İLKLER
Hikmet Çocuk ‘un İlkleri
Hikmet BARLIOĞLU
Öyküler
“Fikret Polat ‘a”
‘Her yaşanan ilktir. HB’
Cinleri İlk Görüş
Hırtız ‘lı Celal ‘in o Davudi sesiyle okuduğu sabah ezanından sonra, açılacağına, evlerin kapıları daha da bir sımsıkı kapatılmış, kar ve tipi öylece dışarıda bırakılmıştı. Tipi, bir gün kadar önce başlayan ve bir türlü durmak bilmeyen körpe karı, öbeklenebildiği yerlerde çiziyor, oyuyor, çizdiği, eştiği, oyduğu yerlerden avuçlayarak yaşlanmaktan beli bükülmüş evlerin kapılarına, pencerelerine, duvarlarına vuruyor, vuruyor, vuruyordu.
Bembeyaz karın tepeleme doldurduğu daracık sokaklarda tipinin edepsiz ulumalarından başka tek ses yoktu. Evler edeplerini edepsizden satınalmış olmanın derin ağırbaşlılığı içine gömülmüşlerdi.
Üç-beş ara sokaktan yirmibeş-otuz evden ibaret mahallede, ancak bir-iki evin penceresi sokağa bakabiliyor, obirlerine sığınmak zorunda kalmış olanlar sadece tepe pencerelerinden göğün avuçiçi kadarlık bir kesimini görebiliyorlardı.
Vakit bir gündüz vaktiydi ama küçük tepe penceresine kar üstüne kar yığıldığı için, karanlıktan ödü-yüreği kopan ev, bir beşnumara gazlambasının kirli sarı ışığına sığınmak zorunda kalmıştı. Kar, odanın sokağa bakan, yerden yüksek, küçücük penceresini bir kefen gibi sarıp sarmaladığından, gündüzle odanın arası yine açıktı. Lambanın çekingen ışığı, asılı bulunduğu duvarın ancak yukarısını bir yarım daire halinde aydınlatabilmekte, ondan ötesini karanlıklara bırakmaktaydı. Odanın önündeki eski trabzanlı seki, ölü gözünü andıran bir fiske lambanın umuduna terkedilmişti. Sekinin yaşlı basamakları, toprak zeminli tandırbaşı, odayla sekinin altındaki kiler ve tandırbaşıyla ev kapısı arasında gidip gelen toprak koridor karanlıklarla boğuşup duruyordu.
Böygana (Büyükanne) , içinde kemre yani koyun tezeği yanan sobanın yanındaki minderinde habire tesbih çekiyor, kıpır kıpır kıpırdanan eskimiş dudaklarıyla habire dualar okuyup şükrediyor ve Hikmet Çocuk, yerdeki kilimin üstünde araba sürüyordu. Arabası, uzunlamasına kesilmiş bir havuç diliminden yapılmış, dilimin ucuna ip bağlanarak ve yanlarına iki küçük havuç tekerlek eklenerek kağnıya benzetilmek istenmişti. Gerçekte çeken-süren, alan-götüren kendisi olduğu halde, Hikmet Çocuk ‘un öküzleri çoktan arabaya koşulmuştu. Karanlıklarla boğuşan odada bir öküzlerini haylıyor ve arada bir de Böygana ‘sının yanında durup onlara su içiriyordu.
- Götürme lambayı; öküzlerim su içiyor… Su içene lilan dever mi? ..
- Öküzlerin akıllı öküz, onlar karanlıkta da su içerler. Biliyorum; su içene yılan değmez ama bana da lamba gerek. Ev karanlık Ya sekiden inerken düşersem?
- Benim de aklım var ama karanlıkta gözlerim göremiyor. Öküzlerimin de öyle. Bir yudum sularını haram etme.
- Peki peki. Bekleyelim bir-iki dakika da, içsinler şu sularını.
- Haydi su su su su suuuuu… Tamam, gördün mü, helal helal içtiler. Hayvanlar susuz mu kalsaydılar? Ağızları-boğazları kurumuş susuzluktan.
Ana gaz lambasını duvardaki çivisinden alıp çıktı. Nine eski elleriyle ve körpe sevgisiyle torununun başını karanlıkta okşamaya başladı:
- Allah ‘ım ben bunu ne tapsam? Alıp ciğerime ciğerime soksam ve bir daha hiiiç çıkarmasam.
Sobanın küçücük kapısından dışarı taşan ışık, sac tablanın önünü yaldızlıyor, yaldızladıkça gücünü yitiriyor ve binbir güçlükle tırmanmaya çalıştığı duvarda tükeniyordu.Işık yakında ayva, uzakta nar, en uzakta fındık rengindeydi ve bu meyvelerle dolu olan odada sadece masa saatinin tik-takları duyulmaktaydı. Hikmet Çocuk saatin sesiyle ayni paraleldeydi:
- Vak vak… Vak vak… Vak vak… Böygana, Dvut Hoca Dede benim gözüme bakınca neden öyle “Vak vak…” dedi?
- “Vak vak…” Demedi oğul. “Vah vah…” Dedi. Yani gözün hastalandığı için acıdı sana. Üzüldü. O yüzden dedi öyle. Çöplüklerde oynamanın sonu işte bu, yavrum. Bizim çöplüklerimiz cinlerin hasbahçeleri. Çimenlerini-çimenlerini çiğnediğini sanıp öçlerini çıkarmışlar senin gözünden
- Peki benim bu gözüm hiç iyileşmeyecek mi?
- İyileşmez mi? Elbette ki; iyileşecek. Davut Hoca Dede senin gözünün iyileşmesi için yumurta yazıp verdi bize.
- Nasıl yazdı yumurtayı?
- Yumurtanın beyaz kabuğunu mübarek tükürüğüyle iyice tükrükledi. Islanan kabuğa çok güçlü dualar yazdı sabit kalemle.
- “Sabit kalem” ne demek Böygana?
- Yani yazısı çıkmayan, silinemeyen kalem demek, oğul. Onun için anan beyaz ipten bir file ördü. Yazılı yumurtayı işte o filenin içine koyacak ve evimizin dış kapısının üst pervazına asacak. Senin eve her girip çıkışında yani onun altından her gelip gidişinde, yumurta kuruyacak ve senin gözünün iltihapları da, aynen öyle kuruyup gidecek.
- Böygana, kapıdan şimdi gidip geçeyim mi?
- Geçemezsin ki, oğul. Kapımız kapalı.
- Kapımız niye kapalı?
- Kar önünde tepelendi ve kapıyı tümüyle örttü de ondan.
- Peki, ne zaman açılacak bizim kapımız?
- İnşallah karlar eriyince. Çünkü kapımız dam boyu karla tıkalı. İçeriden açamıyoruz ki, açalım.
- O zaman beybam gelsin, dışarıdan açsın.
- Beyban asker oğul. Gelemez.
- Neden gelemiyor, neden gelemiyor?
- Paşası izin vermiyor da ondan.
- Ben paşa olunca izin vereceğim beybama; gelsin evimizin kapısını dışarıdan açsın diye.
- Elbette benim yavrum, elbette. Hayırlısıyla sen bir büyüyüp paşa ol da.
Kapı açılıp kapandı ve oda az da olsa aydınlandı. Ana lambayı duvardaki çivisine astı, sonra elindeki güveci sobanın üzerine koyup kapağını açtı. İki parmağıyla aldığı küçük bir patatesi parmakları yana yana soydu. Böygana ‘ya uzattı:
- Tandırdan yeni çıkardım, anacan. Haşlanmış olmalı. Hele bir bak bakalım, haşlanmış mı?
- Ben de bakayım, ben de bakayım ki, haşlanmış mı? ..
- Al bak. Ama bakmadan önce üfle. Sıcaktır. Ağzın yanar.
Hikmet Çocuk, tandırdan yeni çıkarılmış olan haşlanmış patates parçasını ağzı-dili yana yana yalayıp yuttu:
- Haşlanmış, haşlanmış. Yiyelim.
- Sen sus. Büyükler varken küçükler konuşmaz. Haşlanıp haşlanmadığına Böygana karar verecek.
- Böygana yiyemiyor, baksana.
- Elbette yiyemez oğlum. Sıcak. Herkesin ağzı senin ağzın gibi tenekeli mi?
- Böygana ‘nın ağzı tenekesiz mi?
- Elbette ki tenekesiz.
- O zaman ben yiyeyim, o karar versin.
Kadınlar gülüştüler.
- Az biraz Tatari olmuş, gelin. Kalsın azcık, iyice haşlansın.
- Kalmasın, kalmasın…
- Sen şu öküzlerine biraz yem yedirsene. Acıkmış garipler. Yoksa sadece kendini mi düşünüyorsun?
Ana lambayla ve güveçle odadan çıktı. Hikmet Çocuk öküzlerini arabalarıyla birlikte sobanın ışıklı kapısı önündeki yemliğe çekip bıraktı ve ninenin dizi dibine kıvrılarak karanlığa gömüldü.
- Böygana, senin parmakların niçin eğri?
- Benim parmaklarım kırılmıştı, oğul. Sonradan, kırılan kemikler kaynadı ama yanlış kaynattığımızdan eğri kaldı.
- Senin parmakların niçin kırıldı?
- Üstlerine evdeki iki değirmentaşı koyulmuştu da, onun için.
- Kim koydu parmaklarının üstüne değirmentaşlarını?
- Deden koymuştu, oğul.
- Dedem niye koymuştu?
- Beni cezalandırmak istemişti de ondan.
- Dedem seni niçin cezalandırdı?
- Hastaydım. Yemeğini geç hazırlamıştım. Kızdı, cezalandırdı.
- Ben büyüyünce dedemi döveceğim, böygana.
- Aman öyle deme, oğul; günah. Deden öldü. Rahmetlik oldu zaten.
- Ölsün bana ne. Döveceğim büyüyünce. Niye kırdı senin parmaklarını.
Ana varlığıyla odayı yeniden aydınlattı ve elindeki ekmek tahtasını sobanın az ötesine koydu:
- Getireceğim patatesi, anacan. Tandırın dumanından gözlerim kör oldu.
- Sen bilirsin kızım, getir.
Hikmet Çocuk nineyle karşılıklı olarak ekmek tahtasının başında yerini aldı. Ana elindeki gaz lambasıyla odaya girip girip çıkıyor, yeniden giriyordu.
- Yemeden önce ben namazımı kılaydım, gelin.
- İkindi namazının vakti henüz gelmedi ki, anacan.
- Öğle namazımı, kızım.
- Öğle namazını kılmıştın ya, kadınım. Unuttun mu yoksa?
- Kılmış mıydım?
- Elbette kılmıştın…
- Amaaan ne ileyim ben. Bir yandan yaşlılık, bir yandan da evin bu karanlığı. Gündüz müdür, gece midir, vakitlerimi karıştırdım. Allah bağışlasın günahlarımı.
- Aman anacan, sende günah ne arar? Sen bir gözü kapalı kuşsun.
Haşlanmış patateslerin ekmek-yemek yerine yenmesi, dupduru bir-iki bardak çayın içilmesi, sofranın toplanıp kaldırılması, sobaya bir-iki tezek daha atılması, havuçtan yapılmış arabanın odada dolaştırılması, öküzlere sularının içilmesi ve yemlerinin yedirilmesi Hikmet Çocuk ‘u avutmaya yetmemişti.
Sokağı istiyordu.
İçinde birbaşına özgürce oyunlar oynadığı çöplüğü istiyordu.
Yaşlı ve kambur evlerin hasta duvarları arasından daracık sokaklara aydınlık ve sıcak kollar uzatan güneşi istiyordu.
Kullanılmış kibrit çöplerini balık eyleyip suyunda yüzdürdüğü, at etleyip suyunda koşturduğu pınarın birbirine bağlı çifte taş yalaklarını istiyordu.
Üstünü-başını sırılsıklam edinceye kadar önünde elini-yüzünü yıkadığı, yüzü kabartmalarla süslü, taş oluklu, taştan yapılma pınarını istiyordu.
At edip sırtına bindiği, yerine kendisini tırısa kaldırdığı, yerine kendisinin kişnediği kuru ağaç dalını istiyordu.
Kilden, camdan, çelikten yapılma, herbiri birbirinden güzel bilyelerini sakladığı duvar oyuğunu istiyordu.
İp atladığı, çizgi oynadığı, uçurtma uçurduğu kuru, sıcak, kumlu-çakıllı toprakları istiyordu.
Kavakların gölgelerinde dinlenirken yakaladığı beyaz kanatlı, dolgun bedenli, kanatları bembeyaz unlu kepeneklerini istiyordu.
Beştaş ‘larını, Saklanbaç ‘larını, Köşekapmaca ‘larını, Çömlekpatladı ‘larını, Bezirganbaşılarını, Mendilimdüştü ‘lerini, Alman-İngiliz-Fransız ‘larını istiyordu.
- Ben sokağa çıkacağım… Sokağa çıkacağım…
- Geçmiş ola. Çıkamazsın. Kapımız açılmıyor.
- Neden açılmıyor kapımız? ... Neden? ...
- “Aralıksız olarak kar yağıyor.” Diyoruz ya, oğlum. Sanki kar-mar değil, hışım yağıyor gökten, hışım. Karın boyu Uzun Hasan boyu, onun için açılamıyor kapımız. Açılsa da dışarı çıkamayız: Kar kapının önünde duvar.
- Peki ne zaman çıkacağız?
- Birileri gelip kapımıza duvar gibi dayanan karı temizleyince.
- Birileri kim?
- E iştei komşularımız filan.
- Gelsin komşularımız, temizlesinler karı, açsınlar bizim kapımızı.
- Durumu bilmiyorlar ki.
- Yumrukla duvarları, bilsinler.
- Duvarlarımızın kalınlığı nerdeyse yarımşar metre, çocuğum. Yumruklasam da ses gitmez.
- Gider.
- Gitmez. Gitse de yararı yok. Zira; onlar da aynı durumda. Onlar da açamazlar kapılarını.
- Peki kim açar açılmayan kapıları?
Yüzü karanlık bir aydınlık içinde bulunan Böygana eski dudaklarıyla mırıldandı:
- Açarsa Allah açar, oğul. Allah.
Elindeki demir şişle sobayı karıştıran ana ekledi:
- Bir de devlet.
- Devlet nedir?
- Devlet bizim babamızdır.
- Yani devlet de beyba mıdır?
- Devlet de beybadır.
- Devlet de beybaysa; benim beybam kimin beybasıdır?
- Senin beyban senin beybandır ama devlet senin beybanın da babasıdır.
- Peki, devlet dedemin de beybası mıdır?
- Beybasıdır.
- Ben dedemi öldüreceğim büyüyünce.
- Sus; ağzına biber sürerim. Günah. Deden öldü.
- Ölsün.
- Bak hele. Niye öldürecekmiş bu, dedesini?
- Ağzı yoğurtluya karışma gelin.
Gittikçe soğuyan odada parlayıp şişesini islendiren bir gaz lambasının ışığı olduğu halde, Hikmet Çocuk gündüz karanlıkları içindeydi. Cansıkıntısından duvar arşınlayan büyük adamlar gibi odada bir o yana, bir bu yana dolaşıp durmaktaydı. Ellerini tıpkı büyük adamlar gibi arkasına bağlamıştı. Odanın bir duvarına kadar gidince, daha fazla gidemeyeceğini anladığı için geri dönmek zorunda kalıyordu. Ana ‘yla nine birbirlerine belli- belirsiz gözler kırparak onu izlemekteydiler.
- Aman oğul, yorulmadın mı dolaşmaktan? Gel otur biraz.
- Oturmayacağım.
- Otur da şu öküzlerine yem ver azıcık. Bak, acıkmış hayvanlar.
- Benim öküzlerimin karınları tok.
- Susamışlardır belki.
- Susamış olsalar, “Muuuh” ederler bir kere. Bak, hiç ediyorlar mı?
- Ben ne bileyim? Böygananın kulağına bir “Muuuh” sesi gelmiş de.
- Geldi mi Böygana?
- Gelir gibi oldu, oğul.
Hikmet çocuk durakladı, arabasının ipine elattı, çekip sobanın yakınına getirdi, öküzlerini bir süre suladı, sonra birdenbire öküzleri arabayla birlikte kaldırıp duvara savurarak ağlamaya başladı.
- Ben sokağa çıkacağım… Sokağa çıkacağım…
Ana istemeye istemeye yerinden kalktı:
- Tanrı ‘m, sen bana sabır ver: Taktı oğlan kafayı dışarıya.
- Eğildi, Hikmet Çocuk ‘u kucağına aldı. Kaldırıp duvarın yukarısında kalan küçük pencereye dayadı ve buğulu camı avucuyla silip dışarıyı gösterdi:
- Suuus… Sakın ağlayıp yaramazlık edeyim deme… Dışarıda tek bir insan bile yok… Bak, cinler top oynuyor…
Hikmet Çocuk anında ağlamayı kesti ve şaşkınlıktan iri iri açılmış gözlerle küçük camın dışındaki dünyaya baktı.
Pencerenin karşısındaki köhne evlerin duvarları damlarına kadar bembeyaz, lekesiz, yumuşacık karlarla örtülmüştü. Kar damlarda tepe tepeydi. Beyaz tepeciklerin altlarındaki evlerin ev oldukları, duvarlarla damları ayıran ahşap bağlamalardan zar-zor anlaşılabilmekteydi. Sokakta sokaklık bırakmayan çöplük bembeyaz karlar altında kalmış, kaybolmuştu. Görünürlerde ev, kapı, pencere, dam yoktu. Sokağı ve sokaktaki çöplüğü örten kar, dalgalı fakat pürüzsüz bir çarşafı andırıyordu. Damlar pamukla örtülmüş gibiydi. Gök beyaz, yer beyazdı. Ve bu beyaz gökle beyaz yer arasındaki boşlukta, topluiğne başı kadar bembeyaz noktacıklar öteye-beriye uçuşup durmaktaydılar. Hikmet Çocuk karı biliyor, karı tanıyordu. Kar işte böyle her yanı beyaz beyaz, yoğun yoğun örterdi. Onun için bu uçuşan beyaz noktacıklar kar değildi. Yağmuru biliyor, yağmuru tanıyordu. Yağmur sulu sulu olurdu; her yeri herkesi ıslatırdı ve çöplükle sokağı seller içinde bırakırdı. Onun için bunlar yağmur damlaları değildi. Doluyu biliyor, doluyu tanıyordu. Dolu bembeyaz cevizlere benziyordu ve vurduğu zaman kafayı şişiriyordu. Onun için bu uçuşan beyaz noktacıklar dolu-molu da değildi.
Bunlar; Böygana ‘nın masallarındaki cinler olmalıydılar. Top oynadıkları söylenen cinler işte bunlardı. Gökle yer arasındaki boşluktaydılar. Bir türlü dur-durak bilmiyorlardı. Çevik sıçrayışlarla sağa-sola, yukarıya-aşağıya, öne-arkaya koşuşup, hoplayıp duruyorlardı. Kar gibi şuraya-buraya yağmıyor, yağmur gibi kamçılaya kamçılaya ıslatmıyor, dolu gibi orayı-burayı dövmüyorlardı. Bazen tek tek, bazen çift çift, bazen üçer beşer, bazen onar-onbeşer atlıyorlar, sıçrıyorlar, birbirlerinden kaçıyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, inecekmiş gibi yapıp yükseliyorlar, yükselecekmiş yapıp iniyorlar, şu yana gidecekken bu yana atılıyorlardı. Hikmet çocuğun iri iri açılmış gözleri, onların oraya-buraya koşturdukları topu aradıysa da, işte onu hiç bulamadı, hiç göremedi ve bulamayışını, göremeyişini de doğaldan saydı: Kendileri bu kadarcık olduktan sonra, kimbilir topları ne kadarcıktı? Hükmünü çabuk yürüttü: Cinlerin topları görülemezdi. Sokakta, çöplükte işte bu yüzden insan kalmamış olmalıydı. Cinler evlerinden-yerlerinden, inlerinden-deliklerinden, yurtlarından yuvalarından top oynamaya çıktıkları için, insanlar ayak altından çekilip evlerine kapanmışlar ve meydanı onlara bırakmışlardı. Cinlerin insanları nasıl çalıp çırptıklarını, Böygana üstüne basa basa süs için mi anlatıp duruyordu? Anası kablardaki bulaşık sularını dışarıya serpip savururken ona süs için mi “Aman gelin…’Destur, savuş…’ de, kızım… Sonra cinlerin üstüne serpersin bulaşık sularını… Kızarlar, bizi çalıp çırparlar sonra…” diye uyarıyordu?
Hikmet Çocuk, bir camın arkasından da olsa, kendisine herhangi bir zarar gelmeden cinlerin top oynayışlarını izleyebilmiş olmanın verdiği mutluluğun doruğuna tırmanmıştı. Anasının yardımıyla küçücük, yüksek pencereye mutsuz çıkmıştı ama o aynı pencereden mutlu inmekteydi.
- Kara devam mı, gelin?
- Yerini fısırik almış anacan.
- O zaman karın sonu yakın.
- Yakın olsa da, olmasa da kendi bilir. Patatesimiz, soğanımız, tezeğimiz, gazımız bizi bahara çıkarır.
- Öyleyse sen şu sobaya bir kemre daha at, kızım. Oda soğudu farkındaysan. Ahırzamana kaldık, gelin: Artık koyun tezekleri bile inek tezekleri kadar ısıtmıyor, baksana.
- Bir de atayım, iki de, anacan. Dilin dönsün. Yeter ki; sen şu Deli Dumrul ‘u az biraz avutadur.
Hikmet Çocuk atıldı:
- Deli Dumrul kimdir?
- Zorbanın biri oğlum.
- Zorba ne demek?
- Zorba; istediğini yaptıran adam demek.
- Hanı, nerede Deli Dumrul?
- Çarşıda, çocuğum.
- Ne yapıyor çarşıda Deli Dumrul?
- Ne yapsın adamcağız? Köprüsünün pay ortaklıklarını satıyordur herhalde.
- Ben de pay ortaklığı isterim.
- Sen işte onu biraz zor istersin. Kapımız açılmıyor. Unuttun mu? Haydi sen Böygana ‘yla konuşadur, ben de hem kemre getireyim, hem de şu lambaya biraz gaz koyayım. Çekilir çile değil; gündüz içinde gece yaşıyoruz.
- Aman kızım, asi olma, şükret. Bizim bulabildiklerimizi bulamayanlar da var.
Ana lambayı alıp çıktı ve nineyle torunu karanlıkta bıraktı. Nine, karşı evlerin duvarları yüzünden ışığı kesilmiş ve kar tozaklarıyla kapanıp gitmiş bulunan küçücük pencereye oturduğu yerden bakarak belli-belirsiz bir şeyler mırıldanmaktaydı:
- Sen kabirde, sen o dar günde yardımcımız ol, Allahım.
- Böygana, cinler nereden cin olmuşlar?
- Cinleri de bizler gibi Allah yaratmış, oğul.
- Anam neden “Tanrı” diyor, sen neden “Allah” diyorsun?
- Anan genç olduğu için “Tanrı” diyor, ben yaşlı olduğum için “Allah” diyorum. Gerçekte; anan da “Yaratıcı” demek istiyor, ben de.
- Ama ikisi birbirine benzemiyor.
- Onlar arasındaki benzerliğe değil, söyleyenin amacına bakmak gerek, oğul. Sen şu kadarını bil, yeter: “Allah” “Tanrı” dır ama her “Tanrı” “Allah” değildir.
- Peki cinler ne yerler, ne içerler?
- Cinler tezek yerler, kemik yerler.
- Bizim kışlık tezeklerimizi de yerler mi?
- Yerler.
- Ya etlerini yiyip attığımız kemikleri?
- Onları da yerler.
- Nerden biliyorsun?
- Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa, Sallallahualeyhivesellem bildirmiştir. Bir gün kendilerine Hasibin Cinleri ‘nden bir ekibin geldiğini, insanlardan şikayette bulunduklarını, kemikle ve tezekle insanların taharet almamalarını, yani dışarı çıktıktan sonra, onlarla temizlenmemelerini istediklerini, bunların kendi yiyecekleri olduğunu söylediklerini beyan etmiştir.
- Bizim yiyeceklerimiz cinlerin yiyeceklerinden iyi.
- Bizimkiler bize göre iyi, onlarınkiler onlara göre iyi. At otunu yer, kurt etini.
- Peki cinler ne içerler?
- Cinler bir şey içmezler, oğul. Onların alazlanmış ateşten yaratıldıkları bildirilmiştir. Su ateşe yaramaz. İçeceklerin hiçbiri yaramaz. Su ateşi söndürür, ateş suyu yakar, kavurur, kaynatır, buharlaştırır.
- O zaman onlara su serpelim, ölsünler.
- Günahtır.
- Anam onun için mi, sokağa su serperken “ Destur, savuş…” diyor?
- Serptiği su belki pistir, onları kirletir. Yahut temizdir ama onlara zarar verebilir. Anan onun için su serpmeden önce uyarıda bulunuyor.
- Uyarmasa olmaz mı?
- Olmaz. Hiçbir uyarı yapmaksızın, sen gelip geçerken kapıdan-pencereden-damdan senin üstüne kirli veya temiz su serpseler senin hoşuna gider mi?
- Islanırım, kirlenirim. Gitmez.
- Onların da gitmez. Hoşlarına gitmeyen, onlara zarar veren birşeyi niçin yapalım?
- Ama onlar da bizi çalıp çırpıyorlar. Bu da bizim hoşumuza gitmez, bize zarar verir.
- Kendilerine kötülük yapanları çalar çarparlar. Kötülük yapmayanı ne çalarlar, ne çarparlar. Sen kedinin kuyruğunu çeksen, o da seni ısırmaz mı?
- Bir kere çektim, ısırdı.
- Niçin ısırdı, kendisini korumak için, değil mi? Cinler de öyle. Kendilerini korumak zorunda kalınca çalarlar çarparlar.
- Böygana, Allah Cinleri bizi çalıp çarpsınlar diye mi yaratmış?
- Yok oğul. Allah cinleri de, insanları da kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. Cinlerin de uysalları, azgınları, iyileri, kötüleri var. Cinlerin de Müslümanları, kafirleri var. Kur ‘an ‘ı Kerim ‘i okuduğu zaman, çevresinde cinlerin keçeleştiklerini, yani dinlemek için birbirlerine sokuldukça sokulduklarını Hazreti Peygamber bildirmiştir. Beyanında, onların “Andolsun ki; biz özü-sözü doğru olan bir Kur ‘an dinledik. İnandık ve iman getirdik.” Dediklerini de belirtmiştir.
- Peki Böygana, “Kulluk etmek” nedir?
- Kulluk etmek tapınmaktır, oğul.
- Öyleyse; cinler niçin bizleri çalıp çarpmaya uğraşıyorlar? Allah ‘a tapınsalar ya?
- Allah ‘a da tapınırlar, insanları da çalıp çarparlar. Ama dedim ya. Her insanı değil. Gece karanlıkta, sokakta işerken “Destur, savuş…” diye kendilerini uyarmayan insanları, sokağa bulaşık suyu dökerken “Destur, savuş…” demeyenleri, karanlıkta bir yere çömelirken veya yürürken yahut merdiven inip çıkarken “Destur” demeyi unutanları, geceleyin hamamda uyuyup birbaşına kalanları, mezarlıkları çiğneyenleri falan çalıp çarparlar.
- “Destur, savuş…” ne demek Böygana?
- “Dikkat et”, “Yana çekil”, “kendine sahip ol” demek. Çünkü, insanlar bu türden uyarılarda bulunmazlarsa; cinler gereken önlemleri alamazlar, yana çekilemezler, kendilerine sahip olamazlar. O zaman da ya üstlerine basılır, ya serpilen pis sular üstlerine bulaşır, ya da kendileriyle çarpışılır. Onlar da kızıp insanı çalar çarparlar.
- Biz de “Destur, savuş…” demeyiz, üstlerine basarız, ezilirler.
- Tövbe de oğul; günah.
Ana elindeki ışığı güçlenmiş gaz lambasıyla içeri girerek odayı ışığa boğdu ve getirdiği koyun tezeğini sobaya attı.
- Neler saçmalıyor bu oğlan yine?
- “Destur, savuş…” Demeden cinlerin üstüne basmaya ve onları ezmeye kalkışıyor, akıllım.
- Bir gün çarpılacak bu çocuk.
- Aman Allah esirgesin.
- Çişim var…
- Hah, zamanıydı çünkü. Gel bakalım.
- Lambayı al.
- Karanlıkta da işeyemez, Deli Dumrul. Alamam lamba-mamba. Götürüp getirmekten usandım, biiir, lambayı veya şişesini kırarsak karanlıklarda kalırız, iki.
Fiske lamba merdiven başındaydı. Seki, basamaklar ve tandırbaşı karanlığa teslim olmuştu. Kar, damdaki tepe penceresini duvar gibi örtmüş, camda ışık geçirecek iğne deliği bırakmamıştı. Daha sekide, soğuk, insanın elini-yüzünü ısırmakta, karanlık, bedenleri kara bir çarşaf gibi sarıp sarmalamaktaydı. Fiske lambadaki fitilin ucu, bir topluiğne başını andırıyordu.
Hikmet Çocuk, soğuk ve karanlık basamakları anasıyla birlikte bilemeden, göremeden indi. Tandırbaşını onunla birlikte dolandı. Ev kapısına kadar uzanan karanlık ve soğuk toprak koridorda onunla birlikte yürüdü.
- Şu köşeye; kapının arkasına çömel şimdi. Sakın donunu kirleteyim deme. Duvarın dibinde su dolu bir teneke kutu var. Donmuşsa; kır buzunu elinle. İşin bitince önce suyla bir iyi taharet al, sonra da ellerini sımsıkı yıka.
- Ama ben çevremi göremiyorum.
- Gör, görme. Böyle olacak artık. El yordamıyla. Akılla.
- Sen gitme.
- Aaa, bir de seni mi bekleyeyim, benim bey oğlum? Haydi, işini bitir de gel odaya. Sen çiş edeceksin diye ben ciğerlerimi üşütemem.
- Korkuyorum.
- Az önce “Destur, savuş…” demeyip cinleri ezmeye kalkışıyordun ya, ayağının altında. Koskoca delikanlısın sen, korkar mı delikanlılar? Ayıp.
Ana fiske lambayı yere bırakıp soğuğu ve karanlığı kötüleye kötüleye yürüdü gitti.
Hikmet Çocuk soğuğa ve karanlığa çömelmişti. Korku dolu gözlerle karanlıkları delmeye, olmayanı olurlamaya çalışıyordu.
Bir-iki dakika işler iyi gitti fakat ikinci dakikanın sonunda kantar ağırlığı kaldıramadı. Bir anda karanlıkları körpe çığlıklar yırtmaya başladı. Hikmet Çocuk, pantolonu ve donu dizlerine kadar sıyrılmış bir halde, son derece büyük bir korkuyla dilsiz evi dile getiren acı çığlıklarla duvardan duvara vurarak, sekinin basamaklarına çarpıp kapaklanarak, eski tahtaları gıcırdatıp yaylandırarak odaya içeri mancınıktan atılan gülle gibi düştü. Lamba, yardıma kalkan ananın elindeydi ve Böygana kapı dibinde ayaktaydı:
- Ne oldu, çocuk?
- Cinleeer… Cinleeer… Benimle ilişkiye geçtiler…
- Aman Tanrım, çekeceğimiz var bu oğlandan. Ne cini, ne ilişkisi oğlum?
- Damağını çek gelin. Aman oğul, cin ne aramış bu evde?
- Vardı vardı vardı… Bak, işaret koydular tepeme… Beni tanımak ve çalıp çarpmak için…
Kadınlar lamba ışığında eğildiler. Çocuğun tam tepesindeki saçlar belli-belirsiz ayrılmışlardı ve saçların arasında kızarmış, didiklenmiş kafa derisi göze çarpmaktaydı.
- Bunun saçları aralanmış ve kafası hafifçe kanamış, gelin.
- Cinler… Cinler yaptı… İşaret koydular tepeme… Sivri sivri bir şeylerle…
- Gel, başımın tatlı belası. Gel, hem kıçını silelim, hem de gösterelim sana şu cinleri.
- Gelemem… Çalıp çarpacaklar beni… İşaretlediler tepemi…
- “Gel” dedim ya, gel artık. Söz senin sözün mü, Deli Dumrul.
Ana bir eliyle lambayı, obir eliyle Hikmet Çocuk ‘ûn bileğini kavradı ve onu sekiden geçirip basamaklardan indirerek çeke çeke ev kapısının arkasına kadar götürdü.
- Bak akıllım. Dedi. Kapının arkasından duvara bir demir çubuk atmışız ve onu tavuklarımıza tünek yapmışız. İşte, dört tavuğumuzun dördü de burada, tünekte. Uyuyorlar. Sen karanlıkta tam bunların altına çömeldiğin için, onlar da eğilip senin kafanı gagalamışlar. Yani yenir mi, içilir mi diye az biraz tadına bakmışlar. Olay bundan ibaret. Korkmana gelince; o çok doğal. Zira; sağolası Böygana sana hep ürkütücü masallar anlatıyor. Bu bir. İnsanlar karanlıktan korkarlar, aydınlıktan korkmazlar. Bu da iki. Sen büyüye büyüye okuyacak, okudukça aydınlanacak, aydınlandıkça da karanlıklardan korkmayacaksın. Anladın mı, benim yavrum? Hadi gel şimdi; kıçını silelim.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) nun
Hikmet Çocuk 'un İlkleri isimli öykülerinden > 1-31/219)
Devam edecek...
İsmet BarlıoğluKayıt Tarihi : 21.2.2007 22:34:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Müteveffa ağabeyim Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun öykü türündeki bu eseri İLKLER anabaşlığında incelenebilir. Hemen tamamı kendi özyaşantısını yansıtan bu öyküler; 'Hikmet Çocuk 'un İlkleri', Hikmet Genç 'in İlkleri', 'Hikmet Baba 'nın İlkleri' ve 'Hikmet Dede 'nin İlkleri' şeklinde düzenlenmiştir. 4 Ayrı öykü kitabı halindedirler. Bugün, 'Hikmet Çocuk 'un İlkleri' ne başlıyoruz. Her bir yaşam dönemine ait hikayeler de kendi içlerinde küçük başlıklar halinde yer almaktadır. 'Cinleri İlk Görüş' le başlıyoruz... Sizlere de bana da kolay gelsin. Kolay gelsin, çünkü; ben bunları daktilo ile yazılmış orijinallerinden tek tek yazarak bilgisayar ortamına kaydedip sonra da sitemizde sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Sizler de sadece zahmet ve sebat edip okuyacaksınız... Lütfederseniz. Selam ve sevgilerimle...

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!