Quentin Tarantino’nun şimdiye dek izlediğim her filmi ilgimi çekti. Her birisi de tek tek üzerinde düşünülmeyi gerekli kıldı benim açımdan. Mekân kullanımıyla, kurgusuyla, diyaloglarıyla, sembolleştirdiği tiplemeler ve objelerle aklımı kurcaladı sahneye yansıttıkları hep. Ancak ilk kez bir filminde Tarantino’nun dert edindiği şeyi bulmaya çalışıyorum. Bir sanat ürününde bir derdin olması belki de en önemli faktördür. Tarantino ne anlatmayı hedeflemiş Soysuzlar Çetesi’nde? İnternet sitelerinde, gazetelerde filme dair yorumları okudum. Her filminde olduğu gibi çok farklı uçlarda salınımlar var bu filmde de. Çok beğenenler, hayran olanlar yanında, uzun diyaloglardan sıkılanlar, tipik bir Tarantino göstergesi gibi duran şiddet ögesinden rahatsız olanlar, umduğu aksiyonu bulamayanlar, umduğu Brad Pitt’i bulanlar, bulamayanlar.
Filmi hiçbir ön yargı ile izlemedim. Hiçbir beklentim ve ön bilgim de yoktu işin gerçeği. Aklımda götürdüğüm tek konu, Tarantino’nun genellikle bölümler halinde konu işleyişine biçimsel bir nedenden dolayı dikkat kesileceğimdi. Bu başka bir konu başlığı, o nedenle bu konuya hiç girmeyeceğim. Ama size, ne ile ayrıldığımı söyleyeyim filmden. Onlarca soru, onlarca tespit, bu tespitlerin her birisinin yeniden doğurduğu onlarca soru yine. Soysuzlar Çetesi’nin her Tarantino filminde olduğu gibi yer yer başka öykülere, başka filmlere göndermeler yaptığını fark ettim ama bence bu yan bir konu. Ve tahmin ettiğim gibi bu göndermeleri tek tek tespit edip listeleyen eleştirmenler de olmuş. Benim çıkarken yanımda götürdüğüm sorulardan en önemlisi Hitler tiplemesiydi. Hitler neredeyse karikatürize edilmiş bir karakter olarak karşımıza çıkıyor Soysuzlar Çetesi’nde. Film boyunca göründüğü her sahnede Hitler’e dair bir duygu geliştirmiyoruz izleyici olarak. Ne nefret, ne acıma, ne korku, ne de farklı bir etkilenme. Orada tarih sahnesinde bildiğimiz işlevli karakterin niteliksizleştirilmiş sembolü gibi duruyor oyuncu. Kötü kurgu, kötü oyunculuk deyip geçeceğiniz türden bir eksiklik olarak değil ama bu söylediğim şey. Çünkü belli ki böyle olması, bilerek tercih edilmiş. Tanımadığımız figürlerde de yönetmen filmin içinde beliren bir ok işaretiyle o kişilerin ismini yazmış karelerin içine. Her bölüm başında filme yabancılaştırma ögesi olarak işlev gören bölümlendirmeler gibi bu oklar da, yabancılaştırma ögesi olduğu kadar mizah ögesi olarak da durabiliyor.
Savaş ortamında kanın kanıksandığı görüntüler eşliğinde izliyorsunuz filmi ama kalbiniz her an tetikte. Konuşma sahneleri bilerek uzayabileceği yere kadar uzayarak sabrınızı zorlamaktan ziyade, içinizde dinmeyen bir kalp ağrısı oluşturuyor. Sözde kibarlığıyla karşısındakilerle kedi fare oyunu oynarken her an şiddete sapıvereceğini hissettiğiniz dedektif Hans Landa karakterinin işini yaparken aldığı keyif, sizi koltuğunuza çiviliyor. Ancak yine de diyebilirim ki; bu filmde hiçbir karakterle özdeşleşmiyoruz izleyici olarak. Tarantino’nun tipik ögelerinden birisi olan kanlı sahneler ise Soysuzlar Çetesi’nde mutlaka yer almalıydı dedirtiyor ilk kez. Evet, tarih boyunca bu tür olaylar yaşandı ve halen bunlar yaşanıyor insanlık dramının hâkim olduğu her yerde ve aynen de böyle oluyor, diyor yönetmen. Gözünüzü kaçırmanız değil, gerçekliğini kabul edebilmek için inadına bakmanız gerekir, der gibi. Kafa derisi işte böyle doğal yüzülüyor, bir insanın kafası sopayla böyle acımasızca eziliveriyor, diyor. Ve bunu yapanlar o anda Nazilere karşı savaşan Soysuzlar Çetesi’nin üyeleri. Her zaman şiddet görmesiyle hafızanızda yerini almış Yahudileri görüyorsunuz başka bir boyutta. Ama gördüğünüzün Yahudiler olduğu noktasında takılıp kalmamanız için bilerek içlerine yerleştirilmiş bir Alman askeri de var aralarında. Kimliklerden bağımsız olarak düşününce şiddetin karşı şiddeti nasıl doğurduğu aklınıza hücum ediyor. Elbette Nazilere karşısınız siz de o anda. Tarihsel bilginiz sizi o noktada tutarak buluşmuşsunuz zaten o anda, filmle. Ezilen olmanın dayanılmazlığının insanlığı nasıl ezen bir şeye de dönüşebileceğini her boyutuyla görüyorsunuz. Yönetmen, film başlarken kullandığı jenerik müziği ile sizi gerçek kurgunun dışında bir yere taşıyacağının ip ucunu verir gibi zaten. Tarantino filmlerinde genellikle izlediğimizin bir çizgi film olduğu gibi bir duyguya kapılırız. Soysuzlar Çetesi’nde bu özellik çok belirgin. Karakterlerle özdeşleşmeyince, dramatik kurguya kapılıp gitmiyoruz ve dikkat gözümüz hep açık kalıyor. Fark ediyoruz ki; filmde tek kahramanlık yapan kişi (Başına gelecekleri bildiği halde arkadaşlarının yerini söylemeyen Alman çavuş) feci şekilde dövülerek öldürülürken, yüzlerce Yahudi’nin ve Alman’ın ölümünden sorumlu bir kişi ödüllendirilebiliyor.
Filmden bir başka kişi; dedektif Landa’nın elinden kaçtıktan sonraki dört yılda, bir sinema salonuna nasıl sahip olduğu çok kısa cümlelerle geçiliveren kadın kahraman Shosanna. Onun ve ailesinin geçmişine dair ilk sahnelerde izlediklerimizden hareketle düşünürsek, belki de izleyici açısından özdeşleşilmeye tek uygun karakteri aslında filmin. Çaresizce içine düştüğü durumlar ironik bir şekilde bir Alman filmi galasının kendi sinema salonunda yapılması noktasında bulmasını sağlıyor kendisini. Savaşta her gün onlarca kişi öldüren kahraman bir Alman erinin hikâyesini anlatan bir film bu, üstelik. Öldürdüğü insan sayılarıyla savaş ortamında değer bulmuş bu er de o gün, o salonda ölürken tek bir sayı edecek aslında. Ama filmin senaryosu belki de bu sahnede altını çiziyor film boyunca verdiği en önemli mesajın. Tüm ailesi savaşta katledilmiş Shosanna’nın ve Alman savaş kahramanı olan erin aynı kare içinde ölümü ile hafızamıza fotoğrafını bırakıyor bu kare. Ölümün sayıdan öte bir şey olduğunu aynı kare içinde iki karşı insanı birlikte ve birbirinin elinden öldürürken. O ölümde, savaşın yanında aşk da varken üstelik. İnsancıl duyguların savaştaki yeri üzerine tersten bir örnek belki de bu ölüm. İnsanların ölümle kurduğu ilişkilerin yüzeyselleştiği bir yerde derinliği de insan öyküsünün üzerinden vermek çelişki gibi görünse de her iki tarafı da gösteren bir ayna gibi o anda.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...