Duvağının altından kendi düğününü gözetleyen utangaç bir gelin misali parıldayan gümüşi aya bakıyorum. Karanlık gök kubbenin genişliğinde parçalanıp dağılan ay kırıkları kimsenin dudağını kanatmasın diye içini sağlam tutuyor sanki. Daha ilk gecesinden eksilip asaletine zarar vermek istemiyor. Onunla karşılaşan bütün fanilerin, kendisini her seferinde şaşkınlıkla hayranlık karışımı ürpertici bir tedirginlikle izlediğini biliyor çünkü. Sonsuza kadar var olacağı yanılgısının kibriyle boşluğuna ayak basan ilk insanın ihtirasını biraz küçümsüyor. Zihnimizin oyunlarıyla inanmak istediğimiz bir ‘şimdiki ânın’ içine hapsolduğumuzu, bunun dışında kalan herşeyi, geleceği, anılarımızı, hayallerimizi, bazen tutkularımızı bile hikâye edebildiğimizi hatta bundan çok hoşlandığımızı bilmiyor. Nerden bilsin, ruha ıstırap veren parçalanmışlığımızı göremeyecek kadar saf o. Güzelliğinin farkında olan bütün kadınlar gibi şımarık bir edayla tebessüm ederken ‘uzak yakınlığın’ manasını hatırlatıyor bana...
Bence o bir kadın. Onun puslu ışığında kaybolurken, yazarak çocuk kalabilen Jeannette Winterson gibi görebildiğimiz her varlığın, her ânın içinde bir ‘kadın’ olduğunu düşünüyorum. Sadece bir çocukta, bir prenseste, bir cadıda, bir annede değil; bir ağacın köklerinde, bir mağaranın duvarına kazınmış bin yıllık resimlerde, isteksiz bir adımda, mahcup bakışların gölgesinde, tedirgin bir dokunuşta hissedebiliyorum insanın ‘kadın’ halini... Sanırım bizi kendimize yabancılaştıran ‘ikiliğin’ nedenleri biraz da bu gerçeklikte gizli. Kastettiğim cinslerin ayrışması değil. İhtiyaç duyduğumuz sırların, başkalarına istesek de anlatamadıklarımızın, basit sanılanın arkasında gizlediklerimizin ‘dişi’ ruhundan söz ediyorum. Ancak hikâyelerimizi anlatarak kendimizi keşfettikçe benliklerimizle hayat arasındaki derin uçurumu görebiliyoruz. Suyun yüzeyindeki güçlü, ‘erkek’ görüntümüz, içselleştirdiklerini dilin kalıplaşmış kabuğuyla örtüyor. Gizlediklerimizi, başkalarını ve dünyayı yine hikâyelerin gücüyle kavrayabiliyoruz.
Çok parçalı varlığımız
Altı yaşındayken bir aile tarafından evlat edinildikten sonra Hıristiyan misyoneri olarak yetiştirilen, on altı yaşında lezbiyen olduğunu söyleyip evinden ayrılan, yirmi üç yaşında yazdığı ilk romanla (Tek Meyve Portakal Değildir) İngiltere’nin önemli ödüllerini toplayan Winterson, hakiki benliğini hikâyelerin gücüyle idrak edebilmiş bir yazar. Onunla romanları vesilesiyle tanıştığım ilk andan itibaren, bir yazarın özünü koruyarak farklı hikâyelerle kendini nasıl yeniden yarattığını izliyorum. Çıktığı bu meşakkatli yolculukta zamanın, uzamın ve mekânın sınırlarına inanmıyor. Ona göre insan yerinden kıpırdamadan dünyayı dolaşabilir, benlik bir âna, zamanın çürütücü çemberine sıkıştırılamaz. Bana kalırsa kimilerinin tarif ettiği gibi o sevginin iyileştirici gücüne falan inanmıyor. Zamanla daha iyi ya da daha kötü biri olabileceğimizi de düşünmüyor. Tek gibi görünen varlığımızın aslında üst üste yığılan pek çok varlıktan oluştuğunu söylüyor. Anlattıklarımız doğru olmasa bile onları güzel anlatabilmeye inandığımız sürece hayatı algılayabildiğimizin ötesinde farklı boyutlarıyla yaşayabileceğimizi biliyor. İç sesimizi belirleyen sezgilerimizi, çoğumuzun ödünü koparan masum ve vahşi aşk hikâyelerini daha çocukken onu hayata hazırlayan uydurma dürtüsüyle romanlara dönüştürüyor. Hepimizin görünen ve görünmeyen farklı hayatımız olduğunu hiç unutmadan...
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta