadaşı karanlık bir evin karanlık kapısını açtı. Eliyle sırtından iterek Hikmet Genç ‘i içeri sokarken iç kapıya doğru seslendi:
- Destuuur. Hatunkişi bulunmasın… Hafız Efendi geliyor…
İç kapıyı başı bürüklü, yerli giyimli, kendisi yaşlı, eli gaz lambalı bir kadınla başı eşarplı, elleri göğsüne bağlı bir genç kız açtı.
İçeride öfkeli bir beyba, ağzı-burnu kanlı bir ana, kaşı kanayan dualara sığınmış Böygana yoktu. Evin yüzü topraktandı. Az ilerde, merdiveni beş-on basamaklı, önü parmaklıklı bir ahşap taraça vardı. Alçacık bir balkonu andıran bu taraçanın sağında ve solunda, kapıları açık birer oda göze çarpmaktaydı.
Yaşlı kadın, elindeki gaz lambasını yanındaki genç kıza uzatarak konukseverlik dolu bir sesle mırıldandı:
- Lambayı al ve yol göster kızım. Hafız Efendi sağdaki odamıza buyursun. Ulan oğul, belki yeri ve zamanı değil ama Hafız Efendi bize acaba bir Aşır okur mu dersin?
Çocukluk arkadaşı Hikmet Genç ‘le birlikte gaz lambasının ardından merdivenin basamaklarını çıkarken ciddi ciddi yanıt verdi:
- Hafız Efendi pancar ve lahana turşusu yemeden Aşır-maşır okumaz. Zira; turşu yemeden dili açılmaz. Bu hafız da böyle işte, ne yapacaksın. Görmüyor musun anam, bıçak açmıyor adamın ağzını.
- Pancar turşusuyla lahana turşusu anasının ak sütü gibi helal olsun böyle genç hafıza. “Hafız” dediğin bir Allah adamı. Canımız feda olsun yoluna. Ben ona bir de ısırgan kaynatırım, turşuyu çektikten sonra içer de içer. Yeter ki; bize bir Aşır okusun hazır gelmişken. Evimiz bereketlenir inşallah onun uğurlu ayağıyla.
- Valla eze, ben…
- Aman Hafız Efendi, sen hele bir buyur odaya.
Genç kız iki arkadaşı odaya aldıktan sonra gaz lambasını duvardaki bir çiviye astı ve dışarı çıkarken kapı pervazına yaslanıp çekingen çekingen sordu:
- Abey, acaba Hafız Efendi bize Zeki Müren ‘den bir şarkı söyler mi, turşudan sonra? Kapıları açık bırakırım, biz dinleriz yandaki odadan.
- Neden okumasın yavrım. Okumasına okur da, San ‘at Güneşi ‘mizi gölgede bırakmaya gönlü razı olmaz. Çünkü Hafız san ‘atçıya saygılıdır. Ne de olmasa Hafız Burhan ‘la Yeşil Kurbağalar ‘ı okumuş bir nice zaman.
- Ama abey…
- Hadi ulan, önce ekmek tahtasını getir…
- Abey…
- Ulan kızım, az-biraz anlayışlı ol. Koyun can derdinde, kasap yağ peşinde. Yahu, oğlanı babası kovmuş evden. Benim çocukluktan beri arkadaşım. Hem ac, hem susuz, hem de uykusuz. Ağzını bıçak açmıyor, görmüyor musunuz? Az-biraz gırgıra alırsak; açılır diye umud ettik, olmadı. Ama siz şakanın ölçüsünü de tadını da kaçırdınız. Haydi, hemen ekmek tahtasını koyun.
İki çocukluk arkadaşı bir basit kilimin üstündeki minderlere bağdaş kurup karşılıklı oturdular. Oda, daracık bir yerli ev odasıydı. Bir yanda karyolasız bir yatak yığını vardı ve içeride ondan öte hiçbir şey yoktu. Küçücük pencerenin kırık camı hamurlu bir gazete kağıdıyla kapatılmıştı.
Genç kız, minderlerin arasına yerleştirdiği ekmek tahtasının üstüne bir-iki bayat ekmek dilimi, bir su dolu şişe ve bir etsiz-yağsız pancar sahanı koyup odadan çıktı.
Hikmet Genç, çocukluk arkadaşının nice bir yoksulluklar içinde nasıl bir erkekçe göğüslediğine bir kere daha tanık oldu ve o acılı, o şaşkın halinde bile onu yeniden sevdi, ona yeniden saygı duydu.
- Bismillahirrahmanirrahim… Ye gardaş, Allah ne verdiyse. Bu rızkı, bu nasibi verene şükürler olsun. Bunu bile bulamayanlar var. Kurban olduğum, hazineler sahibidir ama bazılarına da ancak bu kadarını verebiliyor. Ye. Bu gece konuğumsun, başımın tacısın. Yarın seni elinden tuttuğum gibi götürürüm Karaçay Oteli ‘ne. Sahibi Tarzan Şeref, senden iyi olmasın, dostumdur. Zaten senden nasıl iyi olsun ki? Ceyn ‘le bir türlü evlenemedi, Boy ‘u da evlatlığa kabul etmiyormuş diyorlar, valla ben ellerin yalancısıyım. Efendime veryansın edeyim, Karaçay Oteli fena otel değildir. Hergele yuvasıdır. Her ne kadar atın uyuzuna “Hergele” derlerse de; aldrıma; sen hergele-mergele sayılmazsın. Çünkü at değilsin. Sen sadece babaya karşı gelen bir itsin. Babam sağ olaydı; başımı önünde kütüğe koyardım seve seve, baltayla vursun diye. “Baba” deyip öteye mi geçiyorsun? Önce Allah, sonra baba. Boşuna ne öğüt vereyim sana. Babasını dinlemeyen beni mi dinler. Sen şimdi götüne bakmadan Hasan Dağı ‘na oduna çıktın. Elinde yok, avucunda yok. Diren bakalım nice direnirsin. Tarzan Şeref candır, Tarzan Şeref bir başına yürek, bir başına sevgidir. Yem bulamazsa; timsaha kolunu keser yedirir, yılana süt yerine kanını içirir. Kalırsın onun otelinde, ne kadar kalacaksan. Ödersin parasını, ne zaman istersen ve ne nasıl ödeyeceksen. Otelde kalırsın, okuluna gidersin, nasıl gideceksen. Satarsın okulu maliyet fiyatına, başlarsın benim gibi tarak-cüzdan satmaya. Zira; senin gibi bazı piştler, içinde bulundukları mutluluğun bazen asla farkında bile olamazlar. Şöyle bir silkinebilmeleri, şöyle bir yanlarını-yörelerini görebilmeleri için ille de ellerindekileri ellerinden alacaksın. Nasihatı yani öğüdü kim ipler, kim cipler? Summani Baba ne demiş biliyor musun? Yüzüm senden kara, aşağı-yukarı şöyle demiş:
“Sümmani söz söyler iktidarınca,
El elden üstündür el ayarınca,
Süleyman ‘a söz öğretmiş karınca,
Nasihat dinlemek noksanlık mıdır? ”
Yemekten sonra çok az oturdular. Turşu yediler, çay içtiler. Çocukluk arkadaşı akşamları gaz lambası bile yakamadıklarını, bir şişe gazın bir yevmiyeye geldiğini söyleye söyleye lambayı söndürdü ve iyi geceler dileyip çıktı. Ve Hikmet Genç, ömründe ilk kez kendisini soğuk ve karanlık bir mahzenin nemli taş duvarları arasında buldu. Yalnız değildi: Rüzgar içerdeydi, yağmur içerdeydi, damla sesleri, kamçı sesleri içerdeydi. Beyba, ana, böygana içerdeydi. Her dalar gibi olduğunda ananın burnunun, böygananın kaşının kanları yüzüne yüzüne damlıyordu. Ellerinde, o ellerden sıyrılmak, kurtulmak isteyen güçlü bilekler vardı. Döşekte sırtüstü ve upuzun yattığını bildiği halde, kendisini yatağın tam ortasında dimdik dikilmiş buluyor, bir türlü, dikilen kendini yatan kendinin yerine uzatamıyordu. Nasıl olduysa oldu ve Hikmet Genç bir süre sonra bedeninden ayrıldı, karanlıkta göremediği tavana yükseldi ve sırtını, kağşamış, aralanmış eski tahtalara dayadı. Tüm yaşamında ilk kez kendi bedenine dışarıdan baktı ve onu göz kamaştırıcı aydınlıklar içinde upuzun yatarken seyretti. Onu özledi, ona imrendi, ona dönmek istedi. Küçük yaptığı yuvasına sığmaya çalışan bir büyük kuş gibiydi. Sığması zor oldu. Ama ellerini birer eldiven gibi, ataklarını birer çizme gibi, başını bir başlık gibi, göğsünü-sırtını bir gömlek gibi, kalçalarını-bacaklarını bir uzun paçalı don gibi giyindi. Dudaklarından “Iıınnnhhh…” diye bir ses çıktığının farkına vardı ve sesin bir uzun, bir beyaz, bir cıvık kurdelayı andırdığını gördü.
- Hiki… Korkma, ben buradayım. Ben Dursun. Burası bizim ev. Ezen-bacın yan odada, ben odanın önündeki taraçadayım. Belli ki: bir karabasandı yavrım. Zaten bizim yoksulhaneden hiç ayrılmaz o meret. El verdik ya bir kere, daha artık kolumuzu da ister durur. Sana lamba yakayım, yansın sabaha kadar gazına tükürdüğüm. Sayende bari bayramlar etsin Durdun ‘un Yeri.
- Arkadaşı çıkınca Hikmet Genç lambayı söndürdü. Dünyaya neden geldiğini, nereden geldiğini düşünüp durdu. Aldı verdi, aldı verdi ve sonunda; dünyanın varsıl bir sergi olduğunu, bu sergiye gezmeye-görmeye geldiğini, buraya hiçbir yerden gelmediğini, buradan hiçbir yere gitmeyeceğini bulup kabullendi. Öylece dalıp gitti.
Uyandığında odada rüzgarın ıslıkları, yağmurun gözyaşları, gecenin gaz lambasız karanlığı yktu ve döşeğinin yanında bir ekmek tahtası, tahtanın üstünde buharları yükselen bir bulgur çorbası ve tahtanın başında da yaşamla bir Zaloğlu Rüstem gibi pençeleşmeye hazır bir Dursun vardı.
- İç yavrım. Sade suya bulgur çorbası. Çorba midenin cilasıdır. Akşamın pancarına kadar dayanabilirse; varsın dayansın. Bana sorarsan; dayanamaz anam-babam, dayanamaz. Bozulur, çatlar, kavlak atar. Bu cilalanası mide kimbilir kaç tarağın, kaç cüzdanın kanına girecek daha.
Dışarı çıktıklarında yağmuru ve rüzgarı yerlerinde bulamadılar ama yalayıp bıraktıkları döküntülü ve ıslak sokakları karşılarında buldular.
Tarzan Şeref, Şeref-Meref değildi, köhne otelin resepsiyonuna oturmuş bir John Weismuller ‘di. Üstünde kuzu derisinden bir donla donuna sokulu bir kınlı kurban bıçağından başka şey yoktu. Onları “Ooo Montez Dursuuun…” diye karşıladı.
- Ulan ollum, sen de bu hergele yatağına gelir miydin be? .. Ben seni Maria Montez ‘le bir içeri verdiler de bir daha dışarı alamadılar sanıyordum. Ne işin var buralarda, kimlere inanabildin yengeyi?
- Yavaş konuş teres, John Hall duymasın, fena yapar. Sabu ‘nun selamları var; bu yakışıklıya bir yer vereceksin. Karşı gelmiş, beybası evden kovmuş dilloyu.
- Bu dillo nasıl bir dillo?
- Bizdendir ama ne sana benzer, ne de bana. Okur bu dillo, bilir, konuşur. Ses duvarını aşmıştır.
- Aştığı bu hergele yatağına düştüğünden belli. Yerini hazır bil.
- Gerektiği kadar kalacak.
- Kalsın, anasını satayım.
- Çüş.
- Laf gelişi ollum. Okur-yazarlığı olmayan bir orman adamından ne bekliyorsun?
- Para-mara sormayacaksın.
- Sormam, ağzına tüküreym.
- Çüş.
- Laf gelişi.
- Karnını sen doyuracaksın, akşamdan akşama, o gerisini idare eder.
- Doyurayım. Varsın bundan sonra “Altınkepçe Oteli” desinler, içine işeyeyim.
- “Çüş” ler bitti, “Höst” lerden vereyim.
- Kalsın, almayayım.
- Göster lan kalacağı yeri.
Tarzan Şeref, gerçek bir orman adamıydı. Eski ve kirli ahşap basamakları ikişer-üçer çıkıyor, arada bir dönüp dönüp geriye bakıyordu:
- Var siz çıkamamak çağşamış basamak? .. İnyahiii, oooo, huuuh… Var bu dikilmiş odada bir yatak.Değil yatak, Çita ‘nın ini… Tarzan tahsis etmiş obir yatak bir teğmene… Siz sanmak kendisi ama o duvarda asılı olan değil kendisi, odur onun üniforması… Kendisi gelmek cumartesileri, giyinmek sivil, dinlenmek cumartesi Pazar ve sonra dönmek birliğine pazartesi… Hanga hunga… Var anlaşılmak buvanna? ..
Öpüştüler. Otelci resepsiyona indi, Dursun taraklarını-cüzdanlarını satmaya gitti ve Hikmet Genç, pis, izbe, uyduruk bir otel odasında, duvara asılı tertemiz bir teğmen üniformasıyla baş başa kaldı. Beyba, ana, böygana kapının arkasındaydılar, itip itip içeri girmek istiyorlardı ama Hikmet Genç onlara izin vermekten yana değildi. Gözleri üniformadaydı. Üniforma yeşildi. Yaldızlı bir dizi düğmesi vardı. Apoletlerinde birer sarı yıldız parıldıyordu. Liseyi bitirebilmiş olsaydı; yedek subay olacak, işte böyle bir üniforma giyecek, apoletlerinde önce sarı bir demir, sonra da sarı bir yıldız taşıyacaktı. Ama belli ki; bu umudu biryere, biryanlara atıp bırakma zamanıydı.
Beybanın, ananın, böygananın kapı dışındaki hırlaşmaları, hay-huyları, uğultuları, didişmeleri, bağrışmaları kesilmişti. Gitmiş, dağılmış olmalıydılar. Kapıyı çekine-korka araladı, aralığından dışarı bakındı. Katın bakımsız salonu bomboştu. Odadan çıktı, eski tahtaları ayaklarının altında gıcırdatmamaya çalışarak basamakları indi. John Weismuller resepsiyonun uyduruk masasındaydı:
- Buvana, var sen bir bardak boyalı çay içmek? .. Tarzan demledi tomurcuk çay, Rize ormanlarından.
Hikmet Genç söyleneni duymadı ve söylenene gülmedi bile. Önüne geldiği gibi yürüyüp sokağa çıktı.
Ellerini ceketinin etekleri altından pantolonunun ceplerine sokmuştu. Islak kaldırımların güneşten çaldıkları birkaç fiske ışık yüzünü gezinip geçti. Bir su birikintisinin aynasından kendini seyretmeye bile gereksinmeyen delişmen bir serçe minik minik su içmekteydi. Saçlarına bir münasebetsiz sinek konup kalktı. Bir arabanın ıslak çamurluğu baldırını sıyırdı:
- Aya balam, aya balam, ecelin geldi cami duvarına mı işeyüpsen? .. Aya köpoğlunun gedesi, bi bahsana gözlerinin gaşkasına…
Bir seyyar satıcı, bir top atan mağazanın, bir batan geminin mallarını satmaktaydı. Bir öbek çocuktan sadece birisi bir bisiklete binmişti ve yanındaki-yöresindeki bir alay sabi, bisikletinin selesinden-sepetinden tutmuş, onu düşürmeden yürütmeye çabalıyorlardı.
Amaçsız geziniyordu. Ayakları nereye götürürse oraya gidiyor, nerede yorulurlarsa orada duruyor, nereye sürüklerlerse oraya sürükleniyordu.
Cömert bir yağmurun şımarttığı kirli bir derede sular köpüklenmekte, sular kararmakta, sular aydınlanmakta, sular paslı tenekelerle sarmaş-dolaş koşuşmakta, sular kırılmış ağaç dallarını, kopmuş yaprakları bilinmeyen biryerlere doğru çala-vura götürmekteydi.
Olduğu yerden tek bir adım bile kıpırdayamadan akşama kadar gezinmişti. Akşam yalnız gelmedi, alışılmış hüznünü de geri getirdi. Garipliği, yalnızlığı, itilmişliği, atılmışlığı yüreğine el atan kirli bir pençeyi andırmaktaydı. Ne hocaya yar olabilmiş, ne de papaza yaranabilmişti. Hoca karşısında, papaz karşısındaydı.
Otele döndüğünde, antrede, salonda, resepsiyonda kimseler yoktu. Merdiven boştu, kat salonu boştu. Teğmen odada sivil sivil oturmuş, sivil sivil mektup yazmaktaydı. Candan çocuktu. İçini açan bir sohbet sonrası yüreğine girdiğinde, yüreğinin bir orduyu bile alabilecek genişlikte olduğunu gördü. İçeride dizleri namaz seccadesinde, avuçları duada olan başı beyaz tülbentli, yaşlı ve kimsesiz bir kadın vardı ve Yaratan ‘dan uzaklardaki bir genç askere esenlikler lütfetmesini dilemekteydi. Başka? Başka hiç kimse yoktu bir Ulucami genişliğindeki yürekte. Ne bir ana, ne bir Beyba, ne bir böygana, ne bir yavuklu, ne de yol gözleyen bir candan akraba. Rüzgarlı ve ıslak sonbahar beybalarında üşümüş olan Hikmet Genç, kendisine sunulan o sıcacık yeri kabullendi ve Teğmen ‘in yüreğinin bir kutsal köşesine sığınıverdi.
Kendi öyküsünü Teğmen ‘e anlatmadı. Sadece evsiz-barksız olduğundan otelde kalmak zorunda bulunduğunu söylemekle yetindi.
Oda arkadaşı mektubunu göndermek, yemek yemek ve felekten bir gece çalabilmek istediğini belirterek odadan çıkınca, onun açtığı kapıdan Beyba, ana, böygana içeri girdiler. Onlara kendisini neden aramadıklarını, neden merak etmediklerini sordu. Beybadan yanıt gelmedi. Duvara asılı üniformanın önünde duruyordu, mesafeliydi, resmiyetçiydi, formaliteciydi. Anayla böygana boş avuçlarını havaya açıp ellerinden bir şey gelmediğini belirtmeye çalışıyorlardı.
Hikmet Genç ‘in aklına kargalar üşüşmeye, aklında kara kara kargalar kanat çırpmaya ve kara kara kargalar bağrışmaya başladı. Hangi boklu yuvadan bir yavru düşse; ana-baba eşi- benzeri görülmemiş yaygaralar koparırlardı. Gökyüzü bir anda karga kanadıyla kaplanırdı ve birbirine çitenen kanatlardan güneşler görünmez olurdu. Ve o yavru o yuvaya döndürülmeden gökler-mökler açılmazdı. Altındaki nedeni bilmeyen kargadan akılsızlar ve karga kadarcık bile sevgisi olmayanlar, onu “Kargaların Düğünü” sanırlardı. Sen neyi koymuş neyi arıyorsun anam-babam? Düğün-müğün değildir o, yastır yas. Bir karayas, bir tükenmeyen acı.
Değerinin bir karga yavrusu kadar bile olmadığını ömründe ilk kez kavrayabiliyordu. Zira, gökyüzünde ne bir çığlık sesi, ne bir kanat gölgesi vardı. Kubbe bomboştu. Kara kara kanatlar bilcümle aydınlık sevgilerini torlayıp toparlayıp geride bir anlamsız gök bırakarak biryerlere, bir yanlara gitmişlerdi.
Ne biçim otel odasıydı burası? Yerler cam kırıkları, porselen parçaları içindeydi. Bulaşık bulaşık kaşıklar, eğrilmiş-bükülmüş çatallar, kirli-mirli bıçaklar çevreye savrulmuşlardı. Attığı her adımda insanın ayaklarına salçalar ve yemek artıkları bulaşıyordu. Kirli duvarlarda pençe pençe, kanayan burunların, kaşların kan lekeleri vardı. Beklenmedik bir şey oldu ve gaipten gelen iki şamar Hikmet Genç ‘in yanaklarında patladı. Aynı anda odayı kısık kadın çığlıkları, öfkeli erkek sesleri doldurdu. Bunları oda kapısının vurulması izledi. Gürültülerin rahatsız ettiği komşu odadakiler olmalıydı.
Kapıyı açtı ve açar açmaz Tarzan Şeref ‘i karşısında buldu:
- Merhaba sahip… Nasılsın Buanna? Nasılsın Montez Dursun ‘un arkadaşı? .. Bu otel yapıldı yapılalı senin kadar kibar, senin kadar sessiz, senin kadar kendi başına müşterisi olmadı biliyor musun? .. Öylesine gelip girmişsin ki; görebilene aşk olsun… Tarzan var sana menemen getirmek… Sen çökmek bu masanın başına… Tarzan dost, Buanna dost…
Üstünde renkten elini-ayağını çekmiş bir örtü bulunan masaya oturdular. İlginç şeydi; Ormanlar Kralı menemeni kaşıkla yiyor, ardından bir pençe ekmek götürüyor, suyu şişeden gılgıllatarak içiyordu. Sözcükler ağzında boğulup durmaktaydı:
- Gün tatil günü Buanna. Böyle günlerde bu hergele yuvasına müşteri arama. Ama yarın iğne atsan yere düşmez köylü milletinden. Ürettiklerini satmaya, üretemediklerini almaya gelirler. Üreten onlardır ama ürettikleri kendilerine nasip değildir; satarlar. İşçidirler, ona-buna evler yaparlar ama o evlerde kendileri oturamazlar. Sattıklarından aldıklarının aldıklarına verdiklerine denk geldiğini ben ömrümde görmedim Sahip. Onlar benim değerli konuklarım. Yerleri başımın üstünde. Zira bu köhne oteli asla yadırgamazlar, kendilerini bu otele müstehak, bu oteli de kendilerine layık görürler. Yarına onları bekliyorum ve bugün boşum. Otel senin gibi bir çelebiyle benim gibi bir hergelenin. Teğmen ancak yarın gelir, sivilleri soyunup asar, resmileri indirip giyer veertesi hafta tatiline dek çeker gider. Bir götürü çalışan işçi kadınım var; çamaşırları yıkar, asar, kurutur, ütüler, katlar, serer, çekip gider. Sana afiyetler olsun. Ben gideyim; avrat ipe un sermesin çamaşır yerine. İstersen “Tarzan Newyork ‘ta” yı getireyim oku, vakit geçir. Benim başucu kitabım. İstemezsen bir portatif radyo vereyim. Canın sıkılırsa; gel aşağıya laflayalım. İstemiyor musun? Sen bilirsin. “İlgilenmedi” deme, Montez Tarzan-Marzan dinlemez. Haydi eyvallah Buanna.
Tarzan Şeref ‘in açık bıraktığı kapıdan işçi kadını gördü; salona çamaşır ipi germekteydi. Kapıyı kapattı ve duvara asılı duran Teğmen ‘le konuşmaya başladı:
- Senin de şairlik yönün var mı teğmenim? Bekir Sıtkı Erdoğan ‘larca. Üsteğmen Bekir Sıtkı ‘larca. “Binbirinci Gece” nin şairince. Sen de güç-bela mı aldın biletini gişeden? Senin de mi yolculuğun başladı Haydarpaşa ‘dan? Biliyor musun, ne bir zordur bir kara gözlünün efkarlanmayıp gülmesi? Biliyor musun, ne güzeldir insanın hem şair hem de asker olması. Ben ne şair olabildim ne de asker. Ben hiçbir bok olamadım. Ben ne asker olabileceğim ne de şair. Ben hiçbir bok olamayacağım. Okumak istiyorum, okuyamıyorum. bir şeyler olmak istiyorum, olamıyorum. Benin ipim-sapım başkalarına bağlı. Ben kendi başıma ayaklarda duramıyorum. Bunun içindir ki; benim bir varlığım, benim bir değerim, benim bir önemim yok. Sözüm, aracılığım, uzlaştırıcılığım süngere bile işlemiyor. Sevilmiyorum, aranmıyorum, istenmiyorum. Sevilen sensin, aranan sensin, istenen sensin, varlığı-değeri-önemi olan sensin. Onun içindir ki; kalıp eskimiyorsun, gelip soyunup gidiyorsun, gelip giyinip gidiyorsun. Burası senin için, soyunulup giyinilip gidilen bir perde arkası. Benim için, bana yakışan bir barınak. Bir Montez Dursun, bir Tarzan Şeref lütfu. Hoşça kal saygıdeğer oda arkadaşım. Hoşça kal bir anlık arkadaşım.
Hikmet Genç salona çıktı. İşçi kadının yıkayıp ipe mandalladığı çarşafları, kılıfları, örtüleri, havluları bir baştan bir başa özenle topladı, mandalları bir yana özenle koydu, topladıklarını özenle katladı, özenle sandalyelere istifledi. Sonra çamaşır ipini çözerek odaya girip kapıyı arkadan sürgüledi. İpin sağlamlığını denedi. Üstüne bir halka yaptı. Bir sandalyenin üstüne çıkarak onu, uyduruk tavandaki tahta kapağın demir halkasına bağladı. İlmeği boğazına tereddütsüz geçirdi ve:
- Yaratan ‘ım… Diye seslendi. Kendimin de olsa; gencecik bir insanın canına kıydığım için beni bağışla…
Hikmet Genç, kaldırdığı sağ ayağıyla üstünde durmakta olduğu sandalyeye güçlü bir tekme atarak sandalyeyi yerlere yuvarladı.
İp boğazını bir cendere gibi sıktı. İki eliyle birden iplere, halkalara tutunmak istedi, beceremedi. Gözleri yuvalarından fırladı, dili dışarı sarktı. Odayı zorlu hırıltılar yalarken demir halka tahta kapağı yerinden söktü ve bir ağır gövde döşemeye vurarak köhne oteli hatırı sayılır bir biçimde salladı.
Gürültüye koşan bir tek kadınla bir tek erkek olmuştu: işçi kadınla Tarzan Şeref. John Weismuller ‘in güçlü omuz vuruşlarına kontrplaktan yapılma oda kapısı tek saniye bile dayanamadı, halkasıyla sürgüsüyle parçalandı.
- Ulan Ceyn, bu Hikmet Genç… Bu Montez Dursun ‘un arkadaşı… Bu o kibar, o sessiz, o kendi halinde delikanlı… Nasıl da kıymak istemiş bu gencecik canına? .. Allah ‘tan ki kapak kopmuş… Koş ulan avrad, su, kolonya, havu, daha artık ne bulursan onu bul getir… Böyle bir genci Tarzan Şeref Azraillere mi bırakır ollum? .. Ben Tarzan Şeref, aç gözlerini Buanna, aç gözlerini koçum…
İlmek boğazdan, baştan çıkarıldı, gömlek yakası parçalanıp açıldı. Yüze-göze kolonyalar serpildi. Boyun altına yastıklar konuldu. Şakaklar ovuldu. Kalbe el masajları yapıldı. El-kol kaldırılıp indirilerek pompalandı ve Hikmet Genç çıkmak istediği yolculuktan daha yolun başındayken geri döndürüldü.
Olaydan bir gün sonra, Beyba her zamanki gibi ayakkabılarıyla eve girerken üzüntülü bir sesle şöyle mırıldanmaktaydı:
Anacan, dün Karaçay Oteli ‘nde bir delikanlı kendisini odanın tavanına asmak istemiş. Zavallı delikanlı kimsesizin biriymiş. Kimbilir ne derdi vardı. Yemeğim hazır mı Naime?

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 73-100/239)

Devam edecek...

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 13.3.2007 14:59:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu