İlk Aşka Düşüş
Hikmet Genç, zamanından çok önce öğle yemeği için eve geldiğinde kapıyı ana açtı:
- Hoş geldin oğul. Dedi. Bak, konuklarımız var. Yakınlarımız sayılırlar. Haydi bir sor hatırlarını.
Konuklar kendi yaşındaki bir genç kızla anasından ibaretti. Kız esmer, orta boylu, kısa saçlı, kendine güvenli, modern, olgun ve gülümseyişiyle insanı saran sarmalayan bir kızdı.
Anası orta yaşlı, beyaz yüzlü, dolgunca, başı kara tülbentli, gaga burunlu, konuşurken gözlerini gözlerden kaçırıp tavanlarda dolaştıran bir kadındı.
- Bakın anam, bu benim oğlum. Lisenin son sınıfında okuyor. Bakın, fidan fidan. Anadili gibi Fransızca bilir. Bunlar da bizim yakınlarımız yani akrabalarımız. Bu, Emine Hanım. Necati Efendi ‘nin karısı. Bu da kızı Meserret. Bankada memur. On parmağında on beceri. Muhtar ‘ın yanındaki mavi kapılı evde oturuyorlar.
- Aman Naime Hanııım, ben senin bu yaşta oğlun olduğunu hiç de bile bilmezdim. Aman maşallah, gerçekten fidan gibi… Tu tu tu…
Hikmet Genç, daha ilk anda gelip gözlerine yerleşen kızın bakışlarından rahatsız olmuştu. Ellerin ne kadar önemli olduğunu kızın bu bakışları sayesinde öğrenmekteydi. Zira; ömründe ilk kere ellerini ne yapacağını, ne edeceğini, nereye koyacağını ve nasıl kullanacağını bir türlü bulup çıkaramıyordu. Dizlerine koydu, olmadı. Göğsüne bağladı, olmadı. Oturduğu koltuğun yanlarına attı, olmadı. Sonunda avuçlarını birbirine kapatıp iki elini birden bacaklarının arasına sıkıştırdı.
Kızın yüzü gülümseyişler içindeydi:
- Ay ben Fransızca ‘ya bayılırım. Turistler birbirleriyle konuşurlarken dinledikçe hayran kalıyorum. Ay çok kibar bir dil. Sen bunu nasıl öğrenebildin? Okullarda dil-mil pek öğretilemez de. Ay hele Fransızca olarak adını söylesene.
- Jö mapel Hikmet.
- Ay ne güzel. Jö mapel Meserret. Ay oldu mu? Doğru mu söyledim?
- Doğru söyledin.
- Ya bir de “Mon nom” falan diyorlar, o nedir?
- Mon nom e Hikmet. Mon nom e Meserret falan. Aynı anlamdadır işte.
- Ay çok güzel. Sen sular gibi Fransızca biliyorsun.
Kızın bu övgüsü Hikmet Genç ‘i hiç de mutlu etmedi. Bilmeyen birinin bilmediği bir konuda birini övmesinin ne değeri vardı ki? Bir-iki sözcüğü söyleyebilmek, birilerinin gözünde, koskoca bir yabancı dili sular gibi bilmekle nasıl d a aynı anlama gelebiliyordu? Bu kız ya çok akıllıydı ya da çok akılsızdı. Hikmet Genç akıllılıkla akılsızlığın biryerde bir ve aynı şey olduğunu düşünmekteydi.
Kız susmak bilmiyor, insana bazen akıllıca, bazen da akılsızca gelen sözler söyleyip duruyordu:
- Bizim bankanın havale servisinde görevli bir kız arkadaşımız vardı. Evde perde takmaya kalkışmış, boyu kısa geldiğinden üstüne çıkabileceği bir şeyler aramış, sandalye bulamadığından dikiş makinesinden yararlanmayı düşünmüş fakat altı tekerlekli olduğundan, perdeyi takarken makine yürümüş ve makineyle birlikte beşinci kattan düşüp ölmüştü. Diyeceğim şu ki; o da Fransızca bilirdi. Ay insan öylesine bir düşüncesizlik yapabilir mi Tanrı aşkına?
Örneğin; kızın işte bu sözleri kötü kötü akılsızlık kokuyordu. Bir kere, üzücü bir olayı sadece ölenin de Fransızca bildiğine dayamıştı. Sonra, bir aynı çağrışımın üstüne bir öykülük inşaat yapmıştı. “Sağken bankamızın havale servisinde çalışan bir arkadaşım da Fransızca bilirdi.” Demek ve kısadan kesmek varken, bununla yetinmemişti. Daha sonra, öyle bir kimsenin ve öyle bir olayın, o kimseyi tanımayan birini hiç de ilgilendiremeyeceğini düşünememişti. Ondan da sonra, öleni övmek isterken, yerdiğinin farkına bile varamamıştı. Daha daha sonra, insanın alabileceği herhangi bir önlemin doğanın girişimini boşa çıkaramayacağını bilemediğini ortaya koymuştu. Hikmet Genç ‘e göre; kızın en büyük akılsızlığı da bu bilgisizliğinde kendini göstermekteydi. Zira; teknoloji değişip geliştikçe, ölüm de metodlarını değiştirip geliştirmekteydi. Nitekim, ilkel çağlarda eşekten düşmek bile ölmeye yeterken, ilerleyen çağlarda ölüm, canları trafik kazalarında almaya başlıyordu. Bunun içindir ki evde yalnız bırakılan bir bebek, eline geçirdiği bir iğneyle elektrik prizini kurcalarken ölebiliyordu. Şu veya bu nedenle zemine vuran asansörlerde insanlar canverebiliyordu. Bir nehrin biryerlerinde kopup suya düşen bir yüksek gerilim kablosu, suyun kilometrelerce aşağısında ellerini yıkamak isteyen birilerinin canlarına malolabiliyordu. Ölüm, teker teker canalmayı bir yana bırakıp şuradan-buradan derleyip toparlayarak bir aynı uçağa bindirdiklerinin topunun birden işini görebiliyordu.
Hikmet Genç kızın ancak son sözcüklerine kavuşabildi:
- Sekizle yedinin toplamının üç edeceğini söylediğim zaman beni alaya almaya kalkışmıştı, akıllım.
Örneğin; işte bu sözler akıllıcaydı. Çünkü; sekizle yedinin toplamı matematik sistem bakımından ne kadar onbeş yaparsa; saat sistemi bakımından da bir o kadar üç yapardı. Zira, söyleyiş açısından saatin üç olmasıyla onbeş olması arasında herhangi bir fark yoktu. Elbette ki; yirmidört saatlik bir zaman dilimi içerisinde, üçle onbeş aynı zamanı göstermezdi ama dinleyen söyleyeni anladıkta; tutarsızlık da ortadan kalkmaktaydı.
Akıllılığı veya akılsızlığı dışında; kızda Hikmet Genç ‘i çeken özellikler vardı: Konuşurken bazan kekeliyor, bazen aradığı sözcüğü bulamıyor, bazen birbirini izleyen sözcüklerin baş harflerini birbirinin yerine koyuyordu.
Hikmet Genç ‘e göre; güzel olan tamlık değil, eksiklikti. Zira; tam olanı tamamlamaya zaten gerek yoktu. Ama eksik olan tamamlanabilirdi. Eksiğin gelişme ve ilerleme olanağı vardı fakat tam olan, böyle bir olanaktan yoksundu. Bu açıdan bakıldığında; konuşurken kekeleyen biri, kelelemeyen obirinden iyiydi. Hikmet Genç ‘in yeğlediği radyo tipi konuşan, makine gibi çalışan ve hiç yanlış yapmayan bir insan değil, insan gibi olan insandı. Yanlışlıklarıyla, eksiklikleriyle ve tüm çirkinlikleriyle insan.
Kız son derece büyük bir rahatlıkla “Mefruşat” yerine “Meşrubat”, “Malumat” yerine “Mamulat”, “Enterese “ yerine “Enteresan”, “Hafriyat” yerine “Hafriyat, “Şoke” yerine “Şok” diyebiliyordu. Bu, onun bunlardan yalnız birini değil, obirini de yeterince bilemediğinin göstergesiydi.. Bu yanlışlıkları Hikmet Genç ‘de gülme isteği uyandırmıyor, öğretme isteği uyandırıyordu. Gülmüyordu, çünkü suçlamıyordu. Zira, yanlışlıkları kendi anadilinin, Türkçe ‘sinin yanlışlıkları değil, bir Arapça ‘nın, bir Fransızca ‘nın yanlışlıklarıydı. Onların yerine “Doğrama”, “İçecek”, “Bilgi”, “Üretim”, “İlginç”, “Kazı”, “Çarpılma”, “Çarpma” dediği anda, bunları hiçbir başka sözcükle karıştırmayacak ve sorunu anında ortadan kaldıracaktı.
Gönlü bu kıza bu nedenlerden ısınmıştı.
Bu aşk mıydı? Bilmiyordu. Zira, bundan önce aşkı tadmamıştı. Karşısına çıkanın aşk olup olmadığını anlayabilmesi için bu kadarının yetip yetmeyeceğini düşünürken, aşık olabilmek için sanki başka şeyler daha gerekiyormuş gibisinden, bakışlarını kızın yüzünde, bedeninde gezdirip durmaktaydı.
Sadece taramakla yetindiği saçları düz ve karaydı. Makyajsızdı. Kaşlarının ortasında yukarıdan aşağıya inen sert bir çizgi göze çarpmaktaydı. Gözbebekleri, bembeyaz tabaklardaki iri kara zeytinleri andırıyordu. Saçlarını taramakla yetinmesi gösterişe değer vermediğinin kanıtı gibiydi. Makyajsızlığı az-boz bir tutuculuğu yansıtmaktaydı. Namusu ve ciddiyeti, kaşlarının ortasındaki o sert çizgide azmiyle birleşmişti. Ya gözleri? Ya gözleri? Evet, işte onlardı. İşte Hikmet Genç ‘i etkileyen en büyük, en önemli olan ögeler onlardı. Çocuklukta bir gözünün mikrop kapıp hastalanması, bir süre çevreyi görememesi ve geçten geç iyileşebilmesi, gözü, onun gözünde en değerli organ haline getirmiş, gözü gönülden üstün tutmasına yol açmıştı.
Emine Hanım, anayı bir köşeye sıkıştırmış, gözlerini tavanlarda gezdire gezdire şışıltılı bir şeyler anlatıp durmaktaydı:
- O buna demiş ki, demiş. Bu onu gördüğünde, sen ona demişsin ki, demiş. Ben ona hiç dememiştim demiş. Sonradan demiş ki, demiş…
Ana bir ara yerinden kalkıp biryerlerden aldığı şekerliği konuklara gezdirmeye başladı.
Hiçbir şey öğretmeden ve hiçbir şey öğrenmeden geçen bir uzun sohbet sonunda ana-kız ayrılmak üzere kalktılar.
Emine Hanım anayla sarmaş-dolaş oldu, Hikmet Genç ‘e elini öptürdü ve kapıya yürüdü. Kız ananın elini öptü. Hikmet Genç ‘le tokalaşırken avucuna gizlemiş olduğu minicik bir kağıt topu onun avucuna bıraktı, gülerek yüzüne bakıp anasını izledi.
Ana-kız merdivenin basamaklarını inerlerken ve anayla Hikmet Genç kapı önündeki parmaklıklara abanıp omları uğurlarken, kız anasına belli etmemeye çalışarak Hikmet Genç ‘e yeniden gülümsedi ve birkaç basamak sonra da gözden kayboldu.
Ana içeri girip ortalığı toplamaya başlarken Hikmet Genç, kızın avucuna sıkıştırdığı minicik kağıt topa baktı. Bu, top haline getirilmiş bir kağıt parçacığıydı. Kırışıklıkları açtı ve düzeltti. Yanılmamıştı. Minicik kağıt top, süslü şekerlere koyulagelen ve genellikle birer dörtlük içeren niyet kağıtlarından biriydi. Anlaşılan; kız, sunulan şekeri alırken niyet tutmuş ve niyetini de kurnazca ona duyurmak istemişti. Kağıtta şu dörtlük yer almaktaydı:
“Nasıl da çektin beni
Tatlı duruşun ile.
Yaktın yoksul kalbimi
Tek bir bakışın ile.”
Hikmet Genç, elinde olmayarak bu dörtlüğü bir değil, birkaç kere okudu. Sanki dörtlük nice bir zaman önce yazılıp bastırılıp o süslü şekerin içine koyulmamış da, kız onu o anda kendi eliyle, kendi duygularıyla yazmıştı. Sözler oldukça düzgün, oldukça anlamlıydı. Bir bakıma kızın mesajıydı. Bunları kendisine ha ağızdan söylemiş, ha elden vermişti, ikisi de birdi ve aynı kapıya çıkmaktaydı. Okuyup beğenip kendisine verdiğine bakılırsa; sözler, düşlediklerinin benzeriydi. Bu tamı tamına bir yeşil ışıktı ve tamı tamına bir aşk ilanıydı.
An, Hikmet Genç ‘in kapılarının ardına kadar açık olduğu bir andı. Seveninin hiç de umduğu kadar olmadığını sanması yüzünden, kızın bu sevgi gösterisi Hikmet Genç ‘i bir anda sarıp sarmalamıştı. Bir yerlere oturmak, bir yerlerde büzülüp kalmak istemiyor; koşmak, havalanmak, uçmak istiyordu. Kendisine, bilmediği, bilemediği bir şeyler olmuştu. Yanakları kızarmıştı. Güçlükle yutkunmakta, zorlukla soluk almaktaydı. Hançeresinde açamadığı ve açamayacağı bir düğüm vardı. Yüreği her zamankinden daha bir değişik çarpıyor, eli-ayağı titriyor, giysilerinin altında çıplak bedeninin ürpertilerini duyuyordu. Basamaklar, merdiven, parmaklıklar, yer, tavan, kapılar, pencereler gözlerinin önünde tek bir anda yaldızlanmış, tek bir anda altınlaşmıştı. Kuru bir dörtduvar arası birbirinden renkli, birbirinden güzel, birbirinden körpe, birbirinden büyüleyici çiçeklerle dolmuştu. Odada değildi, övüle övüle bir kalınan İrem Bağları ‘nda, Cennet Bahçeleri ‘ndeydi. Adım atsa koşacaktı. Çırpınsa uçacaktı. Kucaklayacak başka şey bulamadığı için kendi kollarını kendi kollarıyla kucaklıyor, kendi göğsünü kendi kollarıyla sarıp sarmalıyordu.
- Hikmet… Ne oldu oğlum? .. Neden öyle durakaldın bir başına? ..
Aşk eğer buysa; Hikmet Genç, aşıkların daha ilk sırlarını yakınlarına açmaya hazır olduklarına andlar içebilirdi. Zira, dili kendilinden çözülüverdi ve olup bitenleri anayla cömertçe paylaştı.
Bir kızın oğluna sevdalanması ananın hoşuna gitmişti. Fakat böylesine bir sevdanın, kendilerine belli bile edilmeden rayına oturtulmasındaki kurnazlık onu bir kadın olarak utandırmıştı. Bu yüzdendir ki; kendini tutamadı ve gülmeye koyuldu:
- Aman bir yaşıma daha girdim. Sizi zamane çocukları sizi. Bizim zamanımızda kızlar erkeklerden dip-köşe kaçarlardı, köşe-bucak saklanırlardı. Sesleri bile ayıp-günah sayılırdı. Şimdiki kızlar, analarının yanlarında ve hemen ilk anda oğlana aşk ilan ediveriyorlar baksana.
- Yapma ana. Bu küçücük şeker kağıdı başlı başına aşk ilanı mı şimdi?
- Ya nedir oğlum? Sinüzit reçetesi mi?
- İlahi ana, sinüzit reçetesini de nereden çıkardın?
- Hele bu Meserret senin ayağına şöyle bir dolaşsın da bak. Sen o zaman anlarsın sinüzit reçetesini nereden çıkardığımı.
- Neden dolaşsın ki ayağıma?
- Neden dolaşmasın ki? Tatlı duruşun ile onu çeken, tek bir bakışın ile onun yoksul kalbini yakan sen değil misin? Bre oğlum, sen bana sorarsan; o Meserret yeniden çalacaktır bu kapıyı, yarım saate, bir saate kalmadan.
- Nereden biliyorsun?
- Güya para çantasını oturduğu koltukta unutmuş da, oradan biliyorum.
Ana deneyimliydi ve başka sözcük söylemesine bile gerek kalmadan kapı çalındı ve Meserret unutulmuş (!) para çantasını almaya geldi. Sadece çantayı almaya geldiği için de, içeri girmesi için yapılan ısrarlı önerileri tatlı gülümsemelerle geri çevirdi.
- Hikmet, Meserreti ‘i evlerine sen bırakıver oğlum. Yalnız gidemez; dar vakittir.
- Peki ana.
Hikmet Genç, genç kızın arkasından basamakları inerken başını kaldırdı ve abandığı trabzandan kendilerini izleyen anaya gülümsedi ve ana bu gülümseyişi bir başka ve bir tatlı gülümseyişle ödüllendirdi.
Körpe bir akşam, alacakaranlığıyla sokakları, yolları, evleri, ağaçları yeni yeni kucaklamaya başlamıştı. Pencereler solgun sarı ışıklarıyla akşamı karşılamaya çıkmışlardı. Kararan sokaklarda, ellerindeki-kollarındaki yüklerini öksüre-tüküre evlerine götürmeye çalışan insanların yorgun adım sesleri vardı. Evi-mevi, akşamı-makşamı umursamayan çocuklar bir türlü bitirmek istemedikleri oyunlarını sürdürme peşindeydiler.
Yan yana yürüyorlardı. Kızın başı önündeydi. Hikmet Genç kızın yanında, utangaç bakışları ise amaçsız yolculuklardaydı. Esas oğlan hiç de babaç olmadığı halde, esas kız az biraz anaçtı:
- Konuşsana. Kedi mi yedi dilini?
- Ne konuşayım?
Ne konuşsundu? Ne desindi? Ne söylesindi? Aralarında bölüşebildikleri bir geçmiş yoktu ki. Ortak bir olayları, ortak bir şarkıları, ortak bir yakınmaları, ortak bir sevinçleri, ortak bir mutlulukları, ortak bir konuları var mıydı ki? Daha birbirlerini bile tanımamışlardı. Güzelliğini övse; peşin yargı olur, çirkinliğini yerse; üzüntüsüne yol açardı. Henüz beğenip beğenmediğinin, henüz sevip sevmediğinin bile farkında değildi. O yüzden, işte sora sora onu sordu:
- Bankada işler nasıl?
Kız sokak ortasında kahkahalarla gülmeye başlamıştı:
- “Bankada işler nasıl? ” öyle mi? Ay sen çok yaşa. Valla nasıl olsun, yürüyüp gidiyor işte. Peki, okulda işler nasıl?
- Aynı. Yürüyüp gidiyor işte.
Kahkahaları aynı anda koptu. İşte ortak noktayı bulmuşlardı. Bu nokta; bir laf ola beri gele noktasıydı.
- Şeker kağıdından çıkan dörtlüğü okudun mu?
- Okudum. Onu bana niye verdin?
- Duygularımı öğrenesin diye.
- Ama onları sen yazmamıştın ki.
- Kim yazmış olursa olsun, fark etmez. Tıpkı benim yazmak istediğim gibi yazmış. Yazsam; öyle yazardım.
- Beni önceden tanımıyordun ki. Bugün ilk kez gördün.
- İnsan biriyle ilk karşılaştığında; ona ya sempati duyar ya da antipati. Bana kalırsa; bu, iki ruh arasında bir paralellik bulunup bulunmadığını haber veren duygudur.
