İlkler-13 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 2)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-13 (Hikmet Genç 'in İlkleri - 2)

İlk Açılış

Astronomi Öğretmeni, karatahta üzerindeki beyaz tebeşirli çizgilerle anlattığı dersin birinci bçlümünü bitirince, ellerini kürsünün üzerine dayayıp öne doğru eğildi:
- Bundan sonraki derste konumuzun ikinci bölümünü gözden geçireceğiz. Zilin çalmasına dokuz-on dakika var. Ben bu süreyi konunun anlaşılamamış bölümlerini anlaşılabilecek hale getirmek için kullanmak istiyorum. O nedenle de hemen soruyorum: Anlattığım bölümü veya bu bölümün herhangi bir alt bölümünü yahut alt bölümün herhangi bir noktasını anlamayan kaldı mı?
Sınıftan çıt çıkmadı. Öğretmen sert bakışlarını öğrenciler üzerinde şöyle bir gezdirdi ve sonra alışılagelmiş sertliğiyle söylendi:
- Soru sorulmadığına göre; konu öğrenilmiştir. Yani sen? .. Bana kalırsa; konuyu anladın. Sen? .. Sen? .. Sen? .. Anladın… Tümünüz anladınız…
Öğretmen, altında alay saklı bir bakışla bulunduğu yerden parmağını Hikmet Genç ‘e uzattı:
- Ya siz? .. Siz siz, zatıaliniz… Siz de anlayabildiniz mi acaba? .. Efendim? ..
Hikmet Genç, oturduğu sıradan utangaç bir tutumla başını kaldırarak bir şeyler söylemeye çalıştıysa da sesi pek duyulamadı, pek anlaşılamadı. Kızlı-erkekli bütün bir sınıf başını çevirmiş ona doğru bakmaktaydı. Utangaç tutumu öğretmenini belirgin bir biçimde öfkelendirmişti:
- Oturduğun yerden mırıldanıp durma… Ayağa kalk da konuş…
Hikmet Genç ayağa kalktı. Yine utangaçtı:
- Konuyu anladığımı sanıyorum öğretmenim.
Astronomi öğretmeni kürsüden ta Hikmet Genç ‘in bulunduğu sıraya uzanmak ister gibi bir hal almıştı:
- Önce sen bana şunu söyle: Herkes bana “Hocam” derken sen neden “Öğretmenim” diyorsun? ..
Yanıt çekingen bir yanıttı ama sevgi ve saygı doluydu:
- Cumhuriyet okulları öğretmenlerin okullarıdır öğretmenim.
- Peki, bu öğretmenin anlattığı o konuyu sen anlayabildin mi? ..
- Anlayabildiğimi sanıyorum.
- Ben sanmıyorum… Getir bakalım, ders dinler gibi görünürken habire notlar aldığın şu defteri…
Hikmet Genç sıradan çıktı. Baş önde, defter elde kürsüye yürüdü, saygılı bir tutumla defteri kürsüye bıraktı ve bir-iki adım geri çekildi.
Öğretmen defteri önce üstünkörü, sonra dikkatli, daha sonra daha bir dikkatli olarak incelemeye, sayfalarda dura dura gözden geçirmeye koyuldu. Yine de, o hiçbir şeyi, o hiçbir kimseyi beğenmeyen tutumundan ödün vermedi:
- Yazın güzel, notları da özenle tutmuşsun… Peki, bu senin hangi defterin? .. Karalama defterin mi yoksa temiz defterin mi?
- Defter, temiz defter öğretmenim.
- İlginç… Niçin sen de herkes gibi sarı deftere not tutmuyorsun da beyaz deftere not tutuyorsun? ..
Yanıt ölçülü ve saygılıydı:
- Defter benim değil öğretmenim. Arkadaşımın.
- Ne demek oluyor şimdi bu? .. Senin defterin nerede? ..
Hikmet Genç, bulunduğu yerde, çöp sepetine fırlatılan buruşmuş bir kağıdı andırmaktaydı. Sesi arka sıralardan güçlükle duyuluyordu:
- Benim defterim yok öğretmenim.
- Zaten onu soruyorum… Neden yok? ..
- Biz ailece bir sarı defter bile alamayacak derecede yoksuluz.
Yanıt, Astronomi Öğretmeni ‘ni, o sinirli tutumunu anında değiştirebilecek ölçüde etkilememişti:
- Peki, arkadaşının defterini sen niye kullanıyorsun? ..
- Kullanmamı kendisi istiyor. Yazım hem güzel hem okunaklı olduğu için. Belki biraz da iyi not tuttuğumdan.
- Ders bitince defter ne oluyor? ..
- Sahibine geri veriyorum.
- Sen dersini nasıl çalışabiliyorsun notların olmadan? ..
- Ben dersi, dinlerken ve not tutarken öğreniyorum.
- İnkar etmek istemem: Yazın hem çok güzel hem çok okunaklı. İyi de not tutmuşsun. Doğruyu söylemeliyim ki; beni hem üzdün hem de utandırdın. Koskoca bir sınıfı bırakıp sana neden takıldığımı ben de bilemiyorum. Başını kaldırmadan not tutuşuna bakıp dersle ilgilenmediğini, kendi kendine başka şeyler yazmakta olduğunu sandığımdandır. Senden özür diliyorum.
- Öğretmenim…
- Senden özür diliyorum.
Sınıfta sinek uçsa kanadının sesi duyulabilirdi. Çıt çıkmıyordu.
Astronomi Öğretmeni kente ve okula birkaç ay önce gelmişti. İnce uzun boylu, genç irisi, esmer bir adamdı. Yakışıklı sayılmazdı. Yanağında bir çıban izi vardı. Nasıl bir karaktere sahip olduğu henüz bilinemiyordu. Ama öğrencileri üzerinde sert karaktere sahip bir öğretmen izlenimi bırakmaya çalıştığı ortadaydı. Ders anlatırken çok güzel, çok düzgün, çok etkili konuşuyor, çok iyi uslamlamalar yapıyordu. Elini attığı beyaz ve renkli tebeşirler karatahtada dile geliyor, kişilik kazanıyordu. Hiçbir yanıtı kolay beğenmeyişinin, hiçbir yeteneği kolay kolay benimsemeyişinin altında belki de bu nitelikleri yatmaktaydı. Ders dışına çok az çıkıyordu. Çıktığı anlarda çok az konuşuyordu. Dersi espri gerektirmediğinden ve o ana kadar da herhangi bir fırsat doğmamış olduğundan, gülmeyi bilip bilmediği anlaşılamıyordu. Öğrencilerin ondan çekindikleri ve olası bir tepkisine muhatap olmak istemedikleri kesindi. Belki de bunun içindir ki; anlamadıklarını anlamış, öğrenemediklerini öğrenmiş görünmeyi yeğliyorlardı.
Defteri kapatıp uzatan ve sıraya dönülmesine izin veren öğretmen, bir baş selamından sonra yerine yürüyen Hikmet Genç ‘in arkasından uzun uzun baktı. Hikmet Genç bu bakışların farkında olamadı ve obir öğrenciler de bu bakışların beğenen bakışlar mı yoksa yeren bakışlar mı olduklarını hiç anlayamadılar.
Öğretmenin sesi körpe kulakları kart bir rüzgar gibi yaladı:
- Elbette ki bu bir suç değildir ama bakalım, bana şu defterin sahibini yani şu “Armut piş…” çi, şu “Ağzıma düş…” çü arkadaşının adını söyleyebilecek misin?
Yerine oturmak üzere olan Hikmet Genç ‘ten herhangi bir yanıt gelmedi. Bakışları aydınlık ama kıpırtısızdı.
- Biliyorum; söylemeyeceksin. Sana da bu hakkı tanımam gerek. Her şey bir yana, şaşırdığımı saklamayacağım. Zira; ben, bütün bir öğretmenlik yaşamımda, başkasının defterine not tutan, tuttuğu notla da dersini öğrenen senden başka tek bir öğrenciyle karşılaşmadım. Şimdi benim merak ettiğim bir nokta var ve ben de bu noktaya tam bir açıklık getirmek istiyorum: Arkadaşların ancak derste aldıkları notlarını ve ders kitaplarını evde okuyup çalıştıktan sonra bu dersi öğrenebilecekleri halde, yani sen bu dersi ders bitiminde öğrenmiş mi oluyorsun?
- Evet öğretmenim. Yalnız, edinmek zorunda olduğum bazı ek bilgileri araştırıp bulup onları da öğrendikten ve böylece eksik nokta bırakmadıktan sonra.
- Peki, nasıl bulup öğreneceksin eksikliklerini giderebilecek bilgileri?
- Ya sizden sorup öğreneceğim ya da kitaplıklardan araştırıp bulacağım.
- Peki, bu şimdi benden bazı noktaları sormak zorunda olduğun anlamına mı geliyor delikanlım?
- Evet öğretmenim.
Öğrencilerin meraklı bakışları Hikmet Genç ‘le Astronomi Öğretmeni arasında birkaç kere gitti gitti, geldi.
- Ben, anlayamadığı halde anlatılanı anlamış görünenlerden tiksinirim, anlatılanları sorgulayanlardan değil. Onun için de bu sorgulama fırsatını sana seve seve veriyorum. Haydi sorgula anlattıklarımı.
Hikmet Genç ayaktaydı ve tam bir rahatlık içindeydi. Hazırolda durmuyor fakat konuşurken de el-kol hareketleri yapmıyordu:
- Öğretmenim, lütfen beni bağışlayınız. her nedense; alışılagelmiş düşünce kalıplarını ben bir türlü benimseyemiyorum ve ben düşüncenin gelişmesini, aklın posalardan ayıklanmasını yani düzlüğe çıkmasını, bu alışılmış düşünce kalıplarının dışına ulaşmasında buluyorum. Derste, evrenimizin, onun bir ögesi olan dünyamızın ve bunarda bulunan her şeyin üç boyutlu olduğunu söylediniz. Evrende ve dünyada her an bu üç boyutla karşı karşıya bulunduğumuzu belirttiniz. Einstein ‘ın bir koordinat sisteminin absisinde yeri yani mekanı ve yani kilometreleri, ordinatında ise; zamanı yani saatleri işaretlediğini, 90 derecelik bir açı içindeki koordinat sisteminde, orijinden yani sıfır noktasından absise ve ordinata 45 derecelik bir açıyla çizilen bir doğru üzerinde ilerlediği tasarlanan bir trenin, zamana ve mekana göre bulunması gereken pozisyonu bir dördüncü boyut olarak ortaya koyduğunu vurguladınız.
- Aynen öyle yaptım.
- Evrenin sonsuz olduğunu ve küre biçiminde bulunduğunu söylediniz.
- Söyledim.
- Güneş ışığının bir beyaz ışık olduğunu ve bunun renkli ışıkların toplamından ibaret bulunduğunu anlattınız.
- Anlattım.
Hikmet Genç başını sol omzunun üstüne bıraktı:
- Öğretmenim, konunun bu biçimde sergilenmesi ister istemez beni değişik bazı düşüncelere yöneltti.
- Örneğin?
- Örneğin; Einstein ‘ın ortaya attığı dördüncü boyut benim, bizim, tümümüzün algılayabileceği, benimseyebileceği bir boyut olmaktan uzaktır. Bana göre; bu bir açılma değil, durakalmadır, bir sınırlanmadır. Zira; evren, evren de bir yana; dünya, bir yoksulluk dünyası değildir, bir varsıllık dünyasıdır. Onun içindir ki; ben evrende ve onun bir ögesi olan dünyada, mevcut üç boyuta eklenmek istenen ve özelliği pek de anlaşılamayan bir dördüncü boyutu gölgede bırakabilecek sonsuz boyutlar olduğunu düşünüyorum.
Başından beri sessiz bekleyen sınıf, bir anda alaylı gülüşler içinde kaldı. Bu beklenmedik çözülmenin nedeni ortadaydı: Bir büyük Einstein ‘la kıyının-bucağın bir yoksul öğrencisi bir lise sınıfında karşı karşıya gelmişlerdi. Ne yazık ki; Astronomi Öğretmeni ‘nin kara öfkesi, açmaya çabalayan kahkaha tomurcuklarının filizlenmesine pek de olanak bırakmadı:
- Susun aptallar… Susuuun…
Öğretmen, orkestrasının sağdaki ve soldaki enstrumanlarını susturmak isteyen bir şefi andırmaktaydı. Elleri ve kolları havadaydı ve siyah siyah parıldayan gözlerini Hikmet Genç ‘in yüzüne dikmişti:
- Sen şu karatahtaya bir geç bakalım. Anlat, anlatmak istediklerini oradan bana.
Hikmet Genç, arkadaşlarının meraklı, alaylı ve ısrarlı bakışları altında ağır adımlarla yürüyüp karatahtanın başına geçti. Ders zili çalarken Astronomi Öğretmeni ilerleyip Hikmet Genç ‘in sırasına çöktü ve ellerini kollarıyla birlikte sıranın üstüne bıraktı:
- Kimse yerinden kalkmasın. Ara vermeyeceğiz ve bir sonraki dersimizi sürdüreceğiz.
Hikmet Genç öz düşüncelerini söyleyen değil, karatahta başında ders veren bir öğretmeni andırmaktaydı. Hiçbir büyüklüğü, hiçbir küçüklüğü olmayan, sürekli değişen ama hep aynı yerde kalan bir gülümsemeyle konuşuyordu:
- Önce şu “Boyut” konusuna bir açıklık getirmek istiyorum. her şeyden önce “Boyut” nedir? Sözü edildimi; herkes bunu bildiğini sanır ama fazla merak etmez, fazla irdelemez ve tanımını yapmaya pek fazla kalkışmaz. Bence boyut iki şeydir ve ondan öte de hiçbirşey değildir. Bu açıdan bakıldığında; boyut, zaman içindeki bir mekandır ve boyut zaman içindeki varlıktır. Peki, “Düzlem” nedir? Düzlem; her bir yanı sonsuza uzanan bir yüzeydir. Öyle olduğu için, düzlemin herhangi bir yanından aşağı düşebilmek veya çerçevesinden çıkabilmek olanaksızdır ve bu düzlem, bir mekandır, bir boyuttur. Sözgelişi; bu düzlem delinip delindiği yerden geçilebilirse; o zaman bir başka düzlemden söz edebilmemiz olasıdır. İşte bu başka düzlem, bir başka mekandır ve bir başka boyuttur. Varlıklar, bu sonsuz sayıdaki düzlemlerde yani bu sonsuz sayıdaki mekanlarda ve yani bu sonsuz sayıdaki boyutlarda varlıklarını sürdürebilen boyutlardır. Zira; varlık, boyutlardan ibarettir. Boyutu olmayanın varlığı yoktur. Varlığın boyutları; endir, boydur, derinliktir yani genişliktir, uzunluktur, yüksekliktir. Bunlara bir başka öge daha katabilirsek; o zaman bizim üçüncü ve Einstein ‘ın dördüncü boyutundan daha başka boyutundan bahsedebiliriz.
Astronomi Öğretmeni ‘nin yüzündeki gergin çizgiler gevşemiş, Hikmet Genç ‘in yüzündeki gülümseme, gelip o gergin çizgilerin yerlerine oturmuştu:
- Şu halde sen, üçüncü ve dördüncü boyutlardan daha da yüksek boyutlar olabileceğini düşünüyorsun.
- Düşünüyorum. Söylemiştim: Evren ve dünya bir yoksulluklar değil, bir varsıllıklar sistemidir.
Öğretmen bulunduğu yerden seslendi:
- Varlığın kanıtı belirtisidir. Tasarladığın biçimde yüksek dereceli boyutlar varsa; elbette ki bunların belirtileri de olmalıdır. Sence bu türden belirtiler var mıdır?
- Vardır öğretmenim.
- Varsa; bizim bu belirtilerle karşılaşmamız veya en azından onları sezmemiz gerekmez mi?
- Bence; onlarla karşılaşmak başka şeydir, onları sezip tanıyabilmek başka şeydir öğretmenim.
- Bunu biraz daha açabilir misin?
- Açabileceğimi sanıyorum.
Hikmet Genç bir süre konuşmadı. Sınıf derin bir sessizlik içindeydi. Öğrencilerin yüzlerindeki o alaycı gülümsemelerin yerini daha bir dikkatli, daha bir meraklı bakışlar almıştı. Öğretmen, bulunduğu yerden karatahtaya abanacakmışcasına öne doğru eğilmiş, iki elinin parmaklarıyla farkında bile olmaksızın öndeki sıranın arkalığını kavramıştı.
Hikmet Genç bir tatlı gülümseme içinde gezinip durmaktaydı:
- Öyle sanıyorum ki; bizler, üçüncü ve dördüncü boyutlardan daha yüksek dereceli boyutlardaki varlıkların belirtileriyle zaman zaman karşılaşmakta, onları zaman zaman sezmekte ve zaman zaman onları neredeyse tanımlayabilecekmiş gibi olmaktayız. Fakat bu varsayımlarımızdan emin olabilmek için her şeyden önce, dördüncü ve üçüncü boyutlardan daha aşağı derecedeki boyutlara şöyle bir inmemiz ve onlardan kendimize şöyle bir pay çıkarmamız gerekmektedir.
Hikmet Genç, tornistan edilmiş ve rengi solmuş ceketinin yakasından bir topluiğne çıkardı, onu karatahtaya bastırdı ve yeniden yakasına taktı. Sonra, karatahtanın en yakından bile görülmesi olanaksız bir yerini parmağıyla göstererek konuşmasını sürdürdü:
- Karatahtaya bastırdığım topluiğnenin şu izi birinci boyuttur yani tek boyuttur. Bunu en ideal anlamdaki iz olarak öne sürüyorum. Tek boyuttur, çünkü; ayrı bir genişliği, ayrı bir boyu, ayrı bir yüksekliği yoktur.
