Ilginc Rastlanti Şiiri - Yorumlar

Hüseyin Arslan 3
116

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

İlginç Raslantı


Bu yıl Ağustos ayının dördünden itibaren yıllık izinimi kullanmak için izine ayrılmıştım. Ỉzini planlarken amacım yirmi günlüğüne bir Ỉstanbul ziyareti olacaktı, ama çeşitli ve kişisel sebeplerden dolayı bu izinimi erteleyerek Ỉstanbula gitmekten son anda vazgeçmiştim. Ve gerçekten iyi de yapmamıştım. Yıllardan beri ihtirasla istediğim bu ziyaret kendi hatalar zincirimin sadece bir halkasıydı benim biyografimde... Ben de kendimi teselli ederek gezdiğim şu Almanya’nın Frankfurt am Main kentinde kendime her gün can sıkıntılarımı aşmak için geliştirdiğim bir yöntem buluyordum. Bu kafeterya senin, şu bar benim diye dolaşıp duruyordum. 11 Ağıstos 2008 tarihi de aslında diğer günlerden farklı bir gün değildi, ben iyi uyumadığım bir gecenin ardından her zamanki gibi tıraşımı olup, duşumu aldıktan sonra temizce giyinerek gönlümce bir gün geçirmek için evden zevkle ve ıslık çalarak çıkmıştım, beni görenler ya lottodan para kazandığımı, ya da yeni bir bayan arkadaş bulduğumu sanarlardı. Bu sevinç rüzgarıyla tramvay durağına doğru hızlı ve neşeli adımlarla yürüdüm. Tahminen beş dakikalık bir bekleyişten sonra beklediğim tramvay geldi ve ben yine her zaman ki gibi boş koltuklardan birine oturarak yeni başladığım kitabımın sayfaları arasına gömülerek içimdeki neşesiz sevinci, neşeye dönüştürmeğe ugraştım. Okumanın zevkini gerçekten beşinci ve altıncı cümleden sonra olsa gerek, alarak tattım. Kaşımı kaldırdığımda tramvay da istediğim durağa gelmişti zaten. Ben de bu süre içinde bu kitaptan yedi sayfa kadar bir kısmı okumuştm. Kitabın konusu aydın, ilerici bir tarih öğretmeninin, öğretmenliği sırasında tarih derslerinde alışılagelmiş resmi tarihi irdeleyerek büyüteç altına almasından dolayı karşılaştığı güçlükleri anlatıyordu. Yani resmi tarihin „yalanlarını“ gerçekten gün ışığına çıkaran yöntemler kullanan bu Atatürkçü Öğretmen bir yönüyle aydın kuşaklar yaratmanın mücadelesini verirken, gelecek kuşaklara okuma sevgisinide aşılamak için verdiği olağanüstü gayretlerini sıralıyordu. Çünkü Türkiye’de 1950 yıllardan beri her alanda görülen yozlaşma en çok eğtim alanında gerçekleştirildiği için, sanırım ülkemizin şu an karşılaşmış olduğu sorunların da geçen 60 yılda ülkeye hükmeden bütün gerici ve sağcı partilerin dini kullanarak istedikleri başarıyı elde etmeleri bunun bir göstergesi olsa gerek. Bunun tersini iddia etmek demek, „kuma kafa gömerek, dünyaya bakmak“ demek olduğunu her aklı selim insan anlayacaktır. Cumhuriyet, Türkiye’ de Avrupa’da ki gibi tabandan gelişerek kurulan bir halk hareketi olmadığı için gelişimi de ancak askeri kontrollerle geçici başarılara imza atarak kalıcı olma mücadelesini sürdürmüştü. Ne zamanki benim deyişimle sözde „inmek – binmek demokrasisi“ endüstrileşmeyi yaşamamış, yarı kentli, yarı köylü, okuma yazmayı kıt kanat beceren, düşünmeyen, sorgulamayan, itaatkar bir halkla salt çoğunlukları sağlayarak ikdidardaki partiler istedikleri kadroları, istedikleri bakanlıklara getirerek adım adım iktidarlarını kuruyorlardı. Bu bir yönüyle bana Selçuklu Devleti’nin feodal beylerinin karşılıklı sürdürdükleri it dalaşını andırıyordu. Bir kaç ilerici Kemalist aydının ve Kemalizmi canı pahasına savunan subay kadroları işin üstesinden gelemiyorlardı. Çırpındıkça batış misalini oynayan „Türkiye Sosyaldemokrasi’sinden ümitler tamamen kesilmişti. Kısa msafede kitaptan edindiğim bu bilgiler benim içimdeki öteki acılarımı bir nebze de olsa dindirmişe benziyordu. Ỉnisten hemen sonra ilerideki bankama giderek biraz para alıp harcamak istiyordum. Ỉlk işim kremalı bir Cappuccino içerek güne merhaba demek olacaktı. Ben gerekli parayı kontomdan çektikten sonra şehirin merkezine doğru giden onlarca metro ve tramvaylardan dört numaralı metroya binerek on dakikalık ikinci bir yolculuktan sonra istediğim istikamete de gelmiştim. Binlerce insan içinden sıyrılarak uzunca yürüyen merdivenlerden birine atlayıp sessiz ve sakince etrafımı ayrıntılarıyla inceleyerek Kadınlar Kilisesi’ni geçip, Frankfurt Merkez Kütüphanesi’nin merkez binasındaki Kafeteryaya gelmiştim. Hemen köşedeki boş masalardan birisine rahatça oturarak solumdaki masada oturarak kahvesini içip kaşığını yalayan güzel bir Alman bayanı gizlice göz altından seyretmeğe başladım. Bu arada garson kızın gelmesini bekleyerek listeyi elime alıp evire çevire döndürerek bakmış gibi yaparak öyle duruyordum. Hava bu ülke için normalin biraz üzerinde olduğu için cappuccino içme fikrimi bir saniyede değiştirerek büyük bir cam tabakta 5.90 Euro değerinde mevalı bir dondurma ısmarladım kendime… Bu arada bir yandan da çaktırmadan sol tarafımda oturan bayanı hala seyretmek için arada sırada ona dogru bakışlar fırlatıyordum. Bu arada şehirin bu ana merkezi sayılacak yeri bana Türkiye’de ki bayramdan önceki Pazar yerlerini andırıyordu. Daha on dakika geçmeden ananaslı, kivili, mangoslu ve kirazlı dondurma tabağım da gelmişti. Kendi içimden bu manzara görülmeye değer diyerek geçirdim ve eğer hava sıcak olmasa çok yavaş yeme isteğimde olabilirdi. Ama ben normalden fazla acele ederek yavaş yavaş meyvalı dondurmamı kaşıklamağa başladım, dondurmayı yerken, bir yandan da bu orta güzellikte ki Alman hanımla bir diyalog kurmanın felsefesini yapmağa uğraşıyordum. Bayan kırkını ya yeni aşmış, ya da kırkına yeni basmıştı yaş itibariyle… Ö öyle sesiz başı öne eğik melankolik ve elemli bir şekilde düşünürken; ben onun elbiselerini, saçını, ellerini, giydiği ayakkabısını, omuzlarının duruşunu, göğsünü, yüz ifadesindeki mimikleri, sukunetini ve kilosunu tahmin ederek zamanımı geçirmeğe çalışıyordum. Sonra birden güneşin dönüşüyle gördüğüm yüzünün soluk oluşunu görmem, duygularımın emriyle harket eden mantığım, onunla kontak aramama gerek olmadığı sinyalini beynime gönderdi. O şu andan itibaren kilolarının aradığım özelliklerde birisi olmasına rağmen benim beynimdeki formata uymuyordu. Bakımlı yüzleri, onun içindeki gizli soğukluğu gizleyemiyordu. O bu arada yinede bir iki defa benim tarafıma bakarak hesabını ödemek istiyordu. Bunu ben davranışlarından anlamıştım. Ama ben açık vermeden bir daha onun tarafına bakarak karşılıklı bir gülümseyişle cevaplandırmıştım. Gayet sakin olan bu hanımefendi, acaba benim bakışlarımı farkedip rahatsız mı oldu diye içimden geçirirken o da hesabınını ödüyordu. Ben ona bir daha tepeden tırnağa bakarak vucut olarak hiçte fena sayılmayan bu hanımla neden iyi bir diyalog kuramadığıma hayıflanırken, bu kez ki bakış ondan geldi ve gülümseyerek, kibar Almancasıyla „size iyi günler diliyorum“ diyerek kalkıp ters istikamete doğru yürüyordu. Bende hemen hafifçe başımı çevirerek ona baktığım da o hemen yandaki oldukça modern mimari bir tarzda yapılmış bir binaya girmek için sol cebinden çikardığı şifreli kartı ile kapıyı açarak bu binaya girdi. Bina Franfurt Belediyesi’ne ait bir bina idi. Kapının hemen girişinin sağ yanındaki kartallı armanın altında: Kadınlardan sorumlu bir müdürlük kolu olduğu anlaşılıyordu (Frauenbeaufrtagte für Frankfurt am Main).

Ben bu dikattli bakışlarımı bir kişiye endekslerken rüzgar gibi kayıp olan bu insan için daha fazla bir düşünce derinliğine dalmaktan vazgeçerek, düşüncelerimde geri dönüp masama geldim ve meyvalı dondurmamı kaşıklamağa devam ettim. Bu benim birden iç dünyama dönüş ile geride bıraktığım o acılı, ama çok acılı ayrılık olgusunu yine dimağıma sokmağa uğraştığı için beni bir kez daha zorluyordu. Ama bu artık benim için çaresiz bir durumdu, ben bu ilişki için gösterilecek bütün özveri ve gayretleri göstermiş olmama rağmen karşı taraf sürekli beni suçlayarak yeni kurallar koymuştu. Artık yeni şartların bittiğini anladığında ise, sudan bir bahane ile benden bir daha görüşmemek üzere ayrılmıştı. Bana da bu çaresiz duruma boyun eğişten başka bir sorumluluk düşmediği için, zoraki kabullenmenin dışında bir alternatif kalmamıştı. Kendimi teselli edip, ağlayan kalbimi, suni yüz gülüşleriyle örtemeğe çalışmayı sanat edinmek için yeni yöntemler üretiyordum kendi kendime… Böyle karmaşık düşünceler içerisinde kıvrılıp dururken, kitabımı çantamdan çıkarıp okumağa başlama isteği belirdi birden içimden. Ỉçimdeki sonsuz istek bu kitabı sıkıcı bir kitap olmasına rağmen, bir çırpıda okuyup bitirme isteğiydi. Onu özenle cantamdan çıkarıp kaldığım yerden okumağa başladım. Ben yaşanılan dünyadan koparak hayatın başka bir gerçeğine kendimi bırakarak okuma yoluma devam ettim. Kendimi Tuna Nehiri’nin akan sularına bırakan eski bir sandal gibi sayfaları sakin bir şekilde okuyarak yaprak yaprak çevirip kitabın derin iç dünyasına verdim. Oradaki betimlemeler öylesine derince işlenmiştiki, bir taşın anlatımı bile bazen üç sayfa kadar sürüyordu. Bazen düklerin, lordların o zengin malikhanelerinde bütün maddi zenginliklerine rağmen onlarında mutlu olmadıklarını biraz daha yakından öğrenme olanağım olmuştu bu kitabın bu bölümünde… Duvarları sağlam şatolar, bahçeler, yüzme havzları, kapıdaki korumalar, kıralların ebedi saray eğlenceleri yinede tarihte binlerce „Sisifus Sendromları“ bırakarak, acı hatıraları sadece yoksulların yoksullukla yaşamadıklarını hatırlatıyordu bana. Burada buna onlarca örnek verilebilinirde aslında… Evet, Arthur Schnitzler’in biricik kızının intihar etmesi, hemen hemen yanlızlıkla boğuşup ölen Napoleon, Viyana Operasının yazarı Van der Null, eseri Viyanalılar, özellikle de Ỉmperator tarafından eleştirilere dayanamayarak intihar etmesi gibi… Örnekleri çoğaltabiliriz, ama ben içimizi karartmamak için daha fazla misale gerek duymuyorum burada. Fakat inanılan Tanrı işleri daha da zorlaştırarak, imparatorlarında acılarını dindirmek yerine artırmıştır. Ben burada Avusturya – Macaristan Ỉmparatorundan bahsetmekteyim. Bu ada niye geldigimide hemen sizlere izah etme gereği duyarsam, gerçek şudur ki birinci dünya savaşının arefesinde gelişen olaylara biraz değinmek olacaktır. Bu bölgede süren iç karışıklıklardan bunalan bu adam, aynı zamanda duyarlı ve dertli de bir insan olmasından dolayı sabahın erken saatlerinde uyanarak bir tiyatrocu olan metresi (kapatması)nin kapısını çalarak ona günlük yaşamın bunalımlarından kalarak içini dökermiş. Çünkü koskoca Ỉmparator sarayında yanlızlığın acısını çekmektedir. Bu sıralarda koskoca imparatorluk sarayında kimse kalmamıştır. Onun sevgili karısı güzel Elizabet (Sisi), diye anılan Kraliçe kafayı sıyırıp, ruhu çok bozuk olduğu için zamanının çoğunluğunu Viyana’dan ayrılarak Avrupa’nın çeşitli yerlerinde geçirirmiş. Bu küçük örneklerde de görüldüğü gibi bazen maddi varsıllık mutluluk kaynağı olamıyor. Kitap bu ve buna benzer bir sürü tarihsel örneklerle, o can sıkıcı özelliğini terkederek, yerini bir akıcılığa birakmıştı. Bu bilgiler aynı zamanda benim içinde bir tekrardı. Lise yıllarındaki bilgilerimi böylelikle ya pekiştiriyor, ya da „aha“ diyerek heycanımı kendi içimde yaşıyordum. Yani bir yönüyle geçmişin kokusu yeniden aromatik bir hal alarak burnuma mis gibi güzel bir koku getiriyordu.

Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta