Vaktiyle hücrelerimizle, parmak uçlarımızın, saç diplerimizin sızısıyla sevdiğimize inandığınız birini nasıl oluyor da unutmuş, o acılar, tutkulu anlar, nefes kesici konuşmalar, yumuşak dokunuşlar hiç yaşanmamış gibi davranabiliyoruz? Ruhları birbirine dolanan uçurtma kuyrukları gibi yakın kılan merhamet yumağı nasıl öyle bir anda kırılıp toz gibi dağılıveriyor.
Bu aldatmacayı sadece hayata devam edebilme güdüsüyle açıklamak kolay lakin yalan olur. Öyle değil çünkü. Evlilik törenlerinde, loş yatak odalarında, tenha bahçelerde, eksik mektuplarda ‘söz verirken’, aslında kime sesleniyoruz? “Hep seni seveceğime ve başka kimseyi sevmeyeceğime” gibi tumturaklı, iddialı bir cümleyle yemin ederken ne türden bir güvenle içini dolduramayacağız resimler çiziyoruz? Dahası o yemin kimin için? Geleceğin tılsımlı hayaliyle, ortak geçmişe sadakat arasında ince bir köprü kurmalı belki. Sadık olunması gereken salt kişinin kendisi olduğunda, o köprü de bir daha hiç tamir edilemeyecek gibi çöküveriyor. O vakit sadece geçmişe değil kendimize de ihanet etmeye başlıyoruz. Ve yıkım tam da orada başlıyor korkarım.
İşi bitmiş çapkın bir yazar
“Tanrı insanı unutmaktan korusun” diyor büyük ozanlar. Ama unutmadan yaşabilmek mümkün mü? Bu yakıcı çelişkinin insanın değişken ruh halindeki karşılığını aynada kendisini seyrederek anlatan yazarlardan biri André Maurois. Bugünlerde bu köşede daha evvel ağırladığım yazarın, sahaflardan aldığım kitabıyla dolaşmamın sebebi elbette ismi değil. Sonbahar Gülleri, doğrusu iklimin ruhuna da pek uygun değil zaten. Romancının son kitabı olmasıyla ya da ihtiyar bir yazarın, geçmişini, artık çok da verimli olamayan edebî hayatını, kadınlarla ilişkisini, korkularını sorgulamasıyla paralellik kurulabilir belki ama şart değil bence.
Hafızamı uyandıran bu eski küçük kitabı karıştırıp durdum bütün hafta boyunca. Başlangıçların habercisi sonbahar, nedense bende bu defa yeniye hevesten ziyade ıssızlığın üzerine kapanan garip bir yalnızlık çatlağı yarattı. Hayatı koklayarak izleyen miskin bir kedi gibi mırıldanmak istiyorum sürekli. Evin muhtelif köşelerine yığdığım yeni kitaplara, keşfedilmeyi bekleyen yeni yazarlara, posta kutuma düşen kışkırtıcı davetlere, kıpırdayan şehre öyle bakakalıyorum. Zamanın kendisini yenileyen kadim ruhu da donmuş sanki.
Manavların önünden geçerken, buğulu incirleri, koyu kan rengi böğürtlenleri, düşüncesiyle bile iç kamaştıran vişneleri, mavi muşambalı tepsiler üzerine dizilmiş taze cevizleri hayranlıkla seyrediyorum ama almıyorum. Bir arkadaşım vişne likörü tarifi gönderdi, bir başkası da palamut buğulama. Yapmayacağımı biliyorum, mecalim yok; olsun ihtimali hoşuma gidiyor. İşte tam da bu yüzden bu yazı için topukları eprimiş eski çorapları, orası burası sökülen ev hırkamı giyip, eski bir kitapla meyus bir sohbete dalıyorum...
‘Kadınları çok sevmenin cezası...’
Yazarın neredeyse bütün romanlarında kadını biraz küçümseyen tavrı beni sinirlendiriyor ama sonra pırıltılı bir cümlesiyle ‘gerçekten tam da böyle oluyor’ diye kahkahalarla gülüyorum. Bu roman da onu dünyanın en meşhur romancıları arasına sokan ‘İklimler’ gibi esas itibarıyla kadınlar arasında bocalarken kendisine sadakatin ne olduğunu soran bir erkeğin hikâyesi. Yazar erkeklerin ‘sıkışmışlığını’, ironinin dinamik neşesine tutunarak ama mutsuzluğun hayatın temel prensibi olduğunu hatırlatarak anlatmayı seviyor. Onu bir yazar olarak çekici kılan, değişen duyguları ağırlaştırmadan tasvir edebilmesi sanırım.
Çok sevdiği karısı Janine, ağır melankoli nöbetleri, sinir krizleri geçiren, piromani hastalığına tutulmuş, saldırgan bir kadındı. Maurois, sonraki eşi Simone’la hiçbir zaman mutlu olamamış. Saklama ihtiyacı duymadan başka erkeklerle birlikte olan karısı onu her fırsatta aşağılamış. Onu “Kadınları çok sevmenin cezası onları daima sevmektir” ya da “Çirkin ve zarafetten yoksun bazı kadınlar, gerektiği gibi övmesini bildiklerinden, ömür boyu sevilmişlerdir” gibi dikenli cümleler yazmaya iten, kendi yaşamından süzülen acılar olabilir ama o bunu da tartışıyor romanında: “İki çeşit romancı vardır. Birisi yalnızca kendinden bahseder, öbürü ise her türlü insanı tasvir edip canlandırır. Ama birincilerin de yabana atılır olduğunu söylemiyorum ha. Stendhal o sınıftandı mesela. Kendisi nasıl olmuşsa, nasıl olmak istiyorsa romanlarında öyle bir erkeği canlandırır; bir kadını tasvir etmek istediğinde kendinin onun yerine koyardı; sonra bir de ne tip bir kadın tarafından sevilmek istiyor idiyse o tip kadını anlatırdı. Balzac ise yaratma kabiliyeti olan romancılardandı. İnsanlık Komedyası’ndan diye yalnız kendini hariç tutsun? Başkalarını nasıl inceliyorsa, kendini de incelemiştir, ama daha fazlasını yapmaz”.
Rollerin değişimi...
André Maurois, bence bu iki türün mükemmel bir bileşimi. Kendini deşerek ama tamamen romanın doğal akışına büsbütün teslim etmeden okumak istediği kadın karakterlerini yazdı sanırım. Sonbahar Gülleri’nde yirmi beş yıllık karısı Pauline’nin yanında hayatını gözden geçiriyor yazar Fontane. “Belki on, on beş yıl daha yaşayacağım. Ama bir daha yerine konmayacak saatler nasıl geçiyor. Bir kitap da yazıyorum ama ona da inanmıyorum” diye söyleniyor. İyi yetişmiş karısıysa onu tanıyor sanmanın rahatlığıyla konuşuyor: “Ara sıra üniversiteli bir kızdan güzel bir mektup aldığı zaman, bir an için hayale dalıyor. Sonra hemen yazı masasının başına geçiyor, gerçek mutluluğa o zaman kavuşuyor. Aynı zamanda bana dönüyor, çünkü artık ben de onun iş aletlerinden biri oldum. Tıpkı kalemi gibi, sözlüğü gibi bir şeyim”.
Maurois, kadınla erkeğin arasındaki arasında fırtınalı duyguların şiddetiyle görünmez perdeleri fevkalade ‘dişi’ sezgilerle tasvir edebilen bir yazar. “O bensiz ne yapabilir ki bu hayatta” diyen bir kibirli bir kadınla, her an evi terk edip kaçacakmış gibi yaşayan bencil bir erkeğin, rolleri nasıl değiştirdiğini sıradan konuşmalarla gösteriyor. Sonra hayatı kendi basit kurallarıyla yaşamak yerine, ‘neden sevdiğini düşünenlerin’ trajedisini anlatıyor usul usul. Aşkın imkânsız tabiatında öyle sükûnetle yıkanmış bir dürüstlüğe yer olmadığını hatırlatıyor.
Mutsuzlukla yoğrulmuş huzur
Dikenli sevdaların yazarı haklı. İçinde debelendiğimiz o döngünün sebebi, bazen mutsuzlukla yoğrulmuş huzuru, huzursuz bir mutluluğa tercih etmek galiba. Yazar Fontane, bir seyahatte tanıştığı İspanyol aktris Dolores’in çekiciliğine kapılıp acı çekmekten ürktüğü halde yanından ayrılamıyor. Onu kırk yıldır tanıdığını iddia eden sevgilisine “Sevgi böyle bir şeydir. Sanki bir büyü ile insanda hiç var olmayan, olmamış harika bir geçmişin hatıralarını yaratıverir” diyor. Ne tuhaf ki bir büyü ile bazen bir geçmişin hatıralarını da siliveriyor. Ya da bir süreliğine silmiş gibi yapıyor. Peki, kudreti geçip gidende değil de yaşananda saklı olan hakiki bir sadakat duygusu buna müsaade eder mi? Maurois bu sorulara cevap arıyor işte..
Ve ben sandık içi kokan bu kitabı, değişen mevsimin habercisi olan sürprizli işaretlere tercih ediyorum. Kalabalıktan uzakta limonlu çayımı yudumlarken ömrü boyunca kadınlardan şikâyet etmiş bir yazarın ilişkilerimizin kırılganlığına, kadınların vahşetine dair tesbitlerini okuyup gülümsüyorum. “Sevgiyi bulamadıklarında kadınlar, bunun kokusunu, yankısını, parıltısını” severler diyor. Ve sonra karısının neden o macerayı ayrıntılarla dinlemek istediğinin cevabını yine bir kadın kahramanın konuşmasıyla aktarıyor: “Biz kadınlar, bir durumu yahut bir duyguyu tahlil etmekten hiçbir zaman usanmayız. Siz erkekler isi faaliyet halindesinizdir; evet bir romancı bile öyledir. Faaliyeti roman yazmaktır. Biz kadınlar saadetin de, felaketin de uzun uzun tadını çıkarırız.” Bunları okuyunca “doğru, yaparız gerçekten” diyerek kanepenin yumuşak çukuruna iyice yerleşiyorum. Sokakların ev içlerinden daha ılık olduğu güz günlerinde, tekinsiz aşk hikâyelerinin huzursuzluğuyla geçmişe sürüklenmeyi seviyorum.
Olmayan bir dua hasredersin...
Aynı adamı seven birbirine tamamen zıt iki kadın karakterin konuşmalarını okurken gülümsüyorum. Kendini toplum kurallarına teslim eden ‘asıl kadın’ın yanında, ihtiraslı, cüretkâr bir kadının daha asil ve akıllı durabildiğini izlemek hunharca hoşuma gidiyor. Neden hep hayatın sonuna yaklaşanların kendinden, hayallerinden vazgeçtiğini düşünüyorum. Yeterince yaşamış olmanın doygunluğu mu yoksa artık kalan zamanı umursamamak mı sebep? Yazar Fontaine, sonunda şehvetli bir aşkın, asıl aşkın yanında hiç kaldığına inandırdı kendini. Kaybolan güven duygusunun yerine konamayacağını bilmesine rağmen huzurlu bir mutsuzluğu tercih etti. Maurois, elbette bunu sadece korkuyla ilişkilendirecek kadar düz bir yazar değil. Her zamanki gibi altını kalınca çizmeden öylece açıkta bırakmış. Yazarın, genç sevgilisiyle mektuplaşan karısına gösterdiği mektup sadakatin gerçekte ne olduğunu soruyor: “Yıl dönümümüzde Magdalena Kilisesi’ne git beni düşün. İnsan, hep yok olan bir kimseye hayatını vakfedemez; olsa olsa ona bir dakika, bir dua hasreder. Bütün bunlar gerçek miydi acaba diye düşünüyorum. Sonra zihnimin derinliklerinden hatıralar birer birer çıkmaya başlıyor. Beni hemen büyüleyivermiş olan ilk bakışını, dalgalı saçlarını kaldıran ince uzun ellerini, yüzünün sevişirkenki ifadesini, dua ederkenki vecd halini görüyorum. Bu hayaller bende öylesine temiz bir halde saklı ki, bu unutamayacağım rüyadan dolayı ne azap duyuyorum, ne de pişmanlık. Okumuş olduğum çok güzel bir kitap sanki bu. Onu yazanın mucizevî kehanetiyle bana yaşamak istediğim hayatı anlatıyor.”
Maurois’nın yazar kahramanı Fontaine o hayatı yaşamıyor. Karısı Pauline, genç sevgili Dolores’e kocasıyla arasında hep bir beden, ruh ve yüz olarak kalacağını itiraf ediyor. Ama birbirilerini öyle oldukları gibi kabulleniyorlar.
Ve ben bir ‘hayal aşkın’ sonsuza kadar çoğalabilen gücünde gölgelenen o sorunun kaotik hayatlarımızdaki karşılığını düşünüyorum; Sadakat nedir?
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:26:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/03/huzursuz-sevdalar-ve-andre-maurois.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!