Pudramsı tozların kapladığı eşyaların ortasında durmuş meçhul olduğu halde nedense bana o anda öyle görünmeyen geleceğime bakıyorum. Moloz yığınını okşayıp duvarlara tırmanan ışık oyunlarını seyrederken düşüncelerden, muhtemel heyecanlardan, kaldığım yerden başlama gerçeğinden yorulunca kendi evimden kaçıp gitmek istiyorum. Pencerelerin söküldüğü oyuklardan birine tüneyince onu fark ediyorum. Bina tamiri için kurulan iskelenin üstünde durmuş meraklı bir martı gibi insanların hayatını dikizliyor. Sokağın gürültüsüne, camların arkasına gizlenen yaşlıların umutsuz bakışlarına, bir yerlere yetişmeye çalışan insanların telaşına, mutfakta yemek pişiren kadınların dalgınlığına büsbütün yabancılaşmış. Her şeyi anlıyor ama manayı kavrayamıyor sanki. Rus yazar Platonov’un o ironik cümlesini hatırlatıyor bana; “Sizin için insan olmak sadece bir alışkanlıktır, benim içinse, bir tatil ve bir zevk”. Bir an ona “sen buralardan değilsin galiba, bana da uçmayı öğretir misin” diye seslenmeyi düşünüyorum ama sonra ürkütmemek için vazgeçiyorum.
Biraz evvel aydınlanan gökyüzü griliğine çekilirken içeri girip kendime küçük bir çanta hazırlıyorum ve içine sadece hevesli okul çocuğu heyecanıyla aldığım yeni, mavi defterlerimi koyuyorum. Henüz boş sayfalarını kimbilir hangi sözcüklerle dolduracağımı bilmediğim defterlerimi. Buna benzer kısacık bir anı anlatmak isteyebileceğimi düşünüyorum o sırada. Belki henüz yazılmamış bir hikâyenin önemsiz ayrıntılarını, yeniden okumak istediğim kitapların tanıdık cümlelerini... Ya da ne bileyim, başkalarının küçümsediği kızgınlıklarımı, korkularımı, körelmiş arzularımı, yorgun hayallerimi.. Yeniden, hep aynı heyecanla seveceğim insanları, isimlerini bile telaffuz etmeyeceğim halde unutamayacaklarımı, sayıklamalarımı...
Ben öyle düzenli günlük tutanlardan olmadım hiç, zaten nasıl yaparlar, pek anlayamam. Düzenli alışkanlıkların sıradanlığından sıkılırım, bana göre değildir. Ama farklı serüvenlerin peşinden koşan defterlerim oldu hep. Onları sevsem de kurcalamaktan biraz ürkerim. Ait oldukları zamanın sihrine dokunup doğallıklarını bozmak istemem. Yazının insanın gün ışığında yüzleşmeye korktuğu yabani yanını ortaya çıkardığını bilirim çünkü. Yazı bir anlamda belirsizliğin, içimizdeki karanlığın çekiciliğidir. Bu yüzden kurgulanmamış cümlelerin bazen bizi çok daha derin köklerimizden yakaladığına inanıyorum. Hayatın çıplak dökümünü yapabilen günlükleri, günlük taklidi yaptığı halde koleksiyona dâhil edilme niyetini açıkça belli eden ‘defterleri’ okumayı bu nedenle seviyorum.
Hayallerimizi temize çekiyoruz...
Hayata dair algımızı daha berrak kavrayabilmek, kendimizi tanıyabilmek için okuma hazzının, merakının dışına taşıp yazmaya içgüdüsel olarak ihtiyaç duymamız bence kişiliğimizi oluşturan önemli etkenlerden biri. Yaşantımızdan, geçmişimizden bir hikâye yaratmak, benliğimizi yeniden inşa etmek için sürekli biriktiriyoruz aslında. Sadece yöntemlerimiz farklı. Sabah uyandığımızda rüyalarımızı kaydediyoruz küçük kâğıtlara. Hayallerimizi tekrar tekrar temize çekiyoruz. Gönderilmeyen mektuplar yazıyoruz bazen. Bir gün ansızın uyanıp bizi dürtecek mısralar kazıyoruz yorgun hafızamıza. Pişman bir itirafçı gibi günahlarımızı döküyoruz aslında başkalarının da okumasını istediğimiz ‘günlüklere’. Bu sonsuz maceranın içinde soluk soluğa koştururken seçtiğimiz sözcükler, sorduğumuz sorular bizi diğerlerinden ayırıyor, her birimizi özel kılıyor. Galiba anlatmayı öğrenerek şeffaflaştıkça ne kadar çok hikâyemiz olduğunu da biraz şaşırarak keşfediyoruz.
Geçenlerde terk edilmiş bir gemi enkazına benzeyen çalışma odamı temizlerken bunları düşünüyordum. Kütüphanemin ‘günlük tutan kahramanlarını’ o sarı toz bulutunun içinden ayırıp yazarların ‘mahrem hayatlarını’ kurcalamaya başladım. 19. yy. İngiliz edebiyatının özel seslerinden biri olan Kathrine Mansfield, altı yıl boyunca düzenli olarak tuttuğu günlüklerde yazma içgüdüsünü ve biçimini sorguluyordu: “Peki, aslında ne yazmak istiyorum ben? Kendi kendime soruyorum, eskisinden daha mı az yazarım? Söz bunu sağladı mı? Anlatmaktan, hatırlamaktan, kendimi gerçekleştirmekten başka bir şey istiyor muyum? .. Yaşamış ya da öykülerime koyduğum insanlar artık ilgilendirmiyor beni.” Üç yıl sonra sert tecrübelerle öğrendiklerini bambaşka bir ruh haliyle yazmış: “Veremim. Hâlâ çok fazla nem ve sancı var hasta ciğerimde. Ama aldırmıyorum. Huzur, yalnızlık, kitaplarımı yazacak zaman, seyretmek ve üstünde düşünmek için güzelim dış yaşam –başka hiçbir şey. Ha, bir de çocuk; bir oğlan çocuk isterdim; mais je demand trop! (Ben de çok şey istiyorum) .”
Bazı yazarların kurguladıklarıyla yetinmemelerinde biraz acıklı ama dürüstlükten, iç döküşün huzursuzluğundan beslenen sağlam bir damar da görüyorum. İtiraflarının gizli labirentlerinde dolaşırken tuhaf tökezlemelere takılıyorum. Mesela Mansfield neden çok şey istediğini Fransızca yazmıştı. Utanma, kibir, gösteriş, gizlenmek, hangisi? Önemsiz gibi görünen bu ayrıntılar yazarın o anki ruh haline dair ilginç ipuçları da veriyor ve o gizemli bağlantılarda kaybolan her okur, onun dünyasını basit sorularla yeniden keşfediyor.
Çelişkili defterler...
Belli bir yönteme, üsluba sıkıştırılmamış günlüklerin cazip yanı, şikâyet eden, zehirli cümlelerle cezalandıran yazar sesini yansıtmasının yanı sıra okuyana edebî bir lezzet de vaat etmesi. Şöhretli veya sıradan, bence bu zenginlikleri barındıran bir günlük, yazma eyleminin farklı merhalelerini gösterebilmesi bakımından da önemli. A. Gide, 1911’in ocak ayında defterlerini önüne koymuş sızlanıyor: “Şimdi dünyadan elimi çekecek olsam, yazdıklarıma bakarak, kimse söyleyeceklerimin en güzellerlini henüz yazamadığımın farkında olmayacak.
Hangi cüretle, hangi uzun ömür vehmiyle en önemlisini sona bıraktım; ya da tersine, nasıl çekingenlikle konuya karşı duyduğum saygı ve henüz ona layık olamadığım için nasıl bir korkuyla böyle davrandım? .. İşte böyle Dar Kapı’yı yıllarca geciktirdim.”
Aynı Andre Gide, birkaç ay gün sonra Bursa’ya gidiyor ve pırıl pırıl bir mayıs sabahı aynı deftere şu cümleleri yazıyor. “Caminin beyaz duvarı üstünde bir çınarın gölgesi kımıldıyor... Ayaklarımın ucunda nurlu bir sükûnun hüküm sürdüğü Bursa’nın yeşili. Her yerde bir durgunluk, sessizlik. Heyecanın süt gibi süzüldüğü hücrelerde bu nefis yumuşaklığı bayıla bayıla duymak. Çamların gölgesinde derin bahçeleriyle, nazlı bir gül, safiyet gülü olan Bursa, gençliğimin seni tanımamış olması mümkün mü? Bu caminin küçük avlusunda oturan gerçekten ben miyim? ”
Kendini kırbaçlayanlar...
Hayatı olduğu gibi sözcükleri fazla eğip bükmeden resmetmek, kendini kırbaçlamak konusunda fevkalade istikrarlı ve titiz olan Kafka, eğer yıllar boyu doldurduğu defterlerin arkadaşı Max Brod tarafından gün ışığına çıkarılacağını bilseydi bu kadar ‘mesafesiz olur muydu, merak ediyorum: “Toparlan, kendine çekidüzen ver, bürokrasiyi sıyır at üzerinden, ilerde ne olacağını hesap edecek yerde, kim olduğunu görmeye çalış. Bundan sonra ilk yapacağın şey belli: Askere gitmek. Flaubert’le Kierkeggard’la kıyaslamalara başvurmak gibi saçma bir yanılgıdan kendini kurtar. Onlar kendi durumlarını biliyordu, eylem adamıydılar ama sende ardı arkası kesilmeyen hesaplar var.”
Yazı bazen yüzümüzü ısıran ayaz gibi hayatı acımasızca yakıyor ve gerçekten soğukluğunun kalıcı etkisi başka hiçbir şeye benzemiyor. Utanmadan, kaybetmekten korkmadan, başkalarının ne düşüneceğini hesaplamadan, kemiren kuşkulardan kaçmadan, O’nun gaddarlığına, merhametine, yalnızlığın halesindeki büyük boşluğa meydan okuyarak, zihin karmaşasıyla, beden gücüyle yazanlara iyi bakın. İşte daha ziyade onlara yazar deniyor.
Bir de onların gölgesinde yaşayan kadınların doldurduğu binlerce sayfalık günlükler var tabii. Bence onlar da en az kocalarınınki kadar ilgiyi hak ediyor. Sofia Tolstoy’un günlüklerini çıkarıyorum. Yazarın ölümüne yakın defterine şunları yazmış: “Nerdeyse kırk yıldır bir dâhiye hizmet ediyorum; bu süre içinde bin kez düşünsel yaşamımı, müzik ve sanat tutkumu geliştirmek arzusunu coşkuyla hissettim. Buna rağmen kendimi susturup baskı altına aldım. Hayatımın sonun kadar dâhime hizmet etmeyi sürdüreceğim.” Sürdürdü, ama sadece hizmeti değil, bitmek bilmeyen kıskançlık ve miras kavgalarıyla Tolstoy’un hayatını son âna dek cehenneme çevirmeyi de sürdürdü... Bir kadının her gün kocası roman yazarken onu hakkındaki düşüncelerini, hislerini kaydetmesi büyük bir yazarı ve onun üzerinden kendini anlatabilme çabasına rağmen içimi burkuyor doğrusu. Onu da itinayla kocasının yanına yerleştiriyorum.
İlk cümle...
Sonra bakışlarım öksüz bir çocuk gibi en alt rafta modernler arasına sıkışıp kalmış Pavese’ye takılıyor. Biraz karıştırmak için elime alıyorum. Arasından kenarları eprimiş siyah beyaz bir fotoğraf ve el yapımı bir kâğıda yazılmış küçük bir not düşüyor. Notta uzun yıllar evvel kitabı hediye eden arkadaşımın günlüklerden seçtiği bir cümle yazılı: “Her zamanki trajedi: Ancak kendisinden nefret ettirebilen adam kendisini sevdirebilir –aynı kadına.”
Fotoğrafı ve notu bir kenara koyup yeni, mavi defterimi açıyorum. Kurşun kalemin kapalı ucunu ağzıma sokuyorum. Dilim ahşabın buruk tadıyla acılaşınca kısacık bir an geçmişe gidip, bana çağrıştırdığı o ilk cümleyi bembeyaz sayfanın en başına yazıyorum. Ve uykuya hazırlanan bir kedi gibi uzun ve derin bir nefes aldıktan sonra gözlerimi yumup yazının ılık koynuna sokuluyorum...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:19:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!