İçeriden Dışarıya
Telefonu sevmiyorum. Yaşamımda bir çok şeyi yapmak zorunda olduğum gibi, telefonu da sadece kullanmak zorunda kalıyorum.
Zararsız bir yalnızlık büyütüyorum beynimin bir yerlerinde. Şu an bir oda ötede duruyor o gri nesne, yanıma bile getirmek istemiyorum. Oysa biliyorum; çalsa, bu masadaki işimi gücümü bırakıp, o şeyin alıcısını kaldırmak zorunda kalacağım.
Bütün bu hoşnutsuzluk dolu tavırlarıma karşın, yine de bir oda ötemde olduğunu bildiğim telefonun çalmasını istiyorum içten içten. Belki birilerince hatırlanmak isteğinden, ya da bir insan sesi duymak arzusundan.
Hiç çalmadı telefon. Zaman zaman gidip o çizgi film köpeklerinin ağzındaki kemiklere benzeyen nesneyi parmak uçlarımla tutup, kulağıma dayıyorum: “Belki bozulmuştur falan diye.” Ama yok, çalışıyor; kulağıma derinlerden hiç değişmeyen bir ses geliyor. Tekrar oylumuna koyuyorum almacı.
Telefon numaralarını yazdığım kağıt parçacıkları yanımda duruyor. “Kalkıp ben mi onları arasam acaba? ” diyorum. Sonra, xx’larla dolduruyorum; kapatıyorum bu düşüncemin üstünü. Öyle ya, hep aramak olmaz, aranmalı da insan. O kız da aramadı. Acaba ne oldu? Annesi mi yasakladı, babası mı evde, kahveye gitmedi? Ama ben olsam, mutlaka bir yolunu bulur arardım. Ayak parmaklarımla bile çevirebilirdim tuşları ona ulaşmak için. Olsun, varsın aramasınlar. Zaten...
Masada bir yığın müsvedde var. Birbirine karışmış, yarım sigara gibi yanıp yarıda sönmüş, yarım yazılar... Karmaşık kağıtların arasından kırmızı biber rengi cüzdanın köşesi görünüyor. Onu da sevmem. Kakaya bulaşmış bir çocuk bezi gibi tutmak isterdim kullanırken. Kalemi bırakıp onu elime aldım, içine baktım. Ne işe yaradığını bilmediğim kağıtlar, arka gözüne özensizce yerleştirilmiş – tıkılmış desem daha doğru – kağıt paralar. Ön tarafında, sevdiğim insanlardan birinin el yazmasıyla; üç küçük kağıda yazılmış telefon numaraları, adres değiştirdiklerini belirten bir not.
Çıtçıtlı gözüne geçiyorum; bir kaç gri tramvay bileti. Vatmanların beni her okul günü kampusa götürmek mecburiyetinde olduğunu kuruyorum.
İçinde hiç resim yok, var ama taşımak zorunda olduğum kendi resimlerim. Değişik değişik kartlara yapıştırtmış... Bir zamanlar çekilmiş başka bir ben’in resimleri. Ara ara düşünürüm; acaba bu akşamki benle yarınki ben aynı mıyım, yoksa şu Kızılırmak çayı gibi akıp değişiyor muyum?
Aklıma gri tramvay biletleri geliyor. Buruşturulmuş, bir yerlere sokulacak halde olan kağıt tomarı da. Kurtarabilir mi tramvay biletleri beni bu tuhaf yalnızlığımdan? Kalkıp üstüme bir şeyler giyinip, atlayıp gündüz aydınlığında bir tramvaya, bu şehrin bağrına gitsem, insanlara karışsam, saçlarımı haziran yağmuru ıslatsa, dudaklarıma gelen damlaları yalasam dilimle. Biter mi bu suskunluk?
Ya da uzak yol otobüslerinin binasına gidip, bilet kesen pejmürde kılıklı adamlardan birisine “bana bir bilet, bana bir bilet hemen, nereye olursa olsun! ” desem. Verir mi acaba?
Ürettikleri makinelerin kölesi olmayan, güneşin aydınlığına pul sayılmayan, ay ışığı için pazarlık yapılmayan bir şehre biletleri var mıdır acaba posbıyık bilet yazarların?
Bir haftadır tek kelime bile konuşmamış olduğumu, biraz evvel anlayabildim. Aslında ben konuştuğumu zannediyordum. Sonra sonra anladım ki; okuyup okuyup yatağımın kenarına pat pat attığım kitaplar ve dergilerdeki kişilerle konuşmakmış bütün yaptığım.
Bakkala yoğurt almaya gittim. Buruşuk rulodan bir 250’lik çıkarıp önüne koydum bakkalın. Alacaklarımın adlarını söyledim, ve paranın yetip yetmediğini sordum. Bu, tam bir haftadır yapmış olduğum şeydi. Meğer konuştuğum gerçek bir insan varmış yaşamımda. Benden bir yirmilik daha rica etmiş. Yirmiliği duyamamıştım, çünkü son olarak sesimin bana verdiği tuhaf yankıyı düşünüyordum. Karanlık çökünce bakkala gitmek zorunda kalıyorum. Belli bir zaman sonra kapanıyor kepekler, yalnızlığa bir açlık eklemeye cesaretim yok. Tek, karşılıklı konuşma yaptığım insan da bakkal Rıza. İki yıldır bildiğim, kaldırım kenarlarında; baharda, kışta yaşamını devam ettiren ağaçların büyüdüğünü görebildiğim sokaktan eve dönerken düşünüyorum bütün bunları.
Adı ne konulabilir bütün bu yaşadıklarımın? Nevroz mu, psikoz mu? Yoksa emanet alınmış bir kitap gibi bir süre sonra iade edilecek bir yalnızlık mı? Hiçbiri.
İçimde o kadar çok yürüyorum ki; otları ezilmiş, kısalmış, sağa sola yatmış, neredeyse toprağı çıkacak bir ayak yolu oluştuğunu düşünüyorum içimde.
Radyoları dinlemek sıkıntı veriyor. Televizyon seyretmek, günlük gazeteleri okumak da. Edebiyat ve sanat dergilerinin çoğu aylık çıkıyor, her yerde de bulunmuyor. İnsanlara, herhangi bir sanat edebiyat dergisinin var olup olmadığını sorduğunuzda o pos bıyıklı magazin satıcıları, söylediğiniz derginin varlığından bile habersiz. Cevabı “o da ne ki, bilmem ben, yok” oluyor çoğunun.
Çare bulunamayan sadece gevelemelerin doldurup taşırdığı habercikler, satılmış, uşak köle televizyon kanalları, yayın organları. “Tüket ambalajını dilediğin yere at” kültürünü aşılayıp duran televizyon programları. Bilmem ne artistinin ne gazinosunda hangi balığı yediğini anlatan şarlatanlıkların haberlere konu edilmesi, hiç kötü şarkı çalmayan yerel radyo istasyonları, yıpratılmış lime lime olmuş eski versiyon yorumlar. Konuşmak için konuşan, kabız bir çocuğun zorlaması gibi konuşan spiker bozuntuları...
E-, geçen cumaydı galiba, bana dedi ki; ‘evlat senin dünyadan haberin yok, kabloların kopmuş yeryüzünden.’ Evet öyle. Dünyada haber yok ki benim de ondan haberim olsun. İçimden konuştum içimdeki benle. E’ye kalkıp anlatmaya çalışsaydım anlar mıydı beni acaba. Dünyayla kablolarını koparmış olduğumu düşünen ve ona inanan birilerini, aslında öyle olmadığım yönünde ikna etmeye çabalamak hayli zor olurdu.
Sonra aklıma Cemil Kavukçu’nun öyküsünden bir tümce ağdı: “Vitesi boşa almak.” Baktım olmaz. Benim vites hep boşta durabilecek cinsten değil pek. İnsan ufak tefek şeyleri bile düşünmeye başlayınca vitesi boşa alamıyor yazık ki; Cemil Kavukçu vitesi hep boşa alıp öylece yaşayabiliyor mu acaba? Zannetmem. Öyle olsaydı bu öyküyü başka birileri yazmış olabilirdi. Hele bugünün modasına dönüşen adaya kaçmak, yanınıza da üç sevdiğiniz şeyi alarak; jilet sabun, ayna tarak kullanmadan yaşamak hiç de mantıklı gelmiyor. Ben korkak değilim. Duyuyor musun beni yaşam?
Üst kattaki karı koca kavga ediyorlar ara ara tekrar eden bir şekilde. Mert’in annesi ve babası bu bağrışıp çağrışanlar. İkisi de cephelerini savunuyor olmalı, tepemin üstündeki beton paravanın üstünde. Sadece Mert’i tanırım. Kemerime ulaşır boyu. Yeşil gözleri, güzel kesilmiş saçları var. Çok severim. Açıp camı konuşurum onunla ara sıra.
Kafamda kurgular üretiyorum; stratosfere çıksam, altınlar, dolarlar, marklar ülkesi bulsam bir yerlerinde stratosferin. Canım pahasına da olsa bir Prometeusluk yapsam; bütün açlığı duyulan o maddeleri hayvan gübresi gibi kürekleyip kürekleyip kollarımdaki güçle yeryüzündeki insanlara atsam. Ne olurdu acaba? Düşlerimin üstüne kocaman bir ‘cık’ yazıyorum. Hem kurgu çok uçarı, hem bende tanrıca nitelikler yok, hem de sonuç boktan olacak...
Vazgeçiyorum. Bir masal bile olmaz böyle saçma bir kurgudan. İnsanlar yaratıklaşır. Yıllardır doyamadıkları, tapıp kölesi oldukları o şeyleri görünce hep banalıkları çalışır hemen, birbirlerini yer, birbirlerinin kulaklarını ısırırlar. Aptal köpekler gibi delip deşerler bağırlarını.
İnsanın kötülük ektiği tarlalar hiç nadasa kalmayan, daima yeşil kalmayı becerebilen bir bitki gibi. Yazık ki iyilik tarlalarının altın başakları da kötülüğün özünden besleniyor. Lağım suyuyla domates yani.
Ama diyorum ki; hiç değilse beş yüz kamyon dolusu iyi insanımız olsaydı, ya da dört yüz, hadi iki yüz elli kamyon dolusu olsun.
Yok, tamamen suyu soğulmamış iyilik derelerinin, akıyor yavaş yavaş. Mesela ben iyi bir insan biliyorum. Ayakkabıcı Yusuf Amca. Kırk tane, gündelik yaşayan gençle konuşmayı Yusuf Amca’nın dudağındaki çiviyi örsündeki iskarpine götürmesini seyretmeye yeğlerim.
Bu öğlen sırt üstü yatmış, küflü bir dergiyi okuyordum. Teksir kağıdının o bayat kokusunu öteden beri sevmişimdir. Kitapların tozlarını bile severim. Çiftçinin toprağı, çocuğun annesinin memesini avuçlaması gibi seviyorum tozlu kitaplara dokunmasını. Sevdiğim kadınlar gibi okşarım kitaplarımı. Tuhaf mı? Sen öyle zannet her kimsen.
Yıllar önce insanların daha da kötüleştiğinin üstünde duruyordu yazı. Tozlu kitapların neredeyse hepsi – gerçeklere; kocası trafik kazasında ölmüş elleri kınalı gelinin duygularıyla yaklaşmayanlar hariç- dünyanın dört bir yanının yazar çizer takımı ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyorlar; “insan git gide kötüleşiyor”.
Bugün, basım işçilerinin ellerinin sıcaklığı hala kapağına olan, kütüphane kokusu sinmemiş kitaplar da aynı şeyleri yazıyor. Ne oluyor bu insanlara? “İnsan kalmak” batıyor mu yoksa? Sokaklar maskeli balo salonlarına dönmüş. Yok canım! ben öyle zannediyorum. Gözüm seçmiyor yaşlandım a evladım!
İnsan olunamaz bu dünyada. Önüne gelenin anasını belleyeceksin. Ama bu da olmaz, her kes bir birinin anasını bellemeye uğraştığından ana bellemek de zor iş vesselam. Ve bilmem ne...
Kısacık yazmayı düşünüyordum. Kalemim burada durabildi.
Şu apartmanlar, oteller otobüsler Rubi Efendi’nin,
Bu kuruyemiş dükkanı, bu içki hane,
Bu süs köpeği o cilveli kadının.
Savaş ve Barış ve Ölü canlar,
Parayı ‘tak’ diye bastırıp alabilen herkesin
Bu cafcaflı dört tekerli o burma bıyıklı adamın,
Şu bakkaldan sigara alıp çıkan sarışın ece de Maço Remiz’in.
Sen beni bir dikili ağacı yok bilirsin,
Oysa,
Dallarında umut kuşlarının hiç susmadığı bu yürek de benim.
Kayıt Tarihi : 27.8.2009 16:15:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!