Hiç’in perküşa ruhuna komşu düşmedim henüz... Lakin ‘mutlu yarin’ kisveli siyaset anlayişi sürdükçe, bunun uzak bir ihtimal olmadigini bilirim pekala... Zira kalmadi bir anlami, ‘siradan günlük yaşamin’... ‘Anlamli başarisizlik’larin... ‘Kutsal çilginliklar’in... ‘Onurlu yalnizlik’larin... Içimde peykan! ‘Saglikli normaller’e ragmen şeyleştirmemeye çalışıyorum taşlaşmış öfkemi... Gündelik şeylere yetmeyen aklim ve ‘tarihin tüylerini tersine firçalamaya’ alişmiş bellegimle... Kabul etmem gerek ki, siyasal bir ürün’üm; eninde sonunda, ürüyor ve seçiyorum-yanliş bir hayatin dogru yaşanamayacagini bile bile... Kendini aramak ve araştirmak: Ah ne yaman açilim! Nerede o yorumcu, beni tanimlayacak... Anlatılabilir ve anlaşilabilir kilacak...
Biliyorum; Hiç’i tanımadan kendisi için varlık olamamakta insan. Ne zaman ki ‘kendi Hiç’imi kendi içimde taşımayı’ öğrenirim, işte o zaman özgün ve özgür yaşam için göreceli bir adim atmiş olurum. (Sahi olur muyum?)
Bir süredir böyle... İmgesel birmekandayım sanki... Ya cümbüş var ya da maskeli balo. Bir kaç Pierrot... Gerisi sabun köpüğü... Yüzsüz bile olamayan bir güruh. Güruh-ı eşkiya... Orkestra durmaksızın çalıyor... Handel’i... