ʺKendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran kalan insan, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır.ʺ der Montaigne, Sabahattin Eyüboğlu’nun tercüme ettiği denemelerinde. Şimdi gel de düşünme, kendini eleştirme, kendi eğrilerini, büğrülerini görme, mümkün mü? Hele de kalabalıklar içinde yalnız ve sürekli arayış içinde isen garip ve fakirce.
Ne zaman burnum hayaya kalksa, ayağım bir taşa çarpar, tökezlerim. Ah Anam! derim demesine de kadıncağız ne yapsın? Sağ olsaydı bir iki okşar, acıyan yerimi öperdi ʺşimdi geçecekʺ diyerek. Bu yaşta, bir ayağım çukurda iken aynı düşmeler oluyorsa bunun suçlusu benim. Mezardan kalkıp gelecek değil ya anacığım? İçimden gelen sesi dinliyorum çoğu kez, o da beni aldatıyor. Örneğin, kendime söz veriyorum; kimsenin kalbini kırmadan, saygılı, sevgili konuşayım diyorum olmuyor. Yunus Emre yokluyor zihnimi hemen;
ʺGelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!ʺ diye kulağıma fısıldıyor. Evet, evet, doğru demiş büyük ozan. Ne olursa olsun sevmek ve sevilmenin büyüsünü kavramalıyım diyorum. Sevmesini bilen seviliyor. Örneğin sevgiyle suladığım çiçek, güler yüzle yürekten konuştuğum kişi sevgiyle karşılık veriyor. Bulutsuz yağmur, sevmeden sevilmek olası mı? Her olgunun iyi kötü bir karşılığı var. Asıl sorun kendimizi tanımaktan geçiyor gibi geliyor bana. Birini sözle ʺseviyorum seniʺ demek yetmiyor. Seven insan karşısındakinin tenine girebilir, onun beklentilerini, sevinçlerini kederlerini anlayabilir istese, en azından gayret gösterir sevilmek adına sevdiği tarafından. Sevildiğini anlayan doğa bile nice ürünler verir bize. Toprak anaya hoyrat davranılırsa tohum nasıl yeşerebilir? Her şeyin başı sevmek ve sevilmek değil mi?
Dün karşılaştığım arkadaş ve onun konuştuklarını yargıladığım geliyor aklıma. Konuşma tarzı, ağzından küfürlü, olumsuz çıkan sözler, bir başkasını çekiştirmesi ama yüz yüze gelince hiçbir şey dememesi beni çıldırtıyor, ona sinirleniyorum. ʺLütfen arkadan konuşma, görmeden bilmeden atıp tutma. Senin benim bilmediğim başka dertleri, sorunları vardır belki. Hem böyle hoş olmayan sözleri ağzına dolamasan senin için de daha iyi olmaz mı? Bu tür konuşmaların hiç hoşuma gitmiyor. ʺdiyerek paylıyorum edepsizce. Biraz zaman geçince ama, beynimi avuçlarımın içine alıyor başlıyorum kendime kızmaya: ʺSana ne? Duymayıver, duysan da ciddiye alma. O da dolmuş işte! Böyle konuşunca rahatlıyor galiba. Kim bilir nasıl bir ortamda yetişti? Arkasından konuştuğu insan neler yaptı da bu kadar sinirlendi diye düşünsene! ʺdiyorum kendime.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta