İkimizde susuyoruz.
Ayaklarını denize daldırıp gözünü ufka dikerek kıyıyı bekleyen uzun yeşil saçlı bir çay bahçesinin kucağındayız. Hafif bir rüzgâr var; sıkça dizilmiş küçük tahta masaların örtülerini kaldırarak yüzümüzü yalıyor. Çok uzaklarda bir balıkçı teknesi süzülmekte. Fener kimsesiz…
Sabah saatleri. Ortalık dingin. iki masayı birleştirerek etrafına toplanmış nargile tiryakisi birkaç ihtiyardan başka kimsecikler yok. Kimi gelininden, kimi damadından, kimi de oğlundan ya da kızından yakınıyor.”rahmetli sağ olsaydı, onun yeri bambaşkaydı! ”ünlemleriyle yalnızlıklarının altını çiziyorlar. Biraz önce herkese çay dağıtan garson çocuk da görünmüyor artık.
Karşılıklı oturuyoruz.
İki uzak şehrin, iki uzak kıyısında.
Aramızdaki uzaklık aşılması olanaksız bir boşluğa dönüşüyor zamanla. Aynı noktadan çıkan sularını ters yönlere fışkırtan fıskiyenin iki kolu gibiyiz. Savruluyoruz.
Ben boğazıma kadar yükselen boğuntunun yutkunmamı engelleyeceğinden korkarak çayımı içmeye yeltenmiyorum. Sana söylediğim çay da çoktan soğudu. Ağzımızı bıçak açmıyor.
Elimdeki çakmağı evirip çevirerek masanın örtüsündeki rengârenk geometrik şekilleri izliyorum. Kırmızı üçgenler üzerine oturtulmuş lacivert dikdörtgenler; kesişen yeşil beyaz daireler; iç içe geçmiş mavi siyah beşgenler; yan yana dizilmiş turuncu siklamen silindirler; başka hiçbir şekilde kesişmeyen ve örtüşmeyen sarı elipsler ve kahverengi kareler… Düzensizliğin oluşturduğu bu renkli düzen öyle hoş görünüyor ki, bir an bu şekillerden biri olup örtünün dünyasına karışmak istiyorum. Kendimi boşlukta yüzen şu turuncu karenin yerine koyuyorum. Turuncu yaşam karşılığı, dirimin, var olmanın; kare ne istediğini; ne aradığını bilmenin, boşlukta yüzmekde uzun süredir içimde büyüyen hiçbir yere sığamama duygusunun.
Uluslar arası bir sergide, yüzlerce eseri gözden geçirdikten sonra, karşısında dona kaldığım bir karikatürü düşünüyorum. Büyük bir kafes vardı. Minicik bir kuş, kapısı açık kafesin dışında. Ayağından, kalın ve kısa bir zincirle kafesin içinde duran kocaman bir gülleye bağlı. Özgür olma hevesi kursağında kalmış; acı bir yanılsama oturmuş gözbebeklerine. Onlar benim gözlerimdi. Duruşum da şu turuncu kare şimdi.
Sen şu sarı elips olmalısın. Renklerimiz birbirine ne kadar da yakın duruyor, oysa hiç benzeşmiyoruz. Belki de kumaşlarımız farklı. Sen ellerini birbirine bağlamışsın… Yüzün denize dönük. Gittiğin uzaklıkları ölçüyorsun. Uzun Zamandır gitmek özlemiyle hep ufka bakan, sonra da iç çekerek kendine dönen ihtiyarlara benzetiyorum seni. Bin yıl yaşamak isteyip te bunun olanaksızlığını bilen çaresizlere. Kırık bir mermer parçasının üzerinde, onlarca bakır telin birbirine sarılarak oluşturduğu bir kök ve kupkuru bir ağaç görüntüsü. Ağacın en uç dalında, iyice açtığı kanatlarının üzerinden gökyüzüne bakan kırmızı ağızlı bembeyaz bir kuş. Aradığını bulamamış; her an uçmaya hazır.
Durup durup iç geçiriyoruz, dudaklarımızı ısırarak. Kimbilir hangi yoksunluklarımızın açtığı boşluklar üşüyor. Yanıtı olmayan sorular soruyor gibiyiz. Örtüşmenin ve paylaşımın çok gerilerde kaldığı bir tekilliği yaşıyoruz. Üstünde durduğumuz eşik, yaşanmış güzelliklere duyulan özlemle, bir daha böyle bir kesişmenin gerçekleşmeyeceği korkusunu harmanlayan bir karmaşa. Tam anlamıyla kopulabilse düğüm belki çözülecek, ya da herkes kendi düğümünü içine atacak.
Başlayan her şeyin bir gün biteceğini bildiğim halde kabullenmediğimden, duyumsadıklarımı dillendirebileceğimi sanmıyorum. Nedenlerden çok sonuçtan eminim. Hiç bir açıklama bu yitimin ağırlığından kurtaramaz beni biliyorum. Geçmişle hesaplaşmak niyetinde değilim. Toplanıp çıkarılacak. Çarpılıp bölünecek, oranlanıp yüzdelenecek veriler bile kalmadı. Tonlu-tonsuz, yumuşak-sert, sesli ya da sessiz hiçbir sözcük yerini bulamaz, farkındayım.
Suskunluğun bir köşesine saklanıyor, kıpırdayamıyorum…
Bütün anlamları tükettik. Söz yok; işaret yok. Öylece duruyoruz. Suskunluğumuz gitgide derinleşerek içine düşen ne varsa yutan bir kuyu. İkimizden biri konuşmayı başarabilirse, sesi kuytulardan yankılanarak yeryüzüne ulaşan boğuk titreşimlere dönüşecek. Sesin nereden geldiğini anlayabilmek için başımızı kaldırmayı başarabilirsek, daha önce karşılaşıp karşılaşmadığımızı anımsayabilmek için belleğimizi zorlayacağız.
Rüzgâr toz kaldırarak şiddetleniyor. İrkiliyorum. Yüreğimdeki soğumayı dengeleyip bastıracak daha yoğun bir üşüme özlüyorum. Kar yağmalı örneğin. Bir önceki kış hatırladın mı üç gün arka arkaya ne tipiydi ama. Ve gece çıkmıştık. Ve modada kayıp düşmüştük önce ben sonra sen… Ne hoştu…
Şimdi kar yağmalı. Her yer beyaza kesmeli. Sonsuz beyazlık gözümü almalı parlayarak. Ölümün her şeyi eşitlediği gibi tüm görüntüleri tek renge indirgemeli. Durmadan sallanan içimdeki salıncak yavaşlamalı. Kulaklarımdaki uğultu susmalı. Ya da durmadan uçmak isteyen içimdeki balonu salıvermeliyim gökyüzüne; hiçbir yere sığmayan yüreğimi de ucuna takarak:
Göçmen iki kuş, soğuyan havadan titreyerek iyice büzülüyoruz. Kucağında susarak kendimizi güvende hissettiğimiz bu limana da sığınamıyoruz. Demir almak gerek. Gözlerimi kapatıyorum. Fenerdeki ışık olmuşum; önümden kayarak giden balıkçı teknesine göz kırpıyorum, içim kan ağlayarak. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum; kırmızı gagalı bembeyaz bir kuş kanat çırpıyor, ağzında koyu yeşil tek bir yaprak.
Kafesimi sürüyerek yola çıkıyorum. Geriye dönüş yok.
Gittikçe hızlanan rüzgâr örtüyü savurup denize uçuruyor. Bıraktığımız boşluğa yayılan nargile fokurtularından başka ses yok; acı da…
Kim bilir, belki böyle bir çay bahçesi hiç olmadı…
“herhangi bir yer ve herhangi bir zamanda sana ve bana yazıldı…”
Mustafa Küçük 2Kayıt Tarihi : 8.5.2009 23:38:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!