İlkler-10 (Hikmet Çocuk 'un İlkleri -10)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-10 (Hikmet Çocuk 'un İlkleri -10)

İlk Evden Kaçış

Huzursuzluk beş numara gaz lambası şişesinin kırılmış olmasından kaynaklanmaktaydı.
Hikmet Çocuk ‘un körpe yanağının üstünde beybasının beş parmağının izi vardı ve beyba evin içinde direk direk bağırmaktaydı:
- Ben parayı çaydan mı topluyorum? Bütün bir aile kalmışız bir tek aylığın umuduna. Aklınıza gelebilen-gelmeyen tüm giderlerimiz bunun içinde. Boğazımıza bile zor yetiyor aylık. “Davranışlarınıza birazcık dikkat edin, bana hesapta olmayan yeni bir gider kapısı açmayın.” Diyorsam; hata mı ediyorum, yanlış mı söylüyorum? Ben bugüne kadar ele-güne el-avuç açmadım, veresiyeye asla soyunmadım. Zira; borçtan yemem, aileme de yedirmem. Aylık gelirimiz ne kadarsa; aylık giderimiz de ancak bir o kadar olmalı. Bunun dışında, kendisine sığınabileceğimiz tek olanağımız yok bizim. Kazık kadar adam oldun ve işte ilkokulu bitirmek üzeresin ama hala daha ev içinde top oynamamak gerektiğini dahi bilemiyorsun. Top bu; elbette ki, çarpıp kıracaktır bir şeyleri. Hiç düşündün mü, akşam olunca nasıl yanacak bu lamba? Nasıl aydınlanacak bu ev? Kırman bir yana, bir de kalkıp yalan söylüyorsun “Ben kırmadım.” Diye. İnsanın yanlışını kabullenmesi bu kadar mı zor?
Ana çekingen bir tutumla araya girmeye çalıştı:
- Bilerek yapmadı Hüseyin Bey. Bir kazadır oldu.
- Çık aradan Naime. Yıkama yüzünü bu haylazın.
Elindeki tespihini güçsüz güçsüz çevirirken böygana yaşlı yaşlı mırıldandı:
Canlı-cansız her şeyin bir vadesi vardır oğul. Vade dolar, olacak olur. Alt yanı bir lamba şişesi işte. Atla deve değil ki.
- Deme öyle anacan. O şişe bu eve nereden geliyor biliyor musun? Ta İngiltere ‘den. Yani ta gavurlardan. Bari biliyor musun nasıl geldiğini de? O bu yoksul ulusun parasıyla getirtiliyor. Niçinini de söylememi ister misin? Henüz eli-yüzü düzgün bir gaz lambası şişesi bile yapamıyoruz da onun için. Yapmaya yapıyoruz ama camımızı ateşin sıcaklığına dayandıramıyoruz. Lambayı yakmamızla camın patlaması, kırılması bir oluyor. Çünkü camımızın hamuru bozuk. Bizim şişelerin camları yeşil yani ham. İngiliz ‘inkinin şişesi kaynak suyu gibi dupduru, bembeyaz. Peki, şimdi biz suçlu muyuz* Peki, şimdi biz beceriksiz miyiz? Değiliz. Neden? Nedeni ortada: Şunun şurasında daha yirmiiki yıllık bir devletiz. Devlet bu çocuktan sadece dokuz-on yaş büyük. Özgürlük Savaşı ‘ndan kan-revan içinde çıkmışız. Çarığımızın otunu yiye yiye, günlerce-gecelerce uykusuz kala kala, bir mangamızı bir orduya karşı koya koya, sallayacak bombamız olmadığından bir-iki pırpır uçağımızla düşman üstüne postal kabarası ata ata, mermi bulamayıp tüfeklere süngü taka taka, süngüyle topların üstüne gide gide, içliklerimizi yaralı bedenlerimize kefen ede ede, alaylarla karatopraklara gömüle gömüle dünyanın en vahşi, en zırhlı, en silahlı devleriyle boğuşmuşuz ve tümünü bu kutsal topraklarımıza geldiğine-geleceğine daha yeni pişman etmişiz. Üstüne üstlük; şimdi yeni bir dünya savaşının eşiğindeyiz. Sınırlarımız, içeri dalmak için fırsat kollayan yeni düşmanlarla dolu. Bütün bir ulus, elde kazma-kürek siper kazmaktayız. “Acaba yerden değil de, göklerden mi gelirler? ” diye, ışıldaklarımız her gece gökleri tarıyor. İşte, tüm ülkede karartma gecelerini yaşıyoruz. Şu ölü gözlü ışıklarımızın dışarıya sızmaması ve yerimizi belli etmemesi için, el kadarlık pencerelerimize battaniye, yatak çarşafı, yorgan veya kara kağıtlar geriyoruz. Başta ekmek olmak üzere, tüm maddeler ya kayıplara karışmış ya da karneye bağlanmış. Bu koşullar altında, kör karanlıkta kalmayalım diye, bu ulusun parasıyla dışardan getirtilmiş bir lamba şişesini kırmanın adı “Vatan Hainli” değilse; nedir, anacan?
- Aman oğul etme. Vatan hainliği bu kadar ucuz mu?
- Valla bana göre; bu kadar ucuz anacan. Bunun böyle olduğunu bu akşam karanlıkta kalınca anlarsın. Zira; çarşıda satın alınacak lamba şişesi bende de satı alacak para yok.
Baba söndüremediği öfkesiyle evden çıkıp gitti.
Hikmet Çocuk ‘un kirpikleri çiğ damlaları içindeydi. Ananın, böygananın saçlarında gezinen ellerindeki sıcaklıklar bedeninin kabuğunu asla kıramıyor, içine asla işleyemiyorlardı. Beybanın evden vedasız çıkışıyla kalesinin kapılarını kapatmış, arkalarına iri ve ağır koldemirleri vurmuştu. O ana kadar kapıları ayrıcalıksız herkese açık olan kale, artık Tanrı konuklarını bile kabulden yana değildi.
- Ben vatan hainiyim. Ben evimin hainiyim. Ben ulusumun hiniyim.
- Aman yavrum, o ne murdar söz? Bir lamba şişesini bilmeden kırdı diye vatan haini mi olurmuş insan? Sen vatan hainiysen; bu zorlu günlerimizde olanca rızkımızı saklayarak, depolayarak olmadık paralar karşılığı satanlar ne oluyor, söyler misin? Haksız mıyım anacan?
Böygana, oturduğu yerden elindeki tespihiyle ve dualı dudaklarıyla mırıldandı:
- Aman gelin, sen kocanı, aman oğul, sen de babanı tanımıyor musunuz? Sağolası Hüseyin, her şeyin dört dörtlük olmasını ister. E, haklı da. Zaman kötü, aylık az, geçim zor, terazi duyarlı, kefeye koyulan gram belli. Karşılığı az biraz ağır geldimi sonu böyle oluyor.
Evde daha neler konuşuldu, Hikmet Çocuk bilemedi.
Dışarıda sıcak bir yaz hüküm sürmekteydi.
Yollar, sokaklar, caddeler, alanlar kupkuruydu. Gökyüzünde tek bir bulut, meyve bahçelerinde tek bir esinti yoktu. Kuşlar, böcekler yaprakların gölgelerine sinmişlerdi. Güneş yine tepede ve gölgeler yine ayaklar altındaydı. Ermeni maşatlığının dörtbir yanını saran otlar kurumuşlardı. Maşatlıktan Küpeli ‘ye doğru uzanan tarlalar başaklarla doluydu ve başlarını yere eğmiş başaklar biçilmeyi bekler gibiydiler.
Hikmet Çocuk, kendi yüceliklerini kapkara bulutlarla kapatmış, güneşini karartmış, yapraklarını soldurup güz rüzgarlarında dökmüş, meyvelerini çürütüp yerlere sermiş, dallarını yapraksız bırakıp kış fırtınalarına teslim etmiş, sapsarı başaklarını demir silindirler altından geçirmişti. Baktığı her ev, her duvar yıkılıyor, her bağ, her bahçe darmadağın oluyor, her sokak, her cadde, her alan sel baskınları altında kalıyor, şahlanan sular kalıntıları bile sürükleyip Avutmuş Bağları ‘na aşağı götürüyordu.
Gölgeler fersizleşip yerlere uzanıncaya kadar ne yaptığın, ne ettiğini, nereye baktığını, nereye gittiğini bilemedi.
Başını kaldırdığında; kendisini beybasının çalıştığı bankanın önünde buldu. Yapının kırmızı kiremitli çatısının hiç de eskisi gibi sıcak olmadığını, sarı sıvanın duvarlara hiç de eskisi gibi yakışmadığını, giriş kapısının birkaç basamaklık merdiven üstünde hiç de eskisi gibi güzel durmadığını, pencerelerdeki süslü demirlerin hiç de eskisi gibi parlamadığını, kapıdan girip çıkanların hiç de eskisi gibi saygıdeğer tablo oluşturmadığını, bankanın hiç de eskisi gibi içini ısıtmadığını fark etti. Bu yapı acaba o yapı mıdır gibisinden, çevresinde bir-iki defa dolanmadan edemedi.
Karar orada verildi ve evden kaçış orada planlandı.
Hikmet Çocuk, bedeninin her yanındaki iplerin koptuğunu, onları bir daha eskisi gibi bağlayamayacağını, köprülerini sellerin götürdüğünü, içindeki dayanakların çöktüğünü, beklentilerinin heykellerini bir daha oralara dikemeyeceğini düşünmekteydi.
Birileri sivri uçlu, keskin ağızlı fakat kesip doğramayan bir şeylerle içindeki biryerleri baştanbaşa çizmiş bırakmıştı. Çizikler içeride olduğu için onlara el atamıyor, onları onaramıyor, iç çiziği kum çiziğine benzemediğinden avucunu bir gezdirişte silip götüremiyordu. Körpecik avuçlarında çırpına çırpına yanan bir yürek vardı ve Hikmet Çocuk, onu sularına salabilmek için boz-bulanık bir yayla seli arıyordu.
- Yahu oğlum, gözünün önüne baksana…
- Lütfen bağışlayın efendim.
- Ama küçük çocuklar bu kadar dalgın olmamalı, çocuğum.
Dalgınlığın ne tür yürek yangınlarından kaynaklandığını belli ki bilmiyordu. Sabah-akşam aynalara baka baka sevdalandığın yüze nasıl bir şamar indiğinden belli ki haberdar bile değildi.
Hikmet Çocuk parazyerini geçip çarşıya ulaşınca, evlerinin aylık karnesini çıkarıp fırının camına uzattı:
- Hem bugünkü hem de yarınki ekmeklerimizi ver amca.
- Bugün ikisini birden alırsanız yarın artık ekmek-mekmek alamazsınız oğlum. Biliyor muydun bunu?
- Biliyordum, biliyordum. Beybam dedi ki: “Her gün her gün çarşıya gitmektense; iki günlük birden al da kurtul çarşıya gitmekten.”
- Ama bugün yer, yarın aç kalırsınız.
- Beybam öyle istedi.
Fırıncı kendisine uzatılan aylık ekmek karnesini aldı. Zımbalı yerlerinden iki parça koparıp alakoyduktan sonra camın küçük deliğinden iki ekmek uzattı.
Hikmet Çocuk eve dönmek üzere yeniden yola düştü. Gölgeler eskisine göre daha da uzamışlardı. Cumhuriyet Alanı ‘nda birkaç çocuk bağıra-çağıra aşık oynuyorlardı. Nereden ortaya çıktığı anlaşılamayan bir su sızıntısı kupkuru toprağın bir yanına ıslak bir sınır çekmişti ve serçeler bu su sızıntısına inip inip kalkmakta, cıvıldaşmakta, kanatlar çırpmaktaydılar. Ermeni maşatlığının duvarı dibinden Küpeli ‘ye doğru çıkarken sağ elinin parmakları duvarın taşlarını yoklayıp duruyordu. Sonunda aradığı boşluğu buldu ve boşluğun önünde durdu. Çevresine göz attı. Kimsecikler bulunmadığı kanısına varınca, kucağındaki sıcak ekmeklerden birini duvardaki boşluğa bıraktı ve yerden aldığı bir taşı buraya kapattı. Biraz daha yürüdükten sonra eve girdi.
Ana, kapının önündeki sac leğende bir şeyler yıkamaktaydı.
- Ekmeğimizi getirdim ana.
- Ya karne? Karne de yanında mı?
- Yanımda. Fırıncı bugünkünü kesip aldı.
- Karneyle birlikte masaya koy. Üstüne de bir şey ört, kurumasın.
Hikmet Çocuk, ivedi adımlarla içeri daldı. Ekmekle aylık karneyi masanın üstüne bıraktı ve çividen aldığı temiz bir havluyu üstlerine örttü. Sonra aynı ivedilikle sedirin altına girdi. Oraya biriktirilmiş olan kitaplarından dergilerinden bazılarını seçip seçip gömleğinin içine sokmaya başladı: Çocuk Dergisi, Doğan Kardeş Dergisi, Tarzan Dergisi, Hz. Ali Kan Kalesi Cengi, Hz. Ali İbni Velid ‘e Karşı, Billur Köşk Masalı, Alis Harikalar Diyarında, Seyfizülyezen ‘in Macerası, Şahmaran, Keloğlan, Nasreddin Hoca, Kerem İle Aslı, Karacaoğlan, Firavun Mezarında Bir Gece, Apaşın Aşkı, Hurşid İle Mahmihri, Leyla İle Mecnun, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Robenson Krozoe, Define Adası, Denizci Sinbad.
Sedirin altından çıktığında gövdesi ağırlaşmıştı ve kümbetleşen karnını gizlemekte zorlanıyordu. Dolaptan çıkardığı işlemeli, iri bir bohçayı birkaç kere katlayıp arka cebine soktu.
- Hikmeeet… Ne yapıyorsun içerideee? ..
- Ekmekle karneyi masaya koyduuum… Ekmeğin üstünü örttüüüm. Böyganamın elini öpmek için yandaki odaya gidiyoruuum…
- O da nerden çıktı şimdiii? ..
- Böyganamı seviyoruuum…
- Onu seviyorsun da beni sevmiyor musuuun? ..
- Seviyorum ve geliyoruuum… Senin de elini öpeceğiiim.
Durup dururken el öpmenin bir “Hakkınızı helal edin” olduğu ananın da, böygananın da aklına gelmedi ve Hikmet Çocuk, akşama kanat çırpan bir serin ikindide eline, ağaç dalından yaptığı atını sopa gibi alarak anaya, nineye son bir kez bakıp kapıdan çıktı.
Kaçış hazırlığı, Ermeni maşatlığının kuru ota bürünmüş bir köşesinde yapıldı. Hikmet Çocuk, çıkarıp yere yaydığı işlemeli bohçaya kitaplarını, dergilerini ve ekmeğini koyup dört ucunu birbirine düğümledi. Bohçayı değnekten atının ucuna taktı ve atını omzuna vurarak maşatlığı boydan boya geçip anayola indi.
Çocuk da olsa; o da insan değil miydi? Herkesin onuru vardı da, onun onuru yok muydu? Bir ananın ve bir böygananın huzurunda o şamar onun yanağına inmemiş, onun onurunu kırmamış mıydı? İnsan bu dünyada onuru için yaşamıyor muydu? Bunu kendisine özellikle beybası söylememiş, beybası öğretmemiş miydi? Avrupa malı da olsa; “Lamba Şişesi” dediğin şey, aslında bir basit cam parçası değil miydi? Şu zor koşullar altında, bu dar günlerde, o camın bu ulusun parasıyla ta gavuristandan getirildiğini, gündüz aydınlığını güneşe, gece aydınlığını İngiliz ‘e borçlu olduklarını, o yüzden o malın özenli kullanılmamasının vatan hainliği, ev hainliği sayıldığını kendisine hiç öğretmişler miydi? İnsan, kendisine hiç öğretilmeyen veya yanlış öğretilenden sorumlu tutulabilir miydi? Koşullar onu gerektirse dahi, bu koskoca ülkede, kendisinden öte lamba şişesi kıran hiç yok muydu? Söylenenler doğruysa; suçlanan, suçlayanların yüzlerine hangi yüzle bakabilirdi?
İşte almış başını gidiyordu. Dar dünyada varı-yoğu bir-iki kitapla, bir-iki dergiden ve bir baş ekmekten ibaret değil miydi? Onlardan başka neyi, kimin malını çıkınına doldurup sopasına takmış, sopasını da omzuna vurmuştu ki?
Yerinde olsalar; dergilerdeki-kitaplardaki kahramanlar da onun yaptığını yapmazlar mıydı?
Hikmet Çocuk, görünüşte birbaşına olanın, gerçekte hiç de birbaşına olmadığını yeni yeni anlamaktaydı: İçinde kendisiyle konuşan, kendisiyle tartışan, kendisini uyaran, kendisini öven, kendisini yeren, kendisini beğenen, kendisini ayıplayan, her koşula, her yere, her zamana göre tutum takınan biri daha vardı. Bu biri sanki içinde de değil, dışında, yanındaydı. Onunla elele, onunla kol kola, onunla arka arkaya, onunla ön öne, onunla alt alta, onunla üst üsteydi. Bu; onun uğruna canveren, onun yoluna kan döken dostu, bu; parmağıyla onun gözünü oyan, onun vebaline giren düşmanıydı.
Hikmet Çocuk evden tek başına ayrılmış, ilçeden hayli uzaktaki Tamzara ‘ya çift başına ulaşmıştı.
Yaşlanmaktan beli-bıkını eğrilmiş, üstü-başı eskimiş olan ve bitkinlikten duvarları titreyen dispanser akasyalar içindeydi. Demir parmaklıklı taraçalarına taş basamaklarla çıkılan elips biçimindeki havuzun susuzluktan dili-damağı kurumuştu. İçine düşmüş olan üç-beş körpe çiçeği yutmaya çalıştığı halde yutamamıştı. Birbirine çitenmiş dallardan ve yapraklardan az-çok kurtulabilen solgun bir güneş ışığı, kirli aydınlığıyla havuzun yaşlı taşlarının gönlünü almaya çalışıyordu. Ucu-bucağı görünmeyen bahçede, onuru kırılmış bir-iki körpe kuştan başka canlı yoktu.
Hikmet Çocuk, yüzünü dispansere dönerek taraçaya oturdu. Çıkınını açarak yanına koydu. Ayaklarını, susuzluktan ağzı-dili kurumuş olan havuzun içine sarkıttı. Karnı aç değildi ama yolculukta yani seferdeydi. “Seferde olanlar belli bir süre yol aldıktan ve güneş ufukta bir mızrak boyu ilerledikten sonra bir yana oturup meyvelerle, hurmalarla ya da başka azıklarla taam eylerler.” Di. Meyvesi, hurması, başkaca azığı bulunmadığından ekmeğiyle taam eylemeye başlamıştı. Taamdan sonra ve yeniden yola çıkmadan önce, iki rekat da namaz kılınması gerektiğini biliyordu ama namazın nasıl kılınacağını bilemiyor, günde beş vakit namaz kılan böyganaya neden bakıp da öğrenmemiş olduğuna üzülüyordu.
Ekmeğini yarıladığında gözleri dispanserin boyaları çürümüş sac levhasına takıldı. Ne yazıyordu levhada? “Zührevî Hastalıklar Dispanseri”. Sınıflarındaki mısır püskülü saçlı “Zühre” yi tanıdığından, ilk sözcüğü “Zühre” sine kadar çıkarıyor, “vî” sini çıkaramıyordu. “Dispanser” in ne olduğundan da haberi yoktu. Kendi öz ülkesindeki bir basit sac levhada yer alan üç sözcükten ikisini bilemediğinin ilk kez farkına varmaktaydı.
“Er evlenen döl alır, er davranan yol alır.” Dı.
“Yolcu yolunda gerek.” Ti.
Dört nüfusun bir günlük hakkı olan ekmeği tek başına yediğini anımsayınca elinde olmaksızın ürperdi. Sonra, bunu tek başına değil, çift başına yediğini düşünüp avunmaya çalıştı. Avunamayınca, omuzlarını silkerek ve hırçınlaşarak yanıbaşındakilere bağırdı:
- Bana ne, bana ne… Onlar da onurumu kırmasalardı.
Yeni “Menzil” i dispansere bir saat uzaklıktaki kayalıklardı. “Seferi tasavvurat” ını yapmıştı: Tıpkı Seyfizülyezen gibi geceyi kayalıklardaki bir mağarada geçirerek biraz dergi ve kitap okuyacak, kalan zamanını Allah ‘a-Tanrı ‘ya şükretmekle geçirecek, sonra “Gaflet” e dalacak, daha sonra güneş ufuktan bir mızrak boyu yükseldiğinde, yine yollara düşecek, yine “Yadeller” e gidecekti.
Akşam Hikmet Çocuk ‘u dispanser yakınlarında yakaladı. Gölgeler her yanı kuşatmıştı. Hatta, görünürlerde artık gölge-mölge de yoktu. Sadece karanlık vardı. Birkaç metre ötelerdeki her bir ağaç, her bir çalı, her bir kalıntı bir ifrite, bir gulyabaniye, bir mumyaya, bir haramiye, bir yırtıcı hayvana benziyordu. Gök karanlık, yer karanlık, yol karanlık ve ıssızdı. Üstelik de karanlığın dili vardı. Bu diz bazen kuşca, bazen hortlakça, bazen ayıca, bazen da yılancaydı.
Hikmet Çocuk kayalıklardaki mağaralara hiçbir zaman ulaşamadı.
Bulunduğu noktadan geri döndü. Önce ürkek adımlarla dispansere yürümeye, sonra hızlanmaya, daha sonra da çılgınca koşmaya başladı. Koştukça omzundaki atı, atına bağlı bohçası, bohçasındaki dergileri-kitapları kendisine ağır geliyordu.
Dergilerini ve kitaplarını bohçasıyla ve özgüvenini de atıyla birlikte dispanser yakınlarında fırlattı. Akasyalı bahçeyi atlı bir harami gibi geçti. Kendi başı bir sağda, bir solda, bir arkada, bir önde olduğu halde, yanındakinin başı bir kendisindeydi.
Dış mahalledeki taş pınardan tenekelerini doldurmakta olan şalvarlı-bürüklü kadını görünceye kadar kendine gelemedi. Karanlıkta onu geçince, az-boz ağırlaştı, duruldu, soluklandı. Sonra yeniden karanlık sokaklara daldı. İşte şimdi seferden dönüyordu ama yanında ganimet namına tek bir çöp bile yoktu. Ermeni maşatlığını arkalardan dolandı ve Küpeli bahçelerinden geçip eve ulaştı.
Ev karanlıklar içindeydi. Aşağıdaki biryerlerde olması gereken ilçe yerinde yoktu. Gerçekte; Hikmet Çocuk, her karanlığın ardında bir ışık bulunduğunu biliyordu. Bunu kendisine savaş günlerinin karartma geceleri öğretmişti. Ona göre; mızrak gibi gerçek olan tek şey aydınlıktı. Aydınlıkta güneş vardı karanlığın yeri, göğü, ayı, yıldızı bile yoktu.
Yanındaki çenesi düşük olmasa Hikmet Çocuk eve girecekti. Ertesi gün, daha ertesi gün, en ertesi gün bir tek lokma bile ekmek yemeyeceğine ve ekmek haklarını silip süpürdüğü üç kişiye gereken diyeti ödeyeceğine andlar içecekti. Beybanın, böygananın, ananın ellerini öpecekti. Özürler dileyecek, evden bir daha kaçmayacağı konusunda sözler verecekti. Onlara, kırık onurla yaşamayı öğrendiğini söyleyecekti. Daha büyük gurursuzluklara düşmemek için, daha küçük gurursuzluklara boyun eğeceğini belirtecekti. Verilmedikçe, özgürlüğü almaya kalkışmayacağını vurgulayacaktı.
Ama tek başınalıkta çok kolay görünen bu şeyler, çift başınalıkta hiç de öyle kolay olmamaktaydı.
Bahçe kapısının pervazlarına tırmanarak uyduruk çatının kirişlerinden birine oturdu. O küçük tahta çatının altında, kendisini, yanına bir ordu daha sığacak ölçüde küçük hissediyordu.
Beyba, karanlıklar arasından çakmak ışığıyla gelip kapı çatısının altından geçerek eve doğru yürürken Hikmet Çocuk, böygananın elindeki bir mumla ev kapısının önünde durmakta olduğunu fark etti.
- Bulamadın mı oğul?
- Anacan, yer yarıldı, içine geçti bu çocuk. Yarınki ekmeğimizi de almış fırından. Artık anla.
- Gelin, dergilerinin ve kitaplarının da eksilmiş olduğunu söyledi. Dolaptan da bir bohça eksik. Oyun oynarken at edip bindiği sopa da bahçedeki yerinde yani tavlasında değil. Bulun yavrumu oğul, bulun. Vakit geçmeden bulun. Kurtlara-kuşlara yem olur.
- Ferah yut gönlünü anacan. Bulacağız nasıl olsa. Naime dönmedi mi daha?
- Dönmedi oğul, dönmedi. Dönmeyen bir Naime olsa. Dört bir yana dağılan komşulardan da hiçbiri dönmedi. Ne demeye tokatladın şu çocuğu a oğul. Allah ‘a şükür; lambamız yoksa da yanıyor mumlarımız içeride.
- Ne bileyim anacığım onun bunu bir onur meselesi yapacağını? Onur çocukken olur insanlarda. Büyüyünce kolay kolay kalıyor mu ki?
Anacan, ya mumla birlikte içeri gir ya da mumu söndür. Ben bir bakayım; belki Azmi Bey ‘lere sığınmıştır.
Böygana içeri girdi ve baba yeniden Hikmet Çocuk ‘un altından geçip karanlıklarda kayboldu.
Acıkmıştı, susamıştı, sıkılmıştı ve uykusu gelmişti.
Kapının pervazlarından sıyrılıp biryerlerde çişini yapmayı düşündüyse de sonradan caydı ve kapının üstünden karanlıklara işemeye koyuldu. Sonra, yeniden yerine büzüldü.
Bir çatı altına sinip sığınan, yem bulamadığı için ac kalan, bir yudum suya can veren, karabasanlardan korkup uyuyamayan kuşlar gibiydi. Anasının gelmesini, ac karnını doyurmasını, kuruyan dilini-damağını ıslatmasını, cik cikli ninniler söyleyerek, kucağına alarak, sinesine bastırarak uyutmasını, uyurken kendisini her karabasana, her tehlikeye karşı korumasını istiyor, özlüyor, bekliyordu.
Güneşli gündüzlerin başına buyruk egemeni, aysız-yıldızsız gecelerin burnu sürtülmüş kölemeni olmuştu. Karanlık bir savaşta teslim ettiği silahlarını, yeni bir güneş, yeni bir ufuktan bir mızrak boyu yükseldiğinde belki yeniden bulup kuşanacaktı ama umduğu güneşlerin yeni ufuklardan birer mızrak boyu yükselip yükselemeyecekleri henüz belli bile değildi.
Belli olan; sadece açlık, sadece susuzluk, sadece uykusuzluk ve sadece bir onuru kırılmışlıktı.
Ana uzak karanlıklardan yakın karanlıklara, lambasız, mumsuz, çırasız, çakmaksız, kibritsiz gelmişti. Eli-ayağı birbirine dolaşmakta, yürürken sendelemekte, umutsuzluktan ne yapacağını bilemez bir halde çocuğunu Tanrı ‘sından sormaktaydı:
- Hikmet Çocuk nerede, Tanrı ‘m? ..
Hikmet Çocuk ‘un erimiş, bitmiş, tükenmiş olan uykulu-utançlı sesi bahçe kapısının uydurma çatısının altından geliyordu:
- Buradayım.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 183-198/219)

Devam edecek...

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 6.3.2007 18:11:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu