KÖYÜMÜN MUHTEŞEM İNSANLARI
Köyümüzün patika yollarında bir daha hiç yürüyemeyecektik. Sıradağları birbirine bağlayan keçi yollarımız da yıkılıvermiş. Bundan böyle patika yollarımız olmayacak. İnsanlarımızla asla bir araya gelemeyeceğiz. Hiç kimseye sürtünüp ilerleyemeyeceğiz; minnacık yollarımızda insanlarımızla buluşamayacağız ve kucaklaşamayacaktık bir daha bin yıllık hasretle birbirimizi. Sıcacık omuzlarımıza değdiremeyecektik buz gibi çenelerimizi. Dimdik ayakta, nefes nefese, göğüs göğse yaslayamayacaktık birbirimize. Hiç kımıldamadan, sarmaş dolaş öylece ve saatlerce nabız atışlarımızın durulmasını bekleyemeyecektik. Ve içimizdeki dağ gibi heyecanı da dizlerimizde hissedemeyecektik. Gözyaşlarımızla buluşturamayacaktık omzumuzdaki terin ıslaklığını da. Sonra da her sarılışımızda birbirimize koklayamayacaktık şahdamarlarımızı da ve bir şelale gibi akan kanımızın sesini iliklerimizde de işitemeyecektik hiç.
İşte böylesine cana yakın olamayacaktık birbirlerimizle bundan böyle bir daha... Küçücük, tek kişilik patika yollarımız yıkılıp yok olmuş, gerçekten hepimiz mahvolmuştuk! ..
Bundan böyle patika yollarımız hiç olmayacak... Kimseye sürtünüp ilerleyemeyecektik. Minnacık yollarımızda nefes nefese kalamayacak, insana bir daha hiç değemeyecek; insan tenini, terini bile hiç koklayamayacak; nefes buğusu ile ağız kokusu da ilişmeyecekti üzerimize. İnsan tebessümü ile otuz iki beyaz dişi de göremeyecek; yutkunma sesi ile insan geğirmesini de hiç duyamayacaktık artık. Ve bundan böyle çok yakından tanıklık edemeyecektik her türlü insanlık hallerine…
Hep böyle olmamız hükmedilmişti bizlerden… İnsanlık içinizde hiç olmasın ya da azıcık bulunsun ama yüreğiniz kapkara, kin, nefret ve şerefsizlikle dolsun denmişti. Sakın ha! Kan hücrelerinizde minnacık bir sevgi dahi olmasın; bir damlacık, sadece bir güzellik azıcık gezinsin hayallerinizde. En güzel değerlerden yalnızca bir demet bulunsun ruhunuzda ama bedeninizden ve dünyanızdan çok acilen terk edilsin istenmişti. Bizler de büyük bir iştahla ve keyifle hep öyle oluverdik işte! Böylece içimizdeki geri kalan zerre miktar insanlıkların tamamını da hep terk edivermiştik.
Bundan böyle patika yollarımda yürüyemeyeceğim. Buldozer kepçesiyle baştanbaşa yıkılıp, dümdüz edilivermişler. Patika yollarımın özlemi bir ömür boyu sürecek. İçim cayır cayır yanacak ve hep acılar içinde kıvranacağım... Yeni yapılan yollarda ise muhteşem değerlere asla ulaşamayacağım. Biliyorum; köyümün asfalt yollarının en sonu alabildiğince zifir karanlıklardır…
Yalın ayaklarıma yabani otlar bir daha değemeyecek. Minnacık çıplak bacaklarımı ısırganlar yakamayacak; taptaze baldırlarımda onlarca kızıl kabarcık tatlı tatlı hiç kaşınamayacak… Böğürtlen dikenleri de çizip kanatamayacaktı dizlerimi hiç... Bedenimi, sırlarımı gizleyemeyecekti insan boyu yeşillikler. Sonra da saklanıp saklambaç oynayamayacaktık sarmaşık asmaları içerisinde... Yabanarısı yuvaları üzerinden bir daha atlayıp, zıplayamayacaktım; vücuduma saplanmış onlarca yabanarısı iğnesinden eser kalmayacaktı böylece… Kursun gibi inen yağmur damlacıkları karalâhana yapraklarında bile barınamayacaktı ve yaban gülüyle zifin çiçeğinin doyumsuz kokusuna da asla erişemeyecektim…
Mazot ile benzin dumanı enjekte edilecekti içimize, ciğerlerimize ve genzimize böylece... Bundan böyle teknoloji geğirecektik nefes borumuzdan. Gırtlağımızdan fabrika bacaları zehri soluyacaktık; midemiz bulanacak, yanık yağı ile çimento tozu kusacaktık. Burnumuzdan fitil fitil getirilecekti bin bir çeşit kirlilikler ile hiç eksilmeyecekti makine sesleri kulaklarımızın derinliklerinden. Evet, paramparça edilmiş patika yollarımı bundan böyle asla içime sindiremeyeceğim…
Köyümün asfalt yolları başımı döndürüyor; vücudum ürperiyor; kendimi anadan doğmuş gibi çırılçıplak hissediyorum; yolların genişliği gizliliklerim ile tüm sırlarımı bir bir açığa çıkarıyor veyahut ta bana öyle geliyor…
Boyum büyüklüğündeki çalılar arasından sürtünerek ilerleyemeyeceğim artık; sümüklü böceğin salyaları üzerime başıma yapışmayacaktı hiç; bunca yeşilliğin içerisinde bedenimi bundan böyle gizleyemeyecektim; çıplak ayaklarımla karınca sürüleri üzerine basıp yürüyemeyecektim; çamurlara bastıkça tırnaklarım ile yalınayaklarımın parmakları kızıla boyanamayacaktı; gıdıklanamayacaktı ayakaltlarım böylece bir daha. Doğanın muhteşem kokusunu da içimin derinliklerinde saklayamayacaktım artık.