- Öyleyse sen ruhun varlığına inananlardansın.
- Öyleyim. Beden nasıl varsa; ruh da işte öyle vardır. Ruhsuz beden, bedensiz de ruh olamaz.
- Bedensiz ruh olamayacağına göre; beden yok olup gidince, ruh bedensiz kalmaz mı?
- Kalmaz. Ruh bence; inini arayan ve onsuz olamayan bir hayvan gibidir. Bedenini yitirince, onun işi; yeni bir beden arayıp bulmak ve onu sahiplenmektir.
- Ruhsuz beden olamayacağına göre; hangi bedeni bulup sahiplenebilecek senin bu ruh?
- Yeni doğan bir bebeğin bedenine girecektir.
- Bu konuda iki yanlışın var: Beden bedendir. Sana göre; ruhsuz beden olamayacağı için, bebeğin de bir ruhu olacaktır.
- Bu yanlışlık değildir. Onun için ikinciye geçmeye kalkışma. Bebek, daha doğrusu cenin, ruha sahip oluncaya kadar ruhsuzdur.
- Öyleyse cenin canlılığını kimden almaktadır?
- Kendisini sahiplenen bedensiz kalmış ruhtan.
- Ya o ruh bedeni sahiplenmeden önce?
- Can hem fizyolojik, hem de mekaniktir. Ruh psikolojiktir. Canın ruha gereksinimi yoktur.
- Diyelim ki; öyledir. Peki, deneyimsiz ve güçsüz, amaçsız ve ihtirassız bir bebek bedeninden deneyimli ve güçlü, amaçlı ve ihtirazlı bir ruh nasıl yararlanacaktır?
- Elverdiği kadarıyla yararlanacaktır ve bu elveriş bedenin ölümüne de sürecektir. Anlayabilenler için örnekleri yok mudur? Bazen bir bebeğin bir büyük insanı dövmeye, öldürmeye kalkıştığına tanık olmuyor muyuz?
- Peki, dövebiliyor mu? Öldürebiliyor mu?
- Bedeni elverdiğince. Zira; dövmek ve öldürmek isteyen ruh, araç ise bebeğin bedenidir. Beden isteğe elverse; istenen olacaktır. Çünkü; bebeğin minicik yumruğunda ruhun hırsı vardır.
- Şu halde sen, ruhların beden değiştirdiğine inandığına göre; Tanrı ‘nın yeni ruhlar yaratmadığına eminsin.
- Eminim.
- Yani Tanrı belirli sayıda ruhlar yarattı ve sonra ruh yaratma eylemine son verdi, diyorsun. Bedenler öldüğüne ve askıda kalan ruhlar da yeni bedenlere girdiğine göre; sence yeniden ruh yaratılmasına gerek yoktur, öyle mi?
- Elbette ki öyle.
- Ama bedenlerin yaratılması eylemi sürüp gitmektedir? Zira, ruhlar bedensiz kalmamalıdır ve yaratılışta ruh sayısı beden sayısından çoktur?
- Evet.
- Bence hayır. Zira; Tanrı yaratıcıdır. İşi yaratmaktır. Yaratmadan duramaz. Durursa; yaratıcılık sıfatıyla çelişkiye düşer.
- Tanrı gerekli olanı yaratır. Gereksizi yaratmaz.
- Tanrı ‘nın beden yaratmayı sürdürdüğünü fakat ruh yaratmayı boşladığını böyle mi açıklayacaksın?
- Elbette. Ruh ölümsüzdür, beden ölümlüdür. Ölümsüzün yeniden yaratılması söz konusu bile olamaz. Abestir. Ama ölümlünün yeniden yaratılması gereklidir.
Hikmet Genç ilk kez durup kızın yüzüne ilgiyle baktı:
- Ruhlar ölen bedenlerle yaratılan bedenler arasında öyle mekik dokuduklarına göre; bir “Basübadelmevt” yani “Yeniden Diriliş” nasıl olacaktır?
- Ruhun beden değiştirmesi zaten bir “Yeniden Diriliş” tir. Bu bir yeniden bedenlenme yani “Teseccüd” dür. Bu tür bir dirilişi İslam inancı kabullenmez. İslam, senin dediğin “Basübadelmevt” ‘i yani mezardan kalkışı benimser. İslam inanışına göre; tüm bedenler ölümü tadacaklardır. Sonra, “İsrafil” adındaki melek adına “Sûr” denen boruyu öttürecek ve tüm ölüler mezarlarından kalkacaklardır.
- Sen hangisine inanıyorsun?
Kız güldü:
- Her ikisine de.
- Ama bu tutarsız. Çünkü; iki inanış birbirine uymuyor. Birincisi ikincisine, ikincisi de birincisine göre yanlış. İnsan hem yanlışa hem doğruya inanabilir mi?
- İnanabilir. Zira; evrende doğru ve yanlış yoktur. Doğru aynı zamanda yanlış, aynı zamanda doğrudur. Yani var olan her şey ya tümden yanlıştır ya da tümden doğrudur. Bunun dışında alternatif mevcut değildir. bir şeyin doğru ya da yanlış görünmesi izafidir yani birbirine göredir. Altın, altın olmayan şeylere göre altındır, teneke teneke olmayan şeylere göre tenekedir.
Hikmet Genç, belli etmekten çekindiği şaşkınlıklar içindeydi. “Mefruşat” la “Meşrubat” ın, “Malumat” ile “Mamulat” ın farkını bile bilmeyen bir kızın, birçok yeri yanlış da olsa; konu hakkında böylesine uslamlamalar yapabileceğini, böylesine savlar sergileyebileceğini hiç de aklından geçirmemişti. Ama durum ortadaydı işte. Az da olsa; okuduğu, az da olsa; öğrendiği, az da olsa; bir mantık sistemi sahibi olduğu apaçıktı.
- Ay babam geliyor. Seni görmesin. Bir bakışta aramızdaki ilişkiyi sezebilir.
- Aramızda herhangi bir ilişki yok ki. Ben sadece akşam karanlığında evine bırakıyorum, tümü o kadar.
- Olmaz olur mu? Şeker kağıdını sana resmen verdim ya. Haydi şimdi ayrıl. Babam beni merak etmiş olmalı.
- Peki, yine görüşebilecek miyiz?
- Evet. Bu gece, saat yirmidörtte. Evde bir dam kapımız var. Kapıyı açarım, görüşürüz.
- Damda mı?
- Evet evet. Çabuk ayrıl yanımdan.
Hikmet Genç, kapanma hazırlıkları yapan bir mağazanın yarı aydınlık vitrinine yöneldi ve vitrindeki yansımalarından babayla kızın az ötede buluştuklarını gördü. İkisi birlikte yürüyüp bir yapının arkasında kayboluncaya dek camdan onları izledi.
Kızlar konusundaki ilk yargısı karşısındaydı: Bu kız tayfası, habbeyi kubbe, pireyi de deve yapmakta ustaydı. Ortamda henüz fol yokken, yumurta yokken kız, kendisini sevgili varsaymaktaydı. Buna karşın kızla olan körpe ilişkisi hoşuna gitmeye başlıyor fakat bunun meraktan mı yoksa sevgiden mi kaynaklandığını bulup çıkaramıyordu.
Karanlıklara gömülmeye başlayan sokaklarda, bedenini ayaklarının keyfine bırakarak yürürken, düşüncelerini yeni bir gözle incelemeye koyulmuştu bile.
Bir erkek bir dişiden neden hoşlanırdı ki? Cinsiyet dışında fark olarak aralarında ne vardı? El elden, kol koldan, bacak bacaktan, damar damardan, sinir sinirden, kemik kemikten, et etten, deri deriden hoşlanabilir miydi? Sanmıyordu. Zira; anlamsızdı. Aralarında gereken çekiciliği yaratabilecek hiçbir başkalık yoktu. Tam tersine; ayniyet yani benzerlik vardı. Ve bu benzerlik herkeslerdeki benzerlikti. bir şeyin bir başka şeyi çekebilmesi için, tıpkı bir mıknatısın kutupları arasındaki farklılık gibi bir farklılığa sahip olması gerekmez miydi? Farklılık sadece cinsiyet organlarında mıydı? Birbirini çeken, birbirine imrenen onlar mıydı? Onlar bu eylemi kendiliklerinden yapabilirler miydi? Sorunun peşin yanıtı “Hayır” dı. Zira, bir organın bir başka ve değişik organı isteyebilmesi, onun birbaşılığına yani özgür oluşuna bağlıydı. Buyruklar aldığına bakılırsa; özgür değildi ve kararları kendisi veremiyordu. O zaman, çekici farklılığı başka yerde aramak gerekiyordu. Peki, onu nerede aramalıydı? Neresi olursa olsun; bunun, istemi yaratan, ortaya çıkması için ona komut veren bir yer olması kaçınılmazdı.
Ve; orası, beyindi.
Her şeyi yapan-eden-eyleyen beyin.
O halde kalp kalbi sevmiyor, kalp kalbi istemiyor, kalp kalbi çekmiyordu. Beyin beyini çekiyor, beyin beyini istiyor, beyin beyini seviyordu.
Öyleyse; Hikmet Genç, dörtlükte ifade edildiği gibi; tek bir bakışıyla kızın gönlünü yakmamış, söylediği gerçekse; beynini yakmıştı. Ya kendi beyni? O da etkilenmiş, o da yanmış mıydı? İşte bunu, şimdilik tam bir evete, tam bir hayıra bağlayamıyordu.
Eve döndü. Soyundu. Yemeğini yedi. Derslerini çalıştı. Ananın ve beybanın uyudukları bir saatte kalkıp tornistan edilmiş olan giysilerini giydi. Dişlerini fırçaladı. Beybanın traş makinesiyle sakal başlarını aldı. Beybasının kullanmaktan bıkıp bir yana attığı kasketi beş numaraya vurulmuş başına geçirdi ve gömleğinin manşetlerini ceketinin kollarından dışarı çeke çeke evden habersiz sokağa fırladı.
Kızın kendisini beğendiğini ve sevmeye başladığını kesinlikle bildiği halde daha çok beğenmesini, daha çok sevmesini istediğinin bilincindeydi ve tüm hazırlanmaları yalnız bunun içindi. İçi, bindiği salıncağın doruk noktasında havalanır gibiydi. Kızla buluşmaya giderken hep bu doruk noktasındaydı ve istese de; kendisini daha aşağılara indiremiyordu.
Hem gökte testekerlek bir ay bulunduğu hem de ananın verilerine göre aradığı için evi kolaylıkla buldu. Ev bir ara sokak içindeydi ve sokak gümüşümsü ay ışıkları altındaydı. Sokakta başka evler de vardı ve evlerin kapıları kapalı, pencereleri karanlıktı. Uzaklardaki bekçi düdüklerinin sesleri bir duyuluyor bir kayboluyordu. Kimsesizlik evlerin, sokakların yakalarına pençelerini amansızca geçirmişti. Evler yığma taştandı, evler tek katlıydı, evler çatısızdı, evler damlıydı ve evler bağevlerini andırmaktaydı. Yakınlarda bu evlerin damlarına çıkabilme olanağı yoktu. Hikmet Genç, bu olanağı, kızın evinin birkaç ev aşağısında bulabildi. Önce, duvarlardan birine kol atmış olan bir ağacın karanlık gövdesine tırmandı, sonra buradan alçacık bir dama atladı ve biraz daha yüksekte olan dama da bu damdan yararlanarak çıktı. Artık damlar üstündeydi, önünde birbirine çitenmiş görünen toprak damlar vardı ve bu damlar geniş bir toprak yol gibi uzanmaktaydı. Damların şurasında-burasında, evlerden damlara çıkmakta yararlanılan ahşap kapılar yer alıyor ve bunlar, ay ışığı altında, damlara dikilmiş birer küçük kulübeyi andırıyordu. Damlar sokaklardan görülmediğinden, görülmemek için Hikmet Genç ‘in herhangi bir çaba göstermesine gerek kalmamıştı. Gecenin o ıssız atmosferinde damlarda gezmekle bağdaşmayacak ölçüdeki özenli giyimiyle kızın evinin bulunduğu yöne doğru ilerlemeye ve damdan dama geçmeye koyuldu.
Aşk hususunda herhangi bir deneye sahip değildi. Buluşabildiklerinde kıza ne söylemesi, ne yapması, ona karşı nasıl davranması gerektiğini bile bilmiyordu. Okuduğu kitaplardan, gördüğü filmlerden, ondan-bundan dinleyip öğrendiği öykülerden yansımalar yapmasının doğru olup olamayacağını düşünüp durmaktaydı. Peki, ne yapmalıydı? Kızı, kızın hiç de ulaşamayacağı yüceliklerle övmeye kalkışmayı kendisine yediremiyor, öylesine hayalciliklerden, öylesine dalkavukluklardan utanıyordu. Onunla ciddi konularda tartışmayı zamana ve mekana uygun bulmuyordu. Zira; zaman, gece yarısından az ileri ve mekan ay ışığına boğulmuş toprak damların üstüydü. Kızın elini-ayağını tutup okşamayı, saçını-yüzünü-alnını-yanaklarını-dudaklarını öpmeyi hem anlamsız buluyor hem de kendisine yediremiyordu. Öyleyse; ne kalıyordu geriye? Sadece durup yüzyüze bakışmak mı? Sadece bankada, okulda işlerin nasıl gittiğinden söz etmek mi? Gecenin bir uğursuz saatinde ve uğursuz damlar üstünde?
Düşünceleriyle boğuşmaya dalmış Hikmet Genç, bir yerde, ayağının altındaki damların son bulduğunu, oracıkta, bir evin üstü açık, ağaçsız bir iç bahçesinin başladığını, ileriye doğru birbirlerine çitenmiş görünen damların kesintiye uğradığını asla sezemedi ve boşluğa giden sağ ayağının ardından elde olmayan haykırışlarla damlardan aşağı yuvarlandı.
Yuvarlandı ve yer-gök birbirine karıştı. Mehtaplı gecenin iffetli-ismetli sessizliği tangırtılarla, tungurtularla, gümbürtülerle, teneke-kapkacak-cam sesleriyle baştan başa lekelendi.
Büyük acılar ve büyük korkular içinde, kendisini bilemediği bir yerlerde bulmuştu. Çevresinde yarı karanlık, birbirinden uzak, araları engellerle dolu, dam yüksekliğinde bir dörtduvar vardı. Ve kendisi bu dörtduvar arasında kafesteki bir kuş gibi çırpınmaktaydı. Bir anda altı taş, üstü değnek olmuştu. Her çırpınışı ya bir teneke ya bir cam sesi olup gecenin aydınlığını bir baştan bir başa yırtıyordu. Her atılışı yeri-göğü birbirine katmakta, her kaçışı bir başka duvar tarafından engellenmekte, her adımı yeni yeni gümbürtülere yol açmaktaydı. Dümdüz damlardan, dört yüksek duvar arası bir iç bahçeye düştüğünü kavramakta gecikmedi ve duvar tırmanma umudunu anında yitirdi.
Çok geçmeden, duvarlardan birinin dibinden bir kapının açıldığını, elleri gaz lambalı bir erkekle kadının dışarıya eğildiklerini ve korka korka çevreye göz gezdirmeye çalıştıklarını gördü. Pırpırlayan gaz lambası alevi altında onlar onu göremedilerse de o onları fark etti.
- A efendi, iç bahçeye hırsız girmiş olmalı…
- Hırsızın iç bahçede ne işi var kadın? .. Bu çağın hırsızı kala kala birkaç paslı, eski teneke boruya, bir-iki çeki oduna, birkaç çinkosu atmış kap-kacağa, üç-beş kırık cam parçasına mı kalmış? ..
Hikmet Genç, her ne yapabilecekse; işte o anda yapması gerektiğini kestirmişti. Korkunun cana işlediği derin bir özgürlük tutkusuyla sindiği yerden fırlayıp kadınla erkeğin aralarına atıldı. O atılış anında, neye uğradığını bilemeyen kadın bir yana, erkek bir yana ve gaz lambası bir yana savruldu. İç bahçenin acımasızlığını ardında bıraktığını sanırken, daldığı evin içinde yoğun bir karanlığın acımasızlığıyla karşılaştı. Bir çıkış yolu bulabilmek amacıyla aklına esen her yöne atılır oldu. Her atıldığı yerde bir şeylere çarpıyor, biryerleri yıkıyor, biryerleri deviriyor, bir şeyleri birbirine katıyor, elleri bazen bir rafa bazen bir merdiven korkuluğuna, bazen bir tahta veya teneke sandığa takılıyor, başını bazen karanlık bir duvara çarpıyor, karanlıklar içinde dört dönüp duruyordu. İç bahçeye yuvarladığı kadın ve erkeğin haykırışları ev içindeki kıyamete çoktan tuz-biber ekmişti bile.
- Vur efendi… Vur şu hırsıza meşe odunuyla… Al işte sana kalın bir odun… Karanlıkta buldum, bizzat kendi elceğizimle…
- Dur kahrolası… Adamı bir göreyim odunu vurmadan önce…
Hikmet Genç, açık bahçe kapısı yönünden bir çakmağın çakıldığını ve güçsüz bir alevin parlayıp söndüğünü algılarken, ellerinin iki kalın ve uzun demire dokunduğunu sezdi ve bunların ev kapılarına arkadan vurulagelen koldemirlerinden olduğunu kavramakta gecikmedi. Yumruklarıyla demirlere alttan yukarı vurarak onları çengellerinden kurtardı ve demirlere ilk asılışında, önünde çift kanatlı bir ahşap kapının açıldığını ve sokağı aydınlatan ay ışığının içeri düştüğünü gördü.
Evden, zincirlerini koparmış bir akıllı gibi fırladı ve tam karşısında bulduğu bir camiin avlusuna daldı. Oralardaki genel tuvaletlerden birine girerek kapı arkasına saklandı ve kapıyı açık bıraktı.
Sokakta ardarda kapılar açılıp örtülmekte, bekçi düdükleri ortalığı ayağa kaldırmakta, bağırtılar birbirine karışmakta, çığlıklar, henüz uyanmamış olanlara da yeni yeni davetiyeler çıkarmaktaydı.
- Tutun… Vurun… Hırsız… İşte bu yandan kaçtı… Şuralarda olmalı…
Kalabalıktan ayrılmış üç-beş öfkeli adam, ceketi andıran beyaz gömlekleriyle ve paçadan bağlı beyaz donlarıyla camiin avlusuna yıldırım gibi girdiler. Kapıları açık duran tuvaletlere şöyle bir bakıp avlunun arka kapısından fırladılar.
Hikmet Genç, önce tuvalet kapısının arkasından, sonra cami avlusundan çıkıp eve yöneldi.
Ceketinin dirsekleri ve pantolonunun dizleri yırtılıp parçalanmış, avuçları, ellerinin üstleri, dizleri, yüzü-gözü soyulup kanlar içinde kalmıştı. Omuzlarında ve göğsünde odun kabukları, alçı ve toprak lekeleri vardı. Üstü-başı gazyağı kokmaktaydı. Her yanı acılar içindeydi. Bir ayakkabısının ayağında olmadığını, kasketinin tereğinin delinip geriye döndüğünü, kravatının yukarıya yakınının yerinde bulunmadığını zar-zor fark etti.
Kızın hala daha dam kapısında bekleyip beklemediğini bilmiyordu. Beklese de, artık bir şeyi değiştiremezdi. İlk aşka düşüş, daha başlangıcında onu o aşka düştüğüne, düşeceğine bin pişman etmişti.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 49-72/239
Kayıt Tarihi : 11.3.2007 22:13:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!