İhtiyar Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İhtiyar

İHTİYAR

Mahmur tepelerin üstlerinden yükselen körpe sabah güneşi, o büyük kalabalıkla karşılaşınca gözlerine inanamadı.
Ortalık ana-baba günüydü. Kentin tek alanında mahşeri andıran bir kalabalık vardı.
Caddeler, sokaklar, mağazaların, dükkanların, evlerin önleri, kapıları, balkonları, pencereleri, duvarların üstleri, ağaçların dalları insan doluydu. Sevinç çığlıkları, haykırışlar, bebek ağlamaları, mantar tabancası sesleri ve maytap cızırtıları damlarda koşuşan kedi miyavlamalarına, ağaçlardan ağaçlara uçuşan kargaların kanat seslerine ve yaygaralarına karışmaktaydı. Kimse kimsenin umurunda değildi. Kimse kimseyi horlamıyor, kimse kimseyi ayıplamıyor, kimse kimseyi ele alıp yere vurmayı aklından geçirmiyordu. Kalabalık arasında her yaşta, her başta, her nitelikte, her kılıkta insan mevcuttu. Kimi kadınların üstlerinde rengi atmış ve kısalmış gecelikler, kimi erkeklerin altlarında paçalarından bağlı uzun donlar, kimilerinin sırtlarında giyilmeden omuzlara atılmış paltolar, kimilerinin ayaklarında terlikler, kimilerinde tek eş ayakkabılar ve kimilerinde de takunyalar göze çarpmaktaydı. Bazılarının geceyi henüz tüketememiş oldukları ceketli-pantolonlu-gömlekli-kravatlı-kunduralı hallerinden anlaşılmaktaydı.
Körpe sabah güneşinin serin ışıkları altında evler, dükkanlar, mağazalar, caddeler, sokaklar, ağaçlar, şuraya-buraya uçuşan kuşlar ve insanlar yavaş yavaş geceyi soyunmakta, gündüzü giyinmekteydiler.
Kimi yüzlerde sevinç, kimi yüzlerde korku ve dehşet, kimi yüzlerde birer körpe umut, kimi yüzlerde birer derin şaşkınlık ve kimi yüzlerde de ac birer uykusuzluk gezinip duruyordu.
Polisler ve gerçek görevlerinin ne olduğu bilinemeyen bazı başka görevliler, kalabalığın belirli sınırlar dışına taşmasını önlemeye çalışıyor, polis arabalarının ve cankurtaranların sirenleri hoparlörlerin gürültülerine-uğultularına karışıyor, her kafadan bir ses çıkıyor ve kalabalığın uğultusu kulakları zorluyordu.
- Simit geldi abeeem… Taze simiiit… Sabah simitleriii… Çatalfırın ‘dan bu simitleeer… Simiiit…
- Kaynıyor çorbaaam…
- Sahleeep… Sıcak sahleeep…
- Taze hamsiii… İri iri hamsileeer… Deniz kuzusu bunlaaar…
- “Bana çıkmaz.” Demeyin… Ya çıkarsa? .. Milli Piyangooo… Bahçekapı, Nimet Abla biletleriii… Kazı-kazan vaaar… Oynanmış Loto ‘lar geldiii…
- Yoksula bir sadaka.
- Bana ne, bana ne… Ben Çokomigo ‘mu isterim…
Her güçlü itiş-kakışta, her araba geçişinde kalabalık, rüzgarda dalgalanan ekin tarlaları gibi esniyor, yaylanıyor,, baklaları birbirinin üstüne yığılıyor ve arada sıkışıp örselenenlerin-ezilenlerin haykırışları kalabalığın uğultusuna karışıyordu.
Adam, çok zorlu birtakım kovalamacalardan sonra kentin göbeğindeki alanda sıkıştırılmıştı. 35-40 Yaşlarında, esmer, iri-yarı, kaba-saba bir şeydi. Kara, kirli ve yağlı saçları başındaki eski kasketin yanından-yöresinden dışarı fışkırmıştı. Koç boynuzlarını andıran palabıyıkları yanağını dövmekteydi. Üstünde düğmeleri kopmuş, rengi solmuş, kolağızları örselenmiş eski bir ceket vardı ve ceketinin kolları, enli ve güçlü bileklerinin bir hayli yukarılarında kalmaktaydı. Pençe pençe kan içindeki beyaz gömleğinin yakaları açıktı ve açıklıktan geniş göğsünün upuzun, kapkara kılları görünmekteydi. Ceketinin altında kırışık-buruşuk, rengini yitirmiş eski bir pantolon göze çarpıyordu. Çorapsız ayaklarında çamura-gübreye-samana bulanmış kunduralar mevcuttu. Alana ve alandaki kalabalığa ta tepelerden bakan bir tutuma sahipti. Sağ elindeki tabancanın namlusunu, sol pençesiyle gırtlağından kavramış bulunduğu yaşlı bir kadının kafasına dayamıştı.
- Yanaşayım demeyin… Diye gürlüyordu. Dağıtırım kadının beynini, dinime-imanıma…
Yaşlı kadın yetmişini aşmış görünmekteydi. Başındaki soluk renkli eski yazma sıyrılıp geriye kaymış, altından çıkan saçları dağılmış ve terden sırılsıklam olmuştu. Çekilip küçülmüş yüzünde, sıkıntılarla geçmiş bir yaşamın derin kırışıklıkları ve arsız buruşuklukları vardı. Korku, erkekleşmiş kaşlarının altındaki fersiz gözlerini acımasızca irileştirmişti. Dişleri yokru ve burnu ağzıyla birleşmişti. Etsiz avurtları bir içeri çökmekte, bir dışarı kabarmaktaydı. Kamburu emektar ve soluk renkli bir atkının altına sığınmıştı. Bedeni, pazenden dikilmiş eski-püskü bir entari içindeydi. Kurumuş dalları andıran kollarından biri dirseğine kadar dışarıdaydı. Ayaklarında, arkaları boşta kalan eski terlikler mevcuttu. İnsanda yaşın öneminin olmadığı, canın öneminin olduğu, yaşlı kadının zorbanın elinden habire kurtulmaya çalışmasından anlaşılmaktaydı. Fakat bunu kolay kolay başaramayacağı öylece ortadaydı. Zira; ihtiyarın hükmü; dişlerini gırtlağa geçirmiş bir aslanın pençesindeki ceylan kuzusu kadardı.
Polisler alanı çepeçevre kuşatmışlardı. Kurşun menzilinin dışındaki çemberde, bireyleri birbirine çitenmiş bir görevli kalabalığı vardı. Olası kaçış yollarının tümü polisçe tutulmuştu. Damlarda, balkonlarda ve çatılarda keskin nişancılar beklemekteydi ve çemberden içeri uçan kuş giremiyordu.
Olay tekti ama söylenti çoktu.
- N ‘apmış bu adam usta?
- Ne “Adam” ı oğlum? Canavar, canavar. Tam beş âdet insan öldürmüş.
Yakınlardan biri atıldı:
- Eksik söylüyorsun. Yedi âdet.
Geceyi henüz tüketemediği anlaşılan takım giysili bir genç adam çatık kaşlarıyla araya girdi:
- Sözlerinizde yanlışlar var. Sözcükleri karıştırıyorsunuz ve yerlerinde kullanamıyorsunuz. “Âdet” kadınların kanamalarına denir. Alışılagelmiş davranışlar da “Âdet” tir. “Aded” ise; “Sayı” demektir. İnsan sayısından söz edilirken “Âded” denmez, “Aded” kullanılmaz. “Dört insan”, “Dört polis”, “Dört asker” biçiminde söylenir ve “Dört aded polis, beş aded asker” biçiminde söylenmez. İnsan yerine kullanılan “Kişi” sözcüğünde de böyledir: “Beş kişi, on kişi” denir de “Beş aded kişi, on aded kişi” denmez.
Çiftçi görünüşlü biri, dişlerini küçükdiline kadar göstere göstere güldü:
- Bizim orlarda garlar sesleniler gocalarına “Gişi” diye.
- “Erkişi” Yerine kullanılır da ondan.
- “Erkişi” de ne dimek?
- “Erkişi” yi bilmeyen erkişiler de varmış bu toplumda meğerse. Gelmiş de bunların arasında Van Gölü ‘ne kapak vurmaya kalkışıyorum.
Ötelerden biri kalabalığın üstüne üstüne abandı:
- Bırak lan sabah sabah ütüyü-fırçayı da, haber bültenini alalım, haber bültenini. Beş kişiyi mi iyi etmiş adam, yedi kişiyi mi? Nasıl vurmuş, neden vurmuş, ne zaman vurmuş, anladın mı?
Esmer, orta boylu, kasketli, köylü tipli biri söze karıştı:
- O garıyı neden rehin aldığını niye sormiyirsin? O ki; herbi şeyi sordun, e bir de onu sor, parlım.
- Neden sorayım, anladın mı? Neden rehin aldığı belli. Kendine kalkan yapmış baksana.
Takı giysili genç adam araya girmeden edemedi:
- Elegeçirilmiş kadına “Rehin” denmez, “Rehine” denir.
Kalabalığın üstüne üstüne abanan, bu kere yanındakine döndü:
- Sen biliyor musun, nedir bunun aslı-faslı?
Adam omuzlarını kaldırdı:
- Valla babam, ben hiçbirşey bilmirem. Benim bu konuda herhangi bir mamulatım yoktur.
Akıldanesi duramadı, araya girdi:
- Yanlış konuşuyorsun arkadaş. Ona “Mamulat” denmez, “Malumat” denir. Bilmediğin sözcüğü niçin kullanıyorsun? Şuna Türkçe “Bilgi” desen; zarara mı girersin, yoksa; ille onu kullanasın diye Arap ‘la anlaşman mı var?
Evinden atlet ve pijama katına fırladığı anlaşılan orta yaşlı, kabarık sakallı, kel kafalı biri, durduğu yerde sağı-solu koltuklayıp kendisine daha geniş yer açmaya çalışarak homurdandı:
- Sen onlara neden soruyorsun be? Soruyu sor bana, yanıtını vereyim sana. Çemberin ortasında gördüğün o adam, karısını bastırmış oynaşıyla. Oynaş vurmuş bunu, bu da vurmuş onu. Sonra karıyı şişlemiş. Karının kardeşi ulaşınca; sermiş onu da yere. Al sana üç cendek. Kaynanayı-kaynatayı yedekparçadan sayıp sıralamış, etti beş. Sonra atmış kendini komşu eve. Elegeçirmiş o yaşlı kadını. Oğlu-damadı elinden almaya kalkışmışlar, o zaman cendek sayısı çıkmış yediye.
- Yani gerçekten öldürmüş mü onca adamı?
- Kıl kadar kuşkun olmasın. Ortada namus davası var. Adam babayiğit adam. Vurmaz da durur mu? Vurmuş ve hiçbirini sağ bırakmamış.
Polis arabalarının birinin üstündeki hoparlörün sesi alandaki tüm gürültüleri bastırdı.
- Heeey, sen… Çemberdeki adam. Polis konuşuyor. Bizi dinle ve lütfen anlamaya çalış. her şeyi araştırdık. Olanı-biteni biliyoruz. Adın Al ‘İhsan. Marangozsun. Çevren seni namusunla-arınla, doğruluğunla-dürüstlüğünle, erliğinle-babayiğitliğinle, becerinle-çalışkanlığınla, sözüne-borcuna bağlılığınla tanıyor. Bunlar iyi şeylerdir. Bu çağda bu niteliklere sahip insan sayısı azdır.
Hoparlör bir süre soluklandı. Alanı dolduran kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Gezgin satıcıların yeri-göğü inleten bağrışları, polis arabalarının ve cankurtaranların siren sesleri, birbirini arayanların ünlemeleri, sevinç çığlıkları, bebek ağlamaları, mantar tabancası patırtıları ve maytap cızırtıları bıçakla kesilircesine kesilip durmuştu. Ortada sadece yaylanan, esneyen ve dalgalanan bir kalabalık vardı.
Hoparlör yeniden dillendi:
- Al ‘İhsan, her şeyi biliyoruz. Olayın bir namus olayı. Karını başkasıyla yakalayıp elini kana buladın. Senin durumuna düşen herkes aynı davranışı göstermez, yasalara sığınırlardı. Sen öyle yapmadın; yasayı birbaşına uyguladın, cezayı kendin verdin.
Hoparlör yeniden sustu ve kalabalık sessizliğini sürdürmeye koyuldu. Seçebilenlerin bakışları çemberdeki adamla pençesinde çırpınan yaşlı kadının üzerindeydi. Gözler tek bir kıpırdanışı ve kulaklar tek bir fısıltıyı bile kaçırmamanın ardındaydı. Seçemeyenlerin birçoğu bakışlarını yukarıya kaldırmışlardı ve bulutsuz gökyüünü gözden geçirerek bir şeyler duymaya çalışıyorlardı. Kalanlardan bazılarının bakışları, görüş açılarını kapatanların başlarında, saçlarında, kasketlerinde ve omuzlarında gezinmekteydi. Kalabalık, bir tapınakta dinsel bir öğüdü dinler gibiydi.
Hoparlördeki ses bu kere olabildiğine yansız, alabildiğine ılımlı görünmekteydi:
- İnsan bir bireydir Al ‘İhsan. Amacı var olmaktır yani yaşamaktır. O, ölümden uzaklaşabildiği kadar yaşar ve yaşamdan koptuğu kadar ölür. Senin de bildiğin üzere; insanın yaşayabilmesi için temel gereksinimlerinin giderilmesi zorunludur. Ancak, birbaşına yaşayan insan, gereksinimlerinin tümünü elde edemez. Bu yüzden, bazı gereksinimlerini kendisine sağlayabilecek olanlarla birlikte yaşaması kaçınılmazdır. Biz buna “Toplumsal Birliktelik”, “Ortak Yaşama” veya “Sosyal Yaşantı” diyoruz. Böyle olduğundan, insan, içinde yaşadığı toplumun bir parçası, bir elemanı, bir ünitesidir. Ve artık toplum kurallarına uygun yaşamakla yükümlüdür. Toplum sadece güçlülerden oluşmamıştır. İçinde güçsüzler de bulunmaktadır. Güçlüler, kendilerine yapılabilecek haksızlıkları önleyebilseler bile, güçsüzler bunu yapamazlar. Hak-Hukuk-Adalet kavramları ve mekanizması bu yüzden ortaya çıkmıştır. Varsıl ile yoksul, büyük ile küçük, güçlü ile güçsüz, yaşlı ile genç ve erkek ile kadın, bir olmasa da; yasa önünde eşittir. Bu nedenle; hakkın korunması onun şaşmaz terazisine, sızlayan vicdanına ve doğruyu yanlıştan sıyırıp çıkarabilen aklına bırakılmıştır. Onun içindir ki; bireyin kendi hakkını kendisinin çıkarmaya kalkışması ve kendi haksızını kendisinin cezalandırması pekilenilmemektedir.
Hoparlör yine sustu.
Onun, yorulduğu için susmadığı, çemberdeki adama düşünme payı bırakmak istediği için konuşmasına ara verdiği sezilmekteydi. Zira; çığrından çıkmış bakışlarını bir süreden beridir kalabalıkta gezdiren adam, çevreye artık görmeyen gözlerle bakmaya başlamıştı. Bu onun, kendi içine döndüğünün belirtisiydi.
Hoparlördeki ses, sadece ses değildi. Aynı zamanda gözdü. Aynı zamanda kulaktı. Aynı zamanda duyguydu. Aynı zamanda akıldı. Fırsatı kaçırmadı ve adamın üstüne üstüne gitmeye koyuldu:
- Al ‘İhsan, yedi kişi öldürdün. Yedi cana kıydın. Yedi insanı yok ettin. Yedisinin de yaşam hakkını elinden aldın. Kendini yasa yerine koydun. Hükmü verdin, kalemi kırdın, cezayı uyguladın. Yaptığın iş, sana göre doğru ve haklı da olsa; yasalara göre doğru ve haklı mıdır? Yanıtını biz verelim: Doğru değildir ve haksızlıktır. Buna karşın, biz sana “Suçlu” diye seslenmiyor, “Al ‘İhsan” diye sesleniyoruz. Çünkü; kimin suçlu, kimin suçsuz olduğuna ancak Yargı karar verebilir. Yargı, yaptığın işi yasalara aykırı bulursa; elbette ki; seni, yasalara uygun bir biçimde cezalandıracaktır. Yasaları ben, sen, biz, tümümüz yaptık. Bu yüzden onlara karşı boynumuz kıldan incedir. Senin de böyle düşündüğünden kesinlikle eminiz. Bu nedenle senden teslim olmanı ve kendini devletin adaletine ve şefkatine bırakmanı istiyoruz. Hükmü, benim-senin-bizim-tümümüzün adına Yargı versin. Anlaşmazlığı, hoşa gitmeyecek ve toplumu tedirgin edecek yollardan çözmek zorunda kalmayalım.
Hoparlördeki ses yumuşaklığını korumaktadır:
- Al ‘İhsan, Tanrı ‘ya inanıyor musun?
Çemberdeki adam önce baştan ayağa kıvrandı, sonra kasıldı, daha sonra dikildi ve yüzlerce metreden duyulabilecek bir sesle gürledi:
- İnanıyorum…
- Peki Tanrı ne diyor? “Verdiğim canı ancak ben alırım.” Demiyor mu?
- Yedi kişinin canını alan da kendisidir. Ben aracıyım. Vesileyim.
- Tanrı ‘nın canalma işiyle görevlendirdiği tek aracısı, tek vesilesi Azrail değil midir?
- Elbette ki; Azrail ‘dir.
- Sen Azrail misin, Al ‘İhsan?
- Değilim.
- Peki nesin?
Çemberdeki adamdan yanıt gelmedi. Hoparlördeki ses kararlıydı:
- Senin ne olduğunu biz söyleyelim, istersen. Sen bir sanıksın Al ‘İhsan. Yani bizim gözümüzde suçlu-suçsuz değilsin. Biz de, onun içindir ki; suçlu mu yoksa suçsuz mu olduğuna karar versin diye seni Yargı ‘nın huzuruna çıkarmak istiyoruz. Tüm istediğimiz sadece bu. Başka hiçbir şey istemiyoruz.
Adam verilebilecek yanıt bulamamanın sıkıntısı içindeydi. Hoparlör bunu kaçırmak istemedi:
- Aldığın şu rehinenin haline bir bak lütfen. Senin onun boğazını sıkmaya, onu rehin almaya, tehdit altında bulundurmaya, gözlerine-dizlerine karasu indirmeye hakkın var mı? Ne yaptı sana o kadıncağız? O mu sana haksızlık yaptı_ O mu leke sürdü namusuna? Bir baksana; ne kadar yaşlı.Bir baksana; ne kadar zayıf. Bir baksana; ne kadar yoksul. Bir baksana; ne kadar halsiz-mecalsiz. Bir baksana; ne kadar büyük bir korku içinde. İşte bir kuru, bir yavan soluktur ki; alıp veriyor. İşte bir bitmiş-tükenmiş yürektir ki; pıt pıt atıyor. Tıpkı bir alıcıkuşun yırtıcı pençeleri arasındaki bir mazlum güvercin gibi.
Hoparlördeki ses, çemberdeki adamı etki altına aldığına emindi. Bu etkinin silinip gitmesini istemiyor, sözlerini aralıksız sürdürüyordu:
- Şimdi o bir kadın. O bir ana. O bir nine. O, bu geçici dünyada bir yorgun konuk. Kimbilir kaç oğlan, kaç kız, kaç torun vermiştir ülkeye. Kimbilir, düşmanlarla çevrili sınırlarımıza kaç kaç asker göndermiştir, arkalarından davullar-zurnalar çala çala. Albayrak ‘lar dalgalandıra dalgalandıra. Onun asker ettiklerinin tuttuğu nöbetler sayesinde, sen, kimbilir kaç bir gece renkli düşler dolu rahatlıklar içinde uyudun. Döşeğinde şöyle kollarını-bacaklarını gere gere. Şöyle paşa paşa. Bu nine gençliğinde, olmayan öküzünün yerine kimbilir kaç kaç kere kendisini koştu karasabanlara. Bir hayırsız, bir taşlı tarlayı yeşertmek, oradan bir avuç arpa almak, arpa ekmeğiyle ve soğanla bir bayram edebilmek için kimbilir ne bir sıkıntılara pekilendi. Yollardan yorulmuş, güneşlerden bunalmış kaç kaç yolcuya, kimbilir kaç kaç maşrapa soğuk su verdi.
Alanı dolduran kalabalığın üstüne ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Kimseden ses çıkmıyordu. Kendi yarattığı sessizliği yine hoparlörün kendi sesi bozdu:
- Al ‘İhsan, yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Acımasızlıktır. O yoksul kadının o titreyen ayaklarıyla, o günahsız başıyla çekip gitmesini sen de istemiyor musun? Bundan kesinlikle eminiz. Öyle olmasaydı; çevrende namusunla-arınla, doğruluğunla-dürüstlüğünle, erliğinle-babayiğitliğinle, becerinle-çalışkanlığınla, sözüne-borcuna bağlılığınla tanınmış olur muydun hiç? Bırak da gör: Ödünü patlatan korkudan, tüylerini ürperten dehşetten ve içine düştüğü yorgunluktan adım bile atamayacak ve senin ayaklarının dibine yığılıp kalacaktır. Bırak, gelip alalım yoksulu. Bırak seni Yargı ‘nın aklına, şerefine, vicdanına, adaletine ve şefkatine emanet edelim.
Çemberdeki adam, derin uykulardan yeni yeni uyanıyormuş, uzak uzak yollardan menzile yeni yeni varıyormuş gibiydi. Hoparlördeki sesi dinlerken elinde olmaksızın rehinesinin başına-saçlarına, yüzüne-gözüne, ellerine-ayaklarına bakmaktaydı. Bir ara gırtlağa çökmüş bulunan elini yaşlı kadının başına götürdüğü, geriye kaymış yazmasını öne çekip düzelttiği gözlerden kaçmadı. Sesi yine gürdü ama bu kere titremekteydi:
- Nine ile benim aramda ala-vere yok. O benim geçici güvencem, geçici kalkanım, o kadar. Yol açın geçip gideyim. Kendimi sağlama alınca onu bırakırım.
- Kendini nasıl sağlama alabileceksin ki Al ‘İhsan? Sen cinayetler işledin. Hakkında yakalama buyruğu var. Bu kentin tüm güvenlik güçleri peşinde, karşında. Ya teslim olacaksın, ya da teslim alınacaksın. Ortada başka almaşık var mı? Bir saflık yapıp çatışmaya kalkışsan; vurulacaksın. Yazık değil mi sana?
- Yediğim haltı, ettiğim kötülüğü biliyorum. Bunların karşılıksız kalamayacağının da bilincindeyim. Ama şu anda doğruyu-yanlışı, haklılığı-haksızlığı ayırt edecek durumda değilim. Normal kafayla düşünemiyorum. Bu an için de olsa; aklım sadece kaçmak-kurtulmak istiyor. Kendimi bir korunağa atabilirsem; daha bir iyi düşünebileceğimi sanıyorum. O zaman kalkıp teslim de olabilirim. Fakat henüz erken. Çok erken. Çatışma yanlısı değilim. Aklım-alışkanlığım-vicdanım askere-polise kurşun sıkmayı pekilenmez. Asker bizim askerimizdir, polis bizim polisimizdir. Beni zorlarsanız; aklımdan-alışkanlığımdan-vicdanımdan edersiniz. Bir kedi bile, sıkıştırıldığında, kaçacak yer bırakılmadığında tırmalamaya kalkar. Şarjörü yeni taktım. Yedi kurşunum var. Yedi cana daha kıymaktan çekinirim. Çünkü panik içindeyim. Damarlarımdaki kan gözlerime yürüdü. İçimden birileri bana sadece “Kaç, kurtul…” diyor.
Rehine altına işemiş olmalıydı. Ayaklarının dibinde gittikçe büyüyen bir ıslaklık vardı. Ama onun içinde bulunduğu durum çemberdeki adamı acındırmaya yetmedi Manzara onu değil, kalabalığı etkilemişti. Uğultu ayyuka çıkmaya başladı. Kızanlar, ayıplayanlar, yazıklananlar, küfredenler, linçe kalkışmak isteyenler sayısızdı. Kalabalığın biryerlerinde birileri, kendilerine abanan başka birilerine çemberdeki adamdan sözetmekteydi:
- Komşumdur. Yapı-San ‘at Enstitüsü mezunudur. Acayip adamdır. Mesleğini soranlara “Marangozum” demez, “Yapı-San ‘at Enstitüsü Mezunu marangozum.” derdi. İşi iş, sözü söz, senedi senettir. İnadı inat, kararı karardır. Sav, bir keresinde “Yaparsın-Yapamazsın” a getirildi ve işte o gördüğünüz Al ‘İhsan, tepeleme şekerpancarı yüklü traktörün altına yattı. Traktörle römork üstünden geçti, Al ‘İhsan yine ayni Al ‘İhsan. “Yedi cana daha kıyarım.” diyorsa; kıyar.
Bu sözlere omuz silkenler, dudak bükenler oldu:
- Boşver arkadaş. Al ‘İhsan ‘lık mı söker bunca polise? İnsan bu; çişi gelir, acıkır, uyuklar, tansiyonu düşer-yükselir, gücü tükenir, teslim olur kuzu kuzu.
Bir başkası uygulamayı yermekteydi:
- Polisin yerinde ben ossam; fururum herifi.
Her kafadan bir başka ses çıkmaya başlamıştı:
- Ula uşağum, sen polis olup fursan ha oni; o da furur pençesindeki kocakariyi.
- Yav babam, vurursa vursun. Bir gocagarı için bunca termaşlık olar mı?
- Yav balam, polesin davranışi çok bi yahşidi, çok bi gaşenkti, çok bi yerindedi. Çemberdeki gede polese göre suçlu-muçlu değildi, sanıktı. Polesin görevi; onu zarar vermeden tutup adalete teslim etmekti. Yoksa vurmak değildi.
- Valla ben de olsam; vururam. Gözümü bile kırpmam.
Kart bir güneş tam tepeye dikilmişti. Gölgeler artık ayaklar altındaydı. Çemberdeki adamın tutumunda herhangi bir değişiklik yoktu. Rehine yine çemberdeki adamın pençesinde dehşeti yaşıyordu ve polisler yine yerli yerlerindeydi ama hoparlördeki ses artık yerinde değildi. Güvenlik güçleri arasında sıcak konuşmalar ve şuraya-buraya gidip gelmeler başlamıştı.
İhtiyar ortaya işte o zaman çıktı.
Kalabalığın arasından ve polis zincirinin baklalarından, nasıl edebilmişse; sıyrılmış, birkaç adım ilerlemiş ve elini gözlerine siper ederek çemberdeki adama bakmaya başlamıştı.
Yetmiş-yetmişbeş yaşlarında görünmekteydi. Uzun boyluydu. Çelimsizdi. Tepesindeki ak-pak saçlar, alnına-ensesine-şakaklarına kar parçacıkları gibi yağmıştı. Sakalı-bıyığı yoktu ve kaşları bembeyazdı. Sırtında, bedenine hem bol, hem de uzun gelen, soluk renkli, eski bir ceket vardı. Pantolonu eski fakat ütülüydü. İçinde bir beyaz gömlek ve yakasında bir eski kravat mevcuttu. Ayaklarına bitpazarı harcı boyalı kunduralar giyinmişti. Kunduralarından birinin ökçesi yerinde değildi.
Yürüyordu ve yürürken adımlarını tek tek atıyor, bastığı yere sağlam basmaya, sürekli olarak dengesini sağlamaya çalışıyor ve inme inmiş sol elini cılız gövdesinin yanında cansız götürüyordu.
Kalabalık, kaynamaya çıkmış iri bir kazan gibi fokurdadı. Görevliler şaşırmaktan, heyecanlanmaktan kendilerini alamadılar. Her yandan, her yönden bağırtılar yükselmeye başladı:
- Baba duuur… Baba çekiiil… Deli misiiin? ..
- Yahu adam kurşun menziline girdi…
- Şunu engelleyelim… Vurur adam bu ihtiyarı…
- İhtiyaaar… İhtiyaaar…
- Aya delidi bu kopoğlunun gedesi? Hiç o gurşun menziline giriler mi?
- Çemberin içine nasıl kaydığını sezemedik amirim.
- Adam okul çocuğu kadarcık bir şey. Bacaklar arasından sızmış olmalı.
- Durdurun şunu… Durdurun…
- Sanırım çok geç.
- Evet evet. Kurşun menziline çoktan girdi.
Çemberdeki adam da çelimsiz ihtiyarı görmüştü.. Ya irkilmekteydi ya da izleyenlere öyle gelmekteydi.
- Gelmeee… Diye kükrediği duyuldu. Vururum… Seni de, bu kadını da öldürürüm… Gelmeee…
İhtiyarın canlı eli hala gözlerinin üstünde, cansız eli hala bedeninin yanındaydı. Halsiz-mecalsiz adım atıyor, ayağını olduğu yere bırakıp obir ayağını berikinin yanına çekiyor, yürürken sarsılıyor ve her an devrilip düşecekmiş gibi görünüyordu. Tepedeki kart güneşin yerlere serdiği yaşlı gölgesi kapkaraydı ve ufacıktı.
Çemberden merkeze olan yolculuğunun ne kadar sürdüğü, yüreği ağzındaki kalabalık yönünden pek anlaşılamadı. Ama çemberdeki adamla rehinesinin yanına ulaşabildiğinde; bir yürek, iki yürek değil, yüzlerce yürek durmak üzereydi.
İhtiyar, canlı tel elini cansız bir biçimde kaldırarak çemberdeki adamın yanağına hafif bir şamar kondurdu, büyük bir özgüvenle kulağını tutup çekti ve ancak yakınlardakilerin duyabilecekleri bir sesle homurdandı:
- Seni ahlaksız seniii… Utanmıyor musun ninen yerindeki kadını rehin almaya? .. Utanmıyor musun, kalabalıkları rahatsız-huzursuz etmeye? .. Utanmıyor musun polisin karşısına silahla çıkmaya? ..
Sözlerini bitirirken yorulmuştu. Soluklanmaktaydı. Soluklanmasının hemen arkasından fersiz elini uzattı, tabancayı çemberdeki adamın elinden ve rehineyi pençesinden çekip aldı.
- Ha ‘di bakayım; git teslim ol, haylaz.
Dedi.
Olay bir anda olup bitmişti.
Alanda karınca gibi insan kaynamaya başladı. Görevliler, kendilerine doğru süklüm-püklüm yaklaşmakta olan çemberdeki adamın gelip ulaşmasını beklemediler. Üstüne yürüdüler, tuttular, kelepçelediler, götürüp bir arabaya bindirdiler.
Rehineyi, merkeze yürüyen beyazlar giymiş sağlık elemanları sahiplendiler. bir şeyler koklattılar, bir şeyler içirdiler, sedyeye yatırdılar, özenle götürüp beyaz bir cankurtarana aktardılar ve sirenler arasında kalabalığı yarıp uzaklaştılar.
Kalabalık, kaynaşan, birbirinin içine geçen, birbirine karışan bir bayram kalabalığını andırmaktaydı. İnsanlar, çembersiz kalan alanın ortasına akın ediyor, yeme atılan balıklar gibi saldırıyor, yürüyor, ilerliyor, koşuyor ve bulunduğu yerde, ne yapacağına-ne edeceğine karar verememiş görünen ihtiyarın çevresinde öbeklenenlere katılmaktan öte hiçbir şey düşünmüyordu.
İhtiyar, bir insan çemberi içinde kalmıştı. Bir büyük meraklı kalabalığının ortasında bulunduğunun bilincinde bile değildi. İnsanları sağlam tek eliyle aralamaya, aralarından geçmeye, biryerlere-biryanlara gitmeye çalışıyordu.
Yüzlerce merak tek bir yanıta susamıştı:
- İhtiyar, nasıl başarabildin bunu? Teslim olması gerektiğine o canakıyıcıyı nasıl inandırabildin? Yedi kişiyi öldüren o adam nasıl olup da sana karşı koyamadı?
Ak-pak olmuş başı önündeydi ama ihtiyar özgüvenliydi. Güç duyulabilen bir sesle şöyle mırıldanıyordu:
- Bana nasıl karşı koyabilir, bana nasıl elkaldırabilirdi ki? Ben birzamanlar onun öğretmeniydim.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
DEVE isimli Öyküler 'inden > 43-62/143)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 29.8.2007 12:52:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu