Anne, hayat nedir? Söyle bana…
İlk adım mı, ilk yara mı?
Babamın sesi mi geceye karışan,
Yoksa düşlerde büyüyen umutlar mı?
Gece, sessizliğiyle etrafı sararken, bir veda rüzgarı esiyordu yüreklere. Yıldızlar bile bu vedanın ağırlığını taşımakta zorlanıyor, hüzün dolu bakışlarını yere indiriyordu. Ay, her zamanki parlaklığından vazgeçmiş, gökyüzünde silik bir hatıraya dönüşmüştü.
O ve ben... Yollarımızın bir zamanlar kesiştiği, şimdi ise birbirinden uzaklaştığı o noktada duruyorduk. Konuşmaya cesaret edemeden, gözlerimizde biriken onca sözcüğü sessizce birbirimize fısıldıyorduk. Kalbimde yankılanan her cümle, dilime gelmeden soluk birer gölgeye dönüyordu.
Ellerimiz, artık birbirine kavuşmayacağını bilen iki yabancı gibi titreyerek geri çekildi. Oysa bir zamanlar, dünyanın en sıcak sığınağıydı avuçlarımız. Şimdi ise, soğuk bir yalnızlık sarıyordu her birimizi. Zaman, bizi acımasızca ileriye taşırken, ardımızda bıraktığımız hatıraların üzeri ağır bir sisle kaplanıyordu.
Bir ateş yanar içimde, sessiz ve derinden,
Adını anmak bile yasak bana, gizlice severim.
Seninle dolu her anım, ama yalnızca hayalimde,
Bir bakışın için yaşarım, hep uzağında kalarak.
Gözlerin yıldızlara benzer, ben karanlık gecede,
O kadının adı, kokusuyla ruha işleyen o narin çiçekten geliyordu. Lakin, onun hikâyesi çiçeklerin solup gitmesi kadar basit değildi. Zira aşkın solması ile bir çiçeğin solması aynı şey değildi. Biri mevsimlikti, diğeri ise ömrün yükünü omuzlarında taşırdı.
İstanbul’un yıllara meydan okuyan taş sokaklarından birinde, sabahın en tenha saatlerinde, kahvesini içen bir adam duruyordu. O adam. Yahya Kemal’in “saf şiir” dediği o hakiki şiirin peşinde bir ömür geçirmiş, edebiyatın derin kuyularında kaybolmuş bir adam... Elinde tuttuğu kitap, Baudelaire’in *Les Fleurs du Mal*iydi. Melankoliyi severdi o adam, tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarındaki zamansız kahramanlar gibi. Ama en çok da, içindeki aşkı tek başına taşımaya alışmıştı.
Ve işte, o sabahın serinliğinde, taş sokaktan bir kadın geçti. O Kadın… Beyaz bir elbise içinde, saçları omuzlarına dökülmüş, gözlerinde adını koyamadığı bir hüzün taşıyan kadın. Onun yürüyüşü, Divan edebiyatındaki mazmunlarla anlatılacak kadar ahenkli, ama bir o kadar da Mevlânâ’nın şiirlerindeki gibi hakikati içinde saklayan bir sır gibiydi...
Dalgaların ritmine uyumlu bir fısıltı gibi yankılanıyordu adı: Pel. O, taş çağlarının sisli sabahlarında doğmuş, çağların karanlık örtüsüne rağmen ışığını hiç kaybetmemişti. Onun hikâyesi, neolitik ve paleolitik çağların eşiğinde, insanlığın henüz hayata şekil vermeye çalıştığı zamanlarda başlamıştı.
Pel, kayaların ve ağaç gövdelerinin arasına oyulmuş ilkel sembollerin içinde yaşıyordu. Onu ilk bulan, Ayak izlerini mamut kemikleri arasında süren genç avcı Atis’ti. Atis, kabilesinin en cesuru, en hızlısıydı. Ama ruhunun en derinlerinde, gücüyle değil, kelimelerle anlam bulan bir yan vardı. Onun gözleri, ilk defa Pel’i gördüğünde yanmış bir ateş gibi parladı. O, bir kadından öte, toprak ve suyun birleştiği yumuşak bir rüzgâr, akarsuyun kayaları şekillendiren sabrıydı.
Pel, kabilenin büyücü kadınının kızıydı. Onun doğumu, bir ay tutulmasına denk gelmiş, bu yüzden kaderi en başından beri farklı çizilmişti. İnsanlar ona yaklaşırken bir tereddütle bakar, sesinin yankısı bile gölgeleri titretecek kadar büyülüydü. Ama Pel, lanetli değil, kutsanmıştı. Çünkü o, toprağın ve suyun ne dediğini anlayabilen bir dille doğmuştu.
Bir aşkın, zamanın örsünde dövüldüğü, kelimelerin kadife misali ruhları sardığı bir hikâyedir bu. Düşünceler içinde savrulan, tutkulu bir muhabbetin kanaviçeye işlenmiş inceliklerinde soluklanan bir serüven…
Kelimeler, tıpkı Sâbit gibi, titrek bir mum ışığında titrer; ve aşk, Attar’ın Simurg’a ulaşan hikâyesi gibi bir arayış içinde var olur. Şu dünyada en çok sevdiğini kaybedenlerin kelimeleri en keskin olanlardır ve biz, yitirdiklerimizi kelimelerle sonsuz kılmaya çalışan bahtsız seyyahlarız.
Sevda, tarih boyunca filozofların, şairlerin ve bilginlerin en derin düşüncelerine konu olmuştu. "Aşkın özü, ruhun ölümsüzlüğüne inanmaktır," derdi Platon, çünkü sevda, insanı kendisini aşmaya çağıran bir yankıdır. O halde, aşk dediğimiz şey, bizleri benlik sınırlarımızdan koparan, karşılaştığımızın içinde kendimizi bulduğumuz o büyük titreşim değil midir?
Zamanın ölümsüz harfleriyle yazılmış bir mektubu size bırakıyorum. Yüzyılların rüzgârı, devrimlerin yangını, sokakların çığlığı ve suskunluğun karanlık aynası içinde, hepimize dokunan bir hikâyedir bu. Tarihin göğsüne saplanan kılıçlar ve kalemlerin kağıda bıraktığı izler gibi, insanın değişmeyen kaderi, adaletin ve eşitliğin peşinde sürüklenişidir.
Bir zamanlar, Karl Marx’ın kelimeleri, yoksul sokaklarda yankılanırken, bir şairin titrek ellerinde tuttuğu kalem, halkın gözyaşlarını kâğıda döküyordu. O kâğıt, gün gelip meydanlarda bayrak olacak; o şiir, dillerde marş olup yankılanacaktı. Ama evvelâ, insanın içinde bir ateşin yanması gerekiyordu; adını devrim koyacakları o ateşin.
Ve bizler, yani sevgili herkes, o ateşin külleri içinde doğduk. Ekmek kadar kutsal, hürriyet kadar acıydık. Edebiyatın unutulmaz isimleri bizim için yazdı; Nazım Hikmet, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dediğinde, biz henüz doğmamıştık belki ama hissettik. Dostoyevski’nin yeraltı adamı, umutsuzluğun ve başkaldırının vücut bulmuş haliydi. Camus’nün Sisifos’u, varoluşun anlamsız yükünü omuzlarken bile mücadeleden vazgeçmiyordu. Ve Brecht’in proletaryası, sahnede yükselen bir isyanın sahipsiz sesiydi.
Yalnızlık, sessiz bir gölge gibi süzülür insanın üzerine, fark ettirmeden. Her şeyin ortasında bir sessizlik başlar; ne sesler, ne yüzler, ne de kalabalıklar o boşluğu doldurabilir. O an anlarsın, yalnızlık bir kalabalığın içinde dahi seni bulur.
Bir sabah uyandığında, pencerenin kenarına vurur ışık, ama o ışık bile ısıtmaz içini. Odamda yankılanan tek şey, düşüncelerimin sessiz çığlıklarıdır. Her gün aynı saatte uyanırım, aynı kahveyi yaparım, ama sanki hayatımdan bir şey eksik kalmıştır hep. Fincanlar dolsa da, sohbetin eksikliği doldurmaz boşluğu.
Sokaklar kalabalık, insanlar telaşlı… Herkesin bir yere yetişmesi gerek, ama ben hiçbir yere ait değilim sanki. Adımlarım yavaş, ruhum bir adım geriden gelir. Yüzlerdeki gülüşlere, kucaklaşmalara bakarım uzaktan; hepsi bir film sahnesi gibi geçer önümden. Bir zamanlar, ben de o sahnelerin içindeydim belki. Ama şimdi, sadece izleyenim.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!