Öyle sap gibi gezinecektim yeni yapılmış asfalt yolların tam kucağında… Onlarca kaleşnikov namlusunun üzerime çevrilişi ile bir sürü kalleşçe hain gözün bakışı gibi bir hedef durumda olacaktım artık. Düşman çocukların birbiri peşe taş yağmurları sırası, bir ağaç gerisine kaçıp saklayamayacaktım bedenimi de... Dallardaki meyveyi düşürecek tek bir taş dahi kalmamıştı ortalıklarda; üstelik meyve ağaçları bile kökleriyle sökülüvermiş ya da üç beş parça tomruk haliyle öylece yerlere serilmiş… Çalılıklar arasından bin bir çeşit kuşun nameli seslerini, meyve ağacı dallarındaki cıvıltılarını işitemeyecektim böylece…
Merhaba güzel insan Abdurrahman Sancak…
Akrabamızın çok büyük değerlerinden Abdurrahman’ımızın kendine özgü acayip özellikleri vardı.
Gözbebeklerinde parlak bir ışık, sempatik tavır, hep gülümseyen mimikleri ile herkesçe alabildiğince sevilirdi. 1970’li yılların kahırlı, baskıcı, karmaşık zamanlarını terk edebilmek için birkaç seçenek vardı. Ya körü körüne itaat edeceksin, ya her türlü dayatmalara boyun eğeceksin ya da kural sınır tanımaksızın toplumun kör kabullerini reddedeceksin. Üniversite okumak için de mutlaka bir tarafa yamanmak vardır…
Alabildiğince özgür olabilmek herkesin harcı değildi. Dayatılan yığınla fraksiyonlar, ideoloji, fırka ve hiziplerin hiç biri uymuyordu bize ve de coğrafyamıza bile sığamıyorduk. İçimizdeki fırtınalardan, hiperaktif özelliklerimizden ve kafalarımızdakilerden kimse bir şey anlamıyordu… Üstelik dimdik dağlarımızın karanlık vadilerine erişemeyen güneş üzerimize başımıza hiç değmiyor, yılın yarısı dağların zirvelerinde gezinip duruyordu ki, coğrafyamızın azizliği ile karanlıkları da acayip bıktırmıştı…
Mevsim ağır kış, dağlarım karla kaplı, coğrafyam bembeyaz
Karadeniz kıyıya atıvermiş karı, bünyesinde asla barındırmaz
Tıpkı diğer kirlilikleri olduğu gibi su yüzüne çıkarıvermiş
Bu deniz kendi renginden başkasına meğer tahammülsüzmüş
Maviye çalar hamsinin kokusu da bembeyaz kara bulamış
Derin vadiler kış uykusunda, yaprak kımıldamaz olmuş
Denizimizle hiçbir zaman barışık olamadık biz... Şimdiye dek attıklarımızla, döktüklerimizle, yıktığımız her şeyimizle meğer Karadeniz’i hep kirletiyormuşuz… Gözyaşlarından, acılarından, sızılarından, simsiyah gecelerinden ve mavi denizimizin bunca hıçkırıklarından hiç haberdar bile değilmişiz… Kirli derelerimiz gibi daha yüzlercesine de can suyuydu Karadeniz’imiz… Öylece denizimizi hep birlikte mahvediyormuşuz...
Meğerki bu Karadeniz ne kadar safmış, ne kadar da masummuş ve çocuksuymuş ve de korunmaya muhtaçmış… Meğer insanlarının boğazına iki eliyle birden gerçekten yapışmalıymış. Şahdamarlarına boğarcasına sıkıca bastırmalıymış. Hainlerinden ihanetin bedelini ve ağır vebalinin hesabını çok geç kalmadan sormalıymış.
Zalimce akan kirli derelerin pisliğine nasıl da dayanabilmiş? Neden bir yanardağ gibi kükreyip patlayıvermemiş; kızgın lavları ile küllerini insanlarının üzerlerine bırakıvermemiş; niçin öfkeden kudurup, sel olup taşmamıştı şimdiye dek? .. Nasıl da dev dalgalarıyla kucağına almamıştı ya da silip süpürmemişti yüksek dağlarını; bembeyaz köpükleriyle baştanbaşa örtüp geçmemişti derin vadileri ile uçsuz bucaksız yaylalarını; üstelik tüm canlılarıyla birlikte yok oluncaya ve boğulmadık tek bir canlı bırakılmayıncaya dek… Ama ne de hak etmiştik böylesine büyük bir felaketi ya da ikinci ve en son Nuh Tufanı’nı…
Dağ köylerinde işlenen bunca suçlar; yakılan mermilerin boş kovanları, patlatılan dinamit lokumları; gariplerin gözyaşları, hurafenin kirli aptes suları, dökülen kanlar; yediği kaba idrarını yapan hainlerin sidiklerine varana dek, bunca kötülüklere nasıl da dayanabilmişti masum Karadeniz? Zulüm adına, kan, kin, nefret tohumu dâhil, bırakmıştık her ne melanet varsa küçücük su birikintilerine; akıtmıştık kahkaha salyalarımızı kirli dereler ile derin vadilerimize; hiç bilemedik ki, nereye gidiyor bu berbat sular? Bir sürü dağ köyünün lağımını, yayla derelerinin de kirli atığını; dozer kepçesi marifetiyle bulanık akan çamur deryasını; çürümüş ağaç köklerini içine sindiren Karadeniz’in kutsallığını;
Hiçbir zaman akıl erdiremedik, bilemedik ya da düşünemedik ve de hiç anlayamadık Karadeniz’e yaptığımız bunca zulmü… Denizimizin masumiyetini gerçektende algılayamadık ve İki gözünü birden nasıl oyduğumuzun hiç farkına bile varamadık. Böylece vah Karadeniz’imin çığlıklarına vah! bile diyemedik…
Ancak denizimizle barışmak için iş işten geçmiş değil; el uzatıp, af dileyip, can ciğer olma zamanımız gelmiştir artık…
Yine bu sabah sol omzunuzdan mı kalktınız; tepeniz mi atık?
İçinizden husumet mi geçiyor; gözünüz mü kararmış?
Atın gönlünüzdeki sevgi füzelerinizi sevmediklerinize
Patlasınlar ve de havaya uçsun öfkelendikleriniz
Dudaklarınızdan üst üste birer de sevgi oklarınızı,
Fırlatınız paramparça ettiklerinizin üzerine
“insan sevgisi, rol yapmanın ötesinde bir şeydir. Oysa insanlar, roller de boğuluyorlar…”
Niçin öldürüldüğünü iyi anlayabilmek için şu ana delili görmek gerekir. Ölümünden itibaren sadece 5 yıl içinde Türkiye’nin maliyesine yaşatılanlar, bankaların hortumlatılmaları sonrası kurulan Meclis Soruşturma Komisyonunun bile “Devlet Sırrı” diye ulaşamadığı bilgiler Adnan Kahveci’nin en uzmanlık alanı konulardı. Cumhuriyet tarihimizin en şaibeli başbakanı ve de politikacısı diye kabul edilen Mesut Yılmaz ile merkez sağın diğer şaibeli başbakanı Tansu Çiller’in başbakanlık marifetleri kendilerini ele vermiştir. Onun yokluğundan sonra Türk ekonomisinin, Türkiye maliyesinin nasıl çökertildiğine, bir ulusu nasıl uçuruma sürüklediklerine, dönemlerinde kamu kaynaklarının nasıl hortumlandığını ve de ulus olarak sahteciliğe, haram lokmaya, kamuyu çalmaya, sahteciliğe nasıl bağışıklık kazandığımız süreçleri önce bir irdeleyelim ki, Kahveci’nin trafik kazasının nedenlerini görebilelim:
“Başbakan Mesut Yılmaz; POAŞ ve Türkbank raporunda, gerekse diğer raporlarda işadamı Korkmaz Yiğit’le, mafya lideri Alaattin Çakıcı ile özel ilişkileri ortaya çıktı. Türkbank ihalesini yakın dostu Korkmaz Yiğit’e verdi. Sonra da İzmit’te SEKA’ya ait bir araziyi Ford Otomotiv A.Ş’ye bedelsiz olarak vermek ve İzmit Körfez Geçişi ihalesine fesat karıştırmak suretiyle görevlerini kötüye kullandı. Yüce Divan’da yargılandı ve suçlu bulundu…
“İstanbul Bankası, Başbakan Tansu Çiller'den çok eşi Özer Çiller ile yakından ilgiliydi. Özer Çiller, kredi alıp bir daha geri ödemeyip ve de işi kılıfına uydurup İstanbul Bankasını zarara uğrattı. Örtülü Ödenek’in 5,5 milyon TL parasını bir dolandırıcıya şaibeli bir şekilde kaptıran Tansu Çiller’in, hizmetlisi adına Kuşadası’nda Pelister Çiftliği’ni, Antalya’da hazine arazisi üzerine kondurduğu “Kemer Inn Oteli” haberleri basında uzun süre yer aldı. 5 Nisan Kararlarından sonra batırılan İmpeksbank, TYT Bank ve Marmarabank olayı ve de Amerika'daki mal varlığı soruşturmaları, mafya, derin devlet ilişkileri gündemden hiç düşmedi. TBMM Bütçe Plan Komisyonu, 1994 krizinde batırılan söz konusu bankaların mudilerine paralarının ödenmesine dair bir tasarıyı geçirdi. Görüşmeler, nedendir bilinmez basına kapatıldı ki, bunun nedeni, bu bankaların mudileri içinde önemli kişilerin olduğuna dair bilgiler olduğuydu… Komisyonda TYT Bank'ın batışı ile ilgili ilginç sonuçlar ortaya çıktı. Ancak komisyon, banka batmadan önce kimlere yüksek oranda kredi verildiğini öğrenemedi. Bu konu "devlet sırrı" olarak kaldı. Bu paralar kamu bankalarından TYT Bank'a, oradan da komisyonun bile adını öğrenemediği işadamlarına ödendi. Oysa TYT Bank'ın batmak üzere olduğu, yurtdışına önemli miktarda kaynak aktardığı konusunda Merkez Bankası Hazine'yi uyarmıştı… Çiller için CIA ajanı olduğu hakkında Askeri Savcılık araştırma yapmış, konu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına bırakılmıştı”
Yaklaşık 15 yıl önce Sarıyer’den kalkan minibüsün en ön koltuğundayım; öyle bir yolculuk ki o gün İstanbul’un Fethi’ne benzer ya da bir Nuh Tufanı gibi bir minibüs yolculuğumu hiç unutamıyorum. Üstelik Boğaziçi’nde hiç yaşanmamış bir heyecan, bir de acayip panik ve de duygu sağanağıyla Taksime varabilmiştik ama öyle bir yolculuk ki, şehir hatları dışına bile çıkmıştık ve de inmiştik geçmişin derinliklerine ama hiç dokunmamıştık tarihin dokusuna da... Bir ara asfalt yoldan ayrılmış, takılmıştık boğazda sürüklenen gemilerin peşine… Ve öyle bir yolculuk ki, az gittik, uz gittik bir müddet denizaltından bile gittik, coğrafyamızı ve de şanlı tarihimizi de dize getirdik… Sonra da çift yönlü akıntıyla bulmuştuk kendimizi Marmara açıklarında… Üstelik o gün İstanbul’da dört mevsim, üç beş yüzyıl, birkaç da çağ birden yaşamış ve de İstanbul’u baştanbaşa iliklerimizde hissetmiştik. Nihayet Taksim’e varmıştık ama nice savaş kahramanlarının, meydan muharebelerinin ve de mareşallerin de pabuçlarını dama atmıştık…
Bir İstanbul sevdalısı; Karadeniz’den gelen dev bir çınar; başı dik, alnı açık Taksim-Beşiktaş-Sarıyer minibüs hattında taşıyor İstanbul’u tam yarım asır… Sarıyer’den kalkan bir minibüsle Beşiktaş, Taksim’e doğru hızla yol alıyoruz; minibüs tıka basa dolu; yolcularda bir korku; acayip bir heyecan; bir de panik, boğazda öylece seyrediyoruz ve de hızla ilerliyoruz Marmara’ya…
Poyrazköy’den esen bir poyraz, arkasından bilmem kaç gros tonluk Rus şilebi; bir de Gürcü kuru yük gemisi; hemen Karadeniz girişinde; Kavaklar’dan heybetle seyrediyorlar ve de tarihin dokusunu zedelemeden hızla ilerliyorlar; Sarıyer önlerinde nefes kesen bir yarış; gemilerin peşindeyiz; çok fena kaçıyorlar ama hepsini yakalamışız; hemen önümüze katmışız şerefsizleri… Bizim minibüste bir korku, acayip bir heyecan, bir de panik, Taksim-Beşiktaş-Sarıyer minibüs kaptanı “ya Allah Bismillah” deyü tam yol akıyoruz Marmara’ya…
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!