Hikmet Genç, bir an durup kendisini dinleyenlere ve izleyenlere göz gezdirdi, sonra yeniden anlatmaya koyuldu:
- İkinci boyut yani iki boyut, işte bu karatahtanın eninden ve boyundan ibaret boyuttur. Sadece görünen yüzüdür ve herhangi bir kalınlığı yani derinliği yoktur.
Hikmet Genç, başını sol omzuna bırakarak konuşmasını sürdürdü:
- Üçüncü boyut yani üç boyut, anlaşılması en kolay ve en basit görünen boyuttur. Zira; evrende ve dünyada mevcut olan her varlık üç boyutludur ve üçüncü boyut dediğimiz mekandadır.
Sınıf derin bir sessizliğe gömülmüştü. Öğrenciler kıpırdanmaya çekiniyorlardı. Hikmet Genç, o üzerinden eksik olmayan belli-belirsiz gülümsemesiyle bakışlarını Astronomi Öğretmeni ‘yle arkadaşlarının yüzlerinde gezdirip duruyordu:
- Sizlere saçma da gelse; ben bir Düzlemler Ülkesi yani Düzlemistan tasarlıyorum. Benim Düzlemistan ‘ım iki boyutludur ve ikinci boyuttadır. Dolayısıyla bu ülkenin tüm varlıklarını sadece iki boyutlarıyla yani sadece enleriyle ve boylarıyla ortaya koymak zorundadırlar. Bu, bir tablonun yüzünde gördüğümüz üçüncü boyuttan bir kesim gibidir. Tümden yüzeyseldir yani en ideal anlamda bile derinliği bulunmamaktadır. Bu nedenle, Düzlemistan ‘daki saat kuleleri, minareler, kubbeler, gökdelenler, köprüler, gemiler, dağlar, tepeler, uçurumlar, taşıtlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar ve akla gelebilecek her şey iki boyutludur ve üçüncü boyuttaki bizler için; soluk alan, yaşayan, sevinen birer gölge varlıklardır. “Bizim için” diyorum ve bu sözcüklerimin altını çiziyorum. Zira; bu, kendileri için asla böyle değildir ve onların boyutunda her şey normaldir, her şey gerçektir, genel anlamıyla her şey yerli yerindedir. Varlık, varlığını devinimine borçludur. Boyutlar arasındaki fark, sadece bir devinim farkıdır. Koşullar varlıklar için aynı oldukta; fark ortadan kalkar. Bu, bir filmin küçük veya büyük bir ekranda devinmesi gibidir. İzleyenlere oranla ekran ve ekrandaki her şey büyüktür. Ama o her şey, birbiri kadar küçüldüğünden veya birbiri kadar büyüdüğünden, görünüşte hiçbir anomali yoktur.
Hikmet Genç, konuşmasının burasında sözlerine kısa bir ara verdi ve eline aldığı bir beyaz tebeşirle karatahtanın üzerine büyükçe bir dikdörtgen çizdi:
- Düzlemistan ‘da üçüncü boyut yani yükseklik bulunmadığından orada gökdelen yoktur. “Boydelen” vardır ve tahtaya çizdiğim bu dikdörtgen Düzlemistan ‘daki varsıl bir “Boydelen” dir. Zaman, işbitimi zamanıdır, tüm kapıları kapatılmış, tümden korumaya alınmıştır.
Hikmet Genç, kapı dibinde durmakta olan çöp sepetinden çıkardığı kağıttan bir parça koparttı. Sağ elinin işaret parmağını dilinde hafifçe ıslattı, kağıda değdirdi ve kağıt parçasını karatahtadaki dikdörtgenin ortasına iğreti olarak yapıştırdı:
- En ideal incelikte varsayacağımız bu kağıt parçasını “Boydelen” in kasası olarak benimsememize mantık açısından herhangi bir engel yoktur.
Hikmet Genç, dikdörtgenin içine yapıştırdığı kağıt parçasını yerinden aldıktan sonra sözlerini sürdürdü:
- İşte ben, üç boyutlu bir dünyanın üç boyutlu bir varlığı olarak iki boyutlu “Düzlemistan” ın, bu korunaklı mağazasının para dolu kasasını kolayca yerinden alıyorum. Bunu yaparken onun duvarlarına, kapısına, kilidine hiçbir zarar vermiyorum. Zira, onu, o boyutta bulunmayan bir başka boyuttan yani yükseklik boyutundan alıp mağaza dışına çıkarıyorum. İzin verirseniz; ben bunun da altını çizeyim. Çünkü; burası çok önemlidir. Nitekim, bu kasanın o “Boydelen” den nasıl çıkarılabildiğini Düzlemistan ‘daki akıllı varlıklardan hiçbiri anlayamayacaktır. Nedeni açıktır: Düzlemistan koşullarına ve mantığına göre; kasanın “Boydelen” den çıkarılabilmiş olması için, bu beyaz çizgilerden ibaret bulunan duvarların herhangi birinde, en az bu kasa eninde bir delik açılması gerekmektedir. Oysa; duvarlar sapasağlamdır ve ortada tek gedik yoktur. Kapılar kilitlidir ve her şey kasanın kaybolmasından önceki gibidir. Peki, bu bulmacayı çözebilecek tek bir Düzlemistan ‘lı çıkmayacak mıdır?
Sınıftan hiç kimse bu soruya yanıt vermeye kalkışmadı ve verilmesi gereken yanıtı yine Hikmet Genç ‘ten bekledi. Konuşmacı yanıtı vermeye zaten hazırdı:
- Düşünmeyi düşünme prensiplerine göre becerebilen, aklı mantık kurallarına uygun kullanabilen bir Düzlemistan ‘lı, kendilerinden en az bir boyut yukarıda bulunan bir üçüncü boyut varlığının, o boyuttan uzanarak kasayı “Boydelen” den aldığını anlayabilecektir. Zira; “O kasa bu “Boydelen” den nasıl çıkarılabildi? ” sorusunun yanıtı “Bir üç boyutlu varlık eliyle çıkarılmıştır.” dan ibarettir.
Sınıf arkadaşları yıllardan beridir sadece yüzündeki gülümseyişiyle ve sadece utangaçlığıyla tanıdıkları Hikmet Genç ‘e daha bir değişik açıdan bakmaya başlamışlardı. Hikmet Genç onlar için artık sadece bir gülümseyiş, sadece bir utangaçlık değil, ondan biraz daha ötelerdeki bir şeydi. Astronomi Öğretmeni ‘nin birkaç aydır alışılagelmiş olan sertliği, Hikmet Genç ‘in sözcükleri arasında, gerektiği yumuşaklığı bulmuş gibiydi. Önce alaya alınmak, sonra da ilgiyle dinlenilmek Hikmet Genç ‘in hoşuna gitmiş olmalıydı ama yüzünde bunu belirtebilecek bir tek çizgi bile yoktu.
- Böylesi bir fanteziden yola çıkardığım mantığımı birbirinden değişik örneklerle süsleyebilirim. Diyebilirim ki; benim üç boyutlu mekanımdan daha yüksek dereceli bir mekanın varlığı, içmek için elime aldığım, ancak kapağını henüz açmadığım gazozumu, kapağı açmaya gerek bile duymadan büyük bir kolaylıkla son damlasına kadar içebilir. Veya beni hiçbir şeyle kesip biçmeden yahut herhangi bir yanıma delik-melik açmadan böbreklerimden birini çekip alabilir. Ve ben ancak o zaman, onu, benden daha yüksek derecedeki bir boyuttan aldıklarını uslamlama yoluyla bulabilirim.
Hikmet Genç, bakışlarını yeniden sınıfta bulunanların yüzlerinde gezdirdi, sonra karatahtaya sadece dış çizgilerden ibaret basit bir köpek resmi çizdi ve ağzını kıçına bir çizgiyle birleştirdi:
- Söylediklerim akıl yürütme yönünden doğrudur ama üçüncü boyutun mantığına aykırıdır. Zira, en azından, bu sıradan köpeğin ağzından kıçına uzanan beslenme düzeneği, ister istemez onu ikiye ayıracak ve onun varlığını ve devinimini engelleyecektir. Bu itibarla; üçüncü boyut, iki boyutlu olan fakat devinen bir Düzlemistan ‘ı kabullenmeyecektir. Ama böylesi bir Düzlemistan ‘ın olanaksızlığı üç veya dört yajut daha yüksek derecedeki boyutların olanaksızlığı anlamına gelmemektedir. Kanıtı, üçüncü ve dördüncü boyutların varlığından ibarettir ve onlar belki de vardır, belki de var olmalıdır.
Çalan zilin sesi sınıfın duvarlarında şöyle bir gezindi, zayıfladı, gitti ve kayboldu. Astronomi Öğretmeni durumunu değiştirmeden mırıldandı:
- Bu derse giriş mi yoksa dersten çıkış zili mi?
Şuradan-buradan ölgün sesler yükseldi:
- Bu, derse giriş zili hocam. Çıkış zili daha önce çalmıştı.
- Gereksinen gereksinimi kadar çıkabilir.
Gereksinen ve gereksindiği için sınıftan çıkan olmadı ve öğretmen yeniden Hikmet Genç ‘e seslendi:
- Sürdür konuşmalarını. Anlaşıldığı kadarıyla arkadaşların da istiyorlar bunu.
Astronomi öğretmeni ceketinin mendil cebinden çıkardığı minicik kutudan bir naneli şeker alıp ağzına attı ve ağzında gezdire gezdire emmeye başladı. Ne yaptığını ve nerede bulunduğunu unutmuş gibiydi. Sınıftakiler, sınıfta nane şekeri emen bir öğretmene yeni rastlıyorlardı ama bunu yadırgamamış görünüyorlardı.
Hikmet Genç, karatahtanın ortasına beyaz tebeşirle yatay bir ok çizdi. Okun üstüne “Hız” sözcüğünü yazdı ve altına da bir “Sonsuz” işareti koydu. Sonra dikey bir ok daha çizerek üstüne bir çarpı işareti attı ve yanına da “Boy” sözcüğünü düştü. Tebeşiri, sözcükler ve çizgiler üstünde gezdiriyor ve konuşmasını sürdürüyordu:
- Hız artarsa boy kısalır ve hız sonsuza ulaşınca boy da sıfırlanır. Bunu bir örnekle açıklayayım: Bu karatahtanın yüzeyinden herhangi bir cisim az bir hızla geçerse; onu tüm özellikleriyle görebiliriz. Cismin hızı artarsa; görülebilecek özellikler azalır. Hız sonsuza ulaşırsa; özellikleri de bir yana, onun kendisini bile göremeyiz. Çünkü; hız sonsuza ulaşmış, boy sıfırlanmıştır. Yani cisim artık yüzeyde yoktur. Zira; bu yüzeyden geçip girmiştir.
Hikmet Genç bir an soluklandı, sözlerinin dinleyenler arasındaki etkisini araştırdı ve sonra alışılagelmiş gülümsemesiyle ekledi:
- Ben buradan şöyle bir sonuca ulaşmaktayım: Eğer varsa ve deviniyorsa; her boyut kendi hızıyla yani kendi devinimiyle yaşamaktadır. Bir aşağı boyutun, kendisinden daha yüksek dereceli boyutları görebilmesi, o mekandakilere değip dokunabilmesi olanaksızdır. Fakat her bir boyuttakilerin kendisinden daha düşük derecedeki boyutta devinenleri görebilmesi, değip dokunabilmesi olasıdır.Nitekim; üçüncü boyutta biz, ikinci ve birinci boyutların farkındayız. Çünkü; onlar bizim kapsamımızdadır. Fakat boyutumuzdan yüksek dereceli olan ve sonsuza kadar uzanan başka boyutlardan haberimiz dahi yoktur. Bu nedenle de, onları ancak sezebiliyor, onları ancak mantık yoluyla bulabiliyoruz.
Hikmet Genç sözlerinin burasında karatahta önündeki yerini değiştirdi. Bu kere yüzünü pencereye doğru dönmüştü. Camdan içeri işleyen sabah güneşinin körpe ışıkları yüzünde, o değişmeyen gülümseyişinde, sırtındaki rengi solmuş tornistan ceketin omuzlarında oynaşmaktaydı.
- Sırtlarında binicileri bulunan al atka kır at eğer aynı hızda koşuyorlarsa; atlar da, biniciler de birbirlerine göre devinimsizdirler yani duruyor gibi olurlar. Fakat bir kontrol sistemi baz alındığında, onların aynı hızla devindikleri yani yol aldıkları anlaşılabilir. Bu kontrol sistemi; atlarla binicilerinin önlerinden geçmekte oldukları herhangi bir ev, herhangi bir ağaç, herhangi bir duvar, herhangi bir pınar, herhangi bir kayalık veya herhangi bir çayırlık olabilir. Atların hızı sonsuza ulaştığında, kontrol sistemleri artık onları göremeyecek, geçip gittiklerini anlayamayacak fakat belki hızlarının yarattığı esintiyi sezebilecektir. Bu elbette ki bir örnektir ve kendi mantık çerçevesi içerisinde doğrudur. Ve elbette ki at, sonsuz hızla koşamaz, belli bir hızı aştığında kasları yırtılır ve çatlar.
Hikmet Genç yeniden eski yerine geçti ve sırtını pencereye döndü:
- Demek istiyorum ki; sonsuz sayıda birbirinden değişik boyutlar var olabilir. Ama olsalar da biz onları göremeyiz. Ancak mantığımız onların varlıklarını, yoklukları halinde bile bulabilir. Duyularımız onların belirtilerini sezebilir. Şimdi, şu içinde ders yaptığımız sınıfta, boyutumuzdan daha yüksek dereceli herhangi bir boyuta ait herhangi bir bahçenin bulunmadığını ve o bahçede şu anda, o boyutun varlıklarının konuşup dolaşmadıklarını kim söyleyebilir? Bana göre; bu bir mekan yani boyut birliği, bu bir mekan yani boyut paylaşmasıdır. Bu birliği, bu paylaşmayı birbirinden ayıran perde, sadece devinimdir yani sadece varlıkların varlık hızıdır.
Hikmet Genç ‘in kurumuş dudaklarını diliyle hafifçe ıslattığı bir sırada, sınıfın kapısı hafifçe tıklatıldı, özenle aralandı ve kapının aralığından Resim Öğretmeni ‘nin yüzü göründü. Kadının gözünde şaşkınlık belirtileri vardı:
- Aaa… Affedersiniz… Programa yanlış bakmış olmalıyım… Üçüncü ve dördüncü saatlerde bu sınıfta resim dersleri yok muydu? ..
Öğrencilerden bulundukları yerde gerneşip saatlerine bakanlar oldu. Astronomi Öğretmeni, oturduğu sıradan kalkıp efendice bir tutumla kapıya doğru yürüdü:
- Bağışlayın öğretmen hanım. Dedi. Acaba sizinle dışarıda bir-iki dakika görüşemez miyiz?
- Aaa elbette görüşebiliriz hocam. Neden olmasın?
İki öğretmen dışarı çıkıp kapıyı çektiler. Sınıf tam bir sessizlik ve tam bir meraklı bekleyiş içindeydi. Öğrenciler arasında, Astronomi Öğretmeni ‘nin Hikmet Genç ‘ten etkilendiğini, belki de bunun içindir ki; Resim Öğretmeni ‘ne “Hocahanım” yerine “Öğretmen Hanım” diye seslendiğini düşünenler oldu. Karatahta başında belli-belirsiz gülümseyişler içinde duran Hikmet Genç ‘e, o güne kadar sanki hiç de aralarında değilmiş gibi bakmaktaydılar. Onu yokluk içindeki bir varlık, yoksulluk içindeki bir varsıllık olarak görmeye başlamışlardı.
Arası çok geçmeden Astronomi Öğretmeni yeniden içeri girdi ve kapıyı kapattı. Sonra sanki doğal yeriymiş gibi geçip Hikmet Genç ‘in sırasına oturdu. Yüzünde tatlı gülümsemeler vardı:
- Sağolsun, Cemile Öğretmen, bizim iki astronomi dersini izleyen iki resim dersini bize bıraktı. Bu şansı iyi değerlendirebileceğimize eminim. İşte ben buradayım. Burada olmak istemeyen varsa; özgürce çıkıp gidebilir. Kendilerini astronomi ve resim derslerini görmüş sayacağız.
Yerinden bir tek kalkan, sınıftan bir tek çıkan olmadı. Tam tersine; öğrencilerin yerlerine daha da bir sağlam yerleşmeye çalıştıkları görüldü. Öğretmen, minicik nane şekeri kutusunu cebinden çıkarıp sıranın üstüne koymuş, şekerlerden birini yeniden ağzına atmış, onun da ağzına atması için yanındaki öğrenciye vermiş, işareti üzerine, öğrencilerden biri, sınıfın arka pencerelerinden birini körpe bahar sabahına açmıştı. Sınıftaki bahar kokularına karışan ilk ses Astronomi Öğretmeni ‘nin sesi oldu:
- Yoruldunsa kürsüye oturup konuşabilirsin.
- Yorulmadım öğretmenim.
- Emindim. Elbirliğiyle seni dinliyoruz.
- Sözünü etmekte olduğum “Hız” ı, zamanın hızlı yaşanması anlamında kullanmıyorum. Zira; başka boyutlar ve bu boyutlarda yaşayan şu veya bu biçimdeki varlıklar varsa; onların kendi boyutlarının normalinde olmaları doğaldır. Hız yani devinim, sadece boyutlar arasındaki varlık farkıdır. Hangi boyutta bulunursa bulunsun, kendi devinimi kendi boyutundaki varlıklara anormal gelmeyecektir. Boyutları boyut yapan, birbirinden değişik devinimlerdir. Bu açıdan bakıldığında; boyutun, devinim olduğunu dahi söyleyebiliriz. Bu yüzden şu içinde bulunduğumuz mekanın yani boyutun, devinimleri farklı varlıklarca ortak olarak kullanıldığını ileri sürmemize ne ve kim engel olabilir? Peki, varsa ve bu aynı mekanı bizimle ortak kullanıyorlarsa; bizim onları neden göremediğimizi sormanın hiçbir anlamı yoktur. Zira; nedeni, sadece devinimler arasındaki farktır. Ama “Onlar bizi görebilirler mi? ” yi sorabiliriz. Sorarız ve yanıtımızı da hemen alabiliriz: Evet, onlar bizi görebilirler. Çünkü; devinimi çok olan devinimi az olanı görür. Zira; devinimi az olan hantaldır, ağırdır, yavaştır. Az devinimlinin eylemi çok devinimliyi sabırsızlandırır. Bu tıpkı ağır-aksak konuşan birini dinlemek isterken içine düştüğümüz sabırsızlığa benzer. Vereceğim yeni ve kısa bir örnekle bu konudaki düşüncelerimi artık noktalamak istiyorum
Hikmet Genç, sözlerine kısa bir ara verip dilini kuruyan dudaklarının üzerinde gezdirdi, sonra bakışlarını, kendisini dinleyenlerde gezdirerek söze yeniden girdi:
- 45 Devirle doldurulmuş bir plağı 45 devirle çaldığımızda, ondaki müziği veya konuşmaları normal düzeyde dinleyebiliriz. Aynı plağı 16 devirle dinlemeye kalkarsak; sözcüklerin tamamlanmasına büyük sabır göstermemiz gerekecektir. Çünkü; konuşmalar ve müzik ağırlaşacak, neş ‘eli şarkılar hüzünlü şarkılara dönüşecektir. Plağımızı 45 devirin üstündeki bir devirle, örneğin bir 78 devirle çalmaya kalkışırsak; büyük bir ivedilikle akacak olan sözler ve müzik bize anlamsız cıvıltılar gibi gelecektir. Devri olası en yüksek değere çıkardığımızda, ortada artık bir müzik veya bir konuşma olmayacak ama hem aygıt çalışıyor hem de plak yine dönüyor olacaktır. Bu örnek sinema tekniği açısından da geçerlidir. Nitekim; saniyede 16 kare üzerinden çekilmiş bir film üzerindeki devinim bize göre normal, 48 kare üzerinden çekilmiş bir film üstündeki devinim bize göre çok yavaş ve 12 kare üzerinden çekilmiş bir film üstündeki devinim bize göre çok hızlıdır. Yapımcı, hızlı atları, hızlı koşucuları bu sayede ekranda yavaşlatabilmekte, bir-iki dakikada bütün bir şölen masasını silip süpüren bir komedyeni bu sayede ekranda hızlandırmaktadır.
Sınıf arkadaşlarının gözleri Hikmet Genç ‘in dudaklarındaydı. O, kendilerinin az konuşan, kendi halinde yaşayan, varlığını belli bile etmeyen, gülücüksüz gezinmeyen, bir sarı defteri bile olmadığı için arkadaşlarının defterlerine notlar alan arkadaşları mıydı? Kendilerini, ellerinden sıcacık ellerle tutan, gömüldükleri karanlık köşelerden bahar kokulu ve aydınlık doğaya çıkaran, bilemedikleri, tanıyamadıkları gizemli ülkelere doğru götüren bu Hikmet o Hikmet miydi?
- Üstünde mantık yürütmek istediğim ikinci konu şudur: Öğretmenimiz evrenin küresel biçimde bulunduğunu ve sonsuz olduğunu söyledi ve geçti. Ne yazık ki; bu benim kafamı karıştırdı. Çünkü; ben, küresellikle sonsuzluğu her zaman bağdaştıramıyorum. Şu anda, gözlerimin önünde ideal bir küre var. Bu kürenin tepesinden bir kapak kesip çıkarıyorum. Tıpkı bir karpuzun tepesinden kapak kesip çıkarır gibi. Sonra küreyi o kapaksız kalan yerinden bir zemin üzerine koyuyorum ve bunu ideal bir güçle bastırıyorum. Yassıltıyorum.
Hikmet Genç, beyaz tebeşirle karatahtanın ortasına bir çember çizdi:
- Karşıma çıkacak olan bu değil midir? Ancak bu bir dairedir ve bunun sınırları vardır. Şu halde, bu, sonsuz değildir. Bu sadece bir üçüncü boyutun ikinci boyuta indirgenmesidir. Zira; o küre üç ve bu daire iki boyutludur. Ama biz, birbirinden büyük sonsuz küreler ve birbirinden büyük sonsuz daireler olabileceğini düşünebiliriz. Öğretmenimizin sözünü ettiği kürenin sonsuzluğu böylesi bir sonsuzluk olmalıdır. Ki; benim de ondan sormak istediğim, bunu kasdedip kasdetmediğidir. Kendisi bunu kasdettiyse; hiçbir diyeceğim olamaz. Fakat kası, bir başına kürenin kendi sonsuzluğuysa; ben bunu kabule yanaşamam. Çünkü; sınırları olan, sonsuz olamaz. Ama bunları birbirleriyle bağdaştırabilirim: Bana göre; küre hem sonludur hem de sonsuzdur. Ve bu bir çelişme yani saçmalık değildir. Öyleyse; ben, küreyi bir sonlu sonsuz olarak benimseyebilirim. Onu üç boyuttan iki boyuta indirgediğimde, bana göre sonludur fakat sonsuz büyüklüklerde çoğalttığımda sonsuzdur. Ancak, bu sonlu sonsuzluk elbette ki; sonsuz sonsuzluktan farklıdır. Ayrıca; herhangi bir küre üzerinde var olduğunu ve devindiğini tasarlayabileceğimiz herhangi bir varlık, ne kadar devinirse devinsin, ne kadar gezinirse gezinsin, ne kadar ararsa arasın, kürenin düşülebilecek bir yerini bulamayacaktır. Çünkü küre, hem sonlu hem de sonsuzdur. Bu onun değil, evrenin kendi öz çelişik görünüşüdür ve evrende birbiriyle çelişmeyen hiçbir şey yoktur. Yani her şeyin hem tersi, hem de düzü vardır. Buradan yola çıkarak söyleyebilirim ki; tersle düz aynı şeydir.
Hikmet Genç, silgiyi eline alıp karatahtayı yukarıdan aşağı sildi.
Astronomi öğretmeni, kendisiyle aynı sırada oturmakta olan öğrenciye eliyle şöyle bir dokundu:
- Kantine git ve bana bir acı kahve yaptırarak, yanına da bir bardak su koyarak tez elden getir.
Delikanlı ivedi adımlarla sınıftan çıkarken, öğretmen yüzüne bakmakta olan Hikmet Genç ‘e seslendi:
- Bekle biraz. Şu kahvemle suyum gelsin. Otur oraya, evet oraya; kürsüye.
- Haddim değil öğretmenim.
- Otur.
Hikmet Genç kürsünün ardındaki iskemleye ilişti fakat ellerini kürsüye koyamadı. Üstüne dikilen yoğun bakışlardan sıkılmışa benziyor, farkında bile olmaksızın sağ elinin işaret parmağını kürsüye hafif hafif vuruyordu.
Kahveyle suyun gelmesi gecikmedi. Getiren öğrenci bir şeyler kaçırdığı tedirginliğiyle öylece yerine oturdu. Gözlerini yeniden Hikmet Genç ‘e dikti. Astronomi Öğretmeni önce suyundan, sonra kahvesinden birer yudum aldı, sonra:
- Evet. Diye seslendi. Gözlerimiz ve kulaklarımız sende.
- Öğretmenimiz derste, güneş ışığının tüm renkleri içinde taşıyan bir beyaz ışık olduğunu söyleyip geçmekle yetinmişti. Renk dilimlerinden oluşmuş bir diski hızla çevirdiğimiz zaman, onun bize beyaz göründüğünü biliyoruz. Bu, bilimin bir gerçeğidir. Bunu yadsımıyorum ama ben, atmosfersiz bir dünyada bu renklerin var olacağından ve hızla devindirildiklerinde beyaz rengi verebileceklerinden hiç de emin değilim. Gerçekte dünyamızda güneş ışığı yok mudur? Elbette ki vardır. Bu ışık, genelde söylendiği gibi beyazdır ve zeminlerin emme yeteneğine göre renkleri oluşturmaktadır. Peki, bu aynı ışık, asli kaynakta da öyle midir? Ben hiç de öyle olduğunu sanmıyorum. Zira ve bana göre; güneş bir aydınlık ışık kaynağı değildir, bir karanlık ışık kaynağıdır. Bana “Işık ışıktır ve aydınlıktır. Işığın karanlığı olur mu? ” demeyin. Olur. Çünkü; güneşin ışığı bir karanlık, bir solarize ışıktır. Bu ışık, ancak dünyamızın atmosferine vurduğu için dünyayı aydınlatmakta ve ısıtmaktadır. Ve gerçekte; güneşin ışıkları görülebilir ışıklar olmaktan uzaktır. Nitekim bu ışıklar yani ultraviyole ışıklar ve yani morötesi ışınlar, dalga boyları 100 nanometreden 400 nanometreye değişiklikler göstermektedirler. Dalga boyları 400 nanometrenin az altındaki mor ışıktan dalga boyu 740 nanometre olan kırmızı ışığa kadar olan ışıklar bizim için görünebilir ışıklardır. Bu ışık tayfının renkleri sırasıyla; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mordan oluşmaktadır. Kızıl ışınların yani enfraruj ışınların dalga boyları ise 740 nanometreyle 100,000 nanometre arasındadır. Bunlar hem kısa uzun dalga boylu kızılötesi ışınlardır. Bunlardan dalga boyu uzun olanları görebilmemiz olanaksızdır. Onları sadece ısı olarak algılayabilmemiz olasıdır. Kozmik ışınlar ise, atom parçacıklarından oluşur ve bunlar atmosferimizdeki atomlarla çarpıştıklarında dünyayı kozmik bir sağnak altında bırakırlar. Atmosferimiz olmasaydı; görünebilir şeyler de bir yana, biz güneşi ve görülebilir ışıkları bile göremeyecektik. Bunu bir örneğe bağlamak istiyorum: Karayollarındaki fosforlu bir yol levhasının koyu karanlıkta görülmesi olanaksızdır. Ancak bu, onun bir otonun farları altında da görülemeyeceği anlamına gelmemektedir.
Hikmet Genç sözlerini bitirdiğinde, tüm sınıf arkadaşları sıralarının üzerine abanmış durumdaydılar. Tebeşirli ellerini mendiline silmekte olan Hikmet Genç ‘in gözleri öğretmenindeydi. Kimse yerinden kıpırdamamıştı ve kıpırdamaya da niyetli görünmüyordu. Öğle paydosunu bildiren zilin vurdumduymaz sesi, sınıfın duvarlarında boşuboşuna gezinip durmaktaydı.
Astronomi Öğretmeni, oturmakta olduğu sıradan Hikmet Genç ‘e seslendi:
- Bilgin misin delikanlım?
- Değilim öğretmenim. Aşçı da değilim ama yemeğin iyisinden anlarım.
Astronomi Öğretmeni ayağa kalktı:
- İnsanoğlu, adın ne?

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 21-48/239)

Devam edecek.

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 10.3.2007 16:38:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu