(Okul yıllarında, Türkçe derslerinde, meraktan mı, müfredattan mı bilmem ama bir anınızı yazın derdi öğretenler, bir yaşanmışlığı kaleme alma, hatıraları canlı tutma ödevi olurdu bu bir bakıma. O yıllarda yaşadıklarımızı birgün gelip de görev bilinciyle de olsa yazacağımızı bilmeden yaşardık. Tesadüf bu ya bazen de gerçekten kağıda dökecek kadar ilginç şeyler yaşadığımızı ödevlerimizle birlikte fark ederdik. O yaşlarda önce yaşayıp sonra yazmamızın nedeni belki de hayal kurma bilincimizin yeterince gelişmemiş olmasıydı. Şimdi düşünüyorum da, önce yazıp sonra yaşamak daha bir ilginç olsa gerek...)
.........
Bu kocaman devasa araçları zaptedebilecek kadar kalın ve sağlam halatlar yakalanıp dolanıyor önce kalın eldivenli iskele görevlileri tarafından. Sabırsız yolcular atlamaya başlıyorlar önce birer ikişer. İskeleden caddeye kadar olan boşluk bir anda insanla doluveriyor. Günde kim bilir kaç kez böyle dolup dolup boşalıyor bu meydan.
Kalabalığa karışıp çıkıyorum iskeleye, caddeden sağa dönüyorum. Sağımda solumda koşturan insanlara inat hiç acelem yokmuşcasına -ki öyle- aheste aheste yürüyorum sahil boyunca. Gün batımına yakın saatler olduğundan güneş etkisini iyice yitirmiş durumda. Boğaz tarafından gelen hafif esinti daha bir canlandırıyor beni. Seviniyorum yüzüme değen rüzgardan ötürü. (Ya da seviyorum böylesi havaları) Oturup boş bulduğum bir bankın köşesine bir müddet martıların çığlıklarla sulara dalıp çıkışlarını seyrediyorum, kıyıya yakın geçen bir vapurdan arta kalan beyaz köpükler eşliğinde.
Mektubu çıkarıyorum cebimden bir kez daha. Her akşam üstü bu sahile yolunun düştüğünü yazıyor, sürekli okunmakan kat yerleri iyiden iyiye yırtılmış mektubunda. Sonra bir cigara içimlik durduğunu... Durup seyredermiş Kız Kulesi’nin endamını ve endamının süzüldüğü mavilikleri...
Kız Kulesi adı beni bilinçdışı bir hareketle kaldırıyor yerimden. Oraya gitmek istediğimi hatırlayıp kuleye doğru yöneliyorum. Mektubu rüzgara kaptırmaktan korkup tekrar katlayarak cebime koyuyorum.
Kız Kulesi… Bir devrin bütün bir zamana yayılmış hikayesi, bütün denizlerin en dokunaklı hikayesi, asla kapanmayacak iziyle yüzyılların gönül yarası, bir sevda türküsü; Kız Kulesi...
Boğazın kenarındaki taşların üzerinde oturup bir müddet, yüzyıllar önce bu civarda neler yaşanmış olabileceğini hayal etmeye çalışıyorum. Bu tecridi gerekli görenlerin argümanlarını, bu kulenin buraya dikilmesinin nedenlerini düşünmeye çalışıyorum. Sonra aslında hepimizin içinde bir Kız Kulesi’nin olduğunu fark ediyorum. Kimimiz isteyerek, kimimiz istemeden kimimiz farkında, kimimiz farkındasız yapıvermişiz bu kuleyi içimize. Başımızı her çevirişimizde göz göze gelmeyecekmişiz gibi, elimizi her uzatışımızda dokunmayacakmışız gibi koymuşuz taşları üst üste, örmüşüz duvarları... Ben mesela... Belki de bugün buraya içimdeki Kız Kulesi’ni görmeye geldim, kim bilir? (Kimse bilmese de olur, hatta kimse bilmese daha iyi olur. Bilirlerse o zaman belki de saldırıverirler içimdeki Kız Kulesi’ne...)
Dalgaların kıyıdaki kayalara başlarını vurarak yalvarışlarını seyrediyorum bir müddet daha. Çıkmak istiyorlar sanki buradan, bu enginliğe hapsolmuşlar gibi, bu duvarı aşmak yolun karşı kıyısına belki ta karşı tepelere ulaşmak ister gibi çırpınıyorlar. Onları öylece hırçın yalvarışlar içinde bırakıp yolun karşı kıyısına geçerek bir cafede demli mavi bir bardak çay içmek istiyorum. Oturur oturmaz da mektubu çıkarıp cebimden tekrar okumaya başlıyorum.
“Bir derin nefes çekip, kim(se) olmak ve kim(se) bulmak için” cümlesinde duruyorum. Bir cigara da ben yakıyorum; bir derin nefes çekip kimse olmak ve kimse bulmak için. “Maviliklere bulanmış kimse(siz) lik sancılarını” anlamanın başka bir yolunu bulamıyorum çünkü. Gözlerimin önünde bir koca mavilik, içimde hakeza... O koca mavilikte zamana direnen, ölümsüz sevdaların simgesi Kız Kulesi, içimde hakeza... Ardımda bir koca mavilik kimsesizlik sancılarına bulanmış, içimde hakeza... “Bilesin ki mavi, yaşlı denizin yaşlı gözleridir İstanbul’un...”
Bu satırlardan öteye gidemiyorum. Flulaşıyor yazılar, harfler birbirine girmeye başlıyor. Avuçlarım ıslanıyor “gözlerimin gölgesi”ne bakarken, yetmezmiş gibi kırışıklığı o da ıslanıyor. “Yaşlı gözleridir İstanbul’un” diyorum, İstanbul senmişsin gibi diyorum... Bir gün düşeceksem diyorum, toprağa düşecek bir damla gözyaşı olacaksam diyorum, o senin gözün olmalı diyorum, düşeceksem senin gözünden düşmeliyim(!) diyorum...
Zaman doluyor, gözlerime hiç dokunmadan kalkıyorum yerimden. Yavaşça yeniden yolun karşısına geçiyorum. Sadece içimden gelen sese kulak vererek yürüyorum. O burada, diyerek az ötedeki bankta, gözlerini önündeki engin mavilikten ayırmayan yalnız, dalgın kadına doğru yöneliyorum. Yanına yaklaşıp “bir cigara içimlik mi durdunuz? ” diye soruyorum. Anlamamış gibi bakıyor suratıma. Gizleyemediği ve aslında gizlenemeyecek bir şaşkınlığı yaşıyor.... Şaşkınlığını atamadan üzerinden, “bu mavilikler ne kadar da çok kimsesizlik sancılarına bulanmış” diyorum. Bu defa daha bir şaşırıyor, dudaklarını kıpırdatıyor, bir şeyler söylemek ister gibi, başaramıyor… Bu arada, titreyen parmaklarının arasından kayıp düştüğünün farkında bile değil sigarasının ama gülümsüyor da. Şaşkın şaşkın...
……..
Çok geç olmadan, batmadan güneş bir vapura atlayıp karşıya geçmeli...
Cafer PetekKayıt Tarihi : 17.8.2004 17:43:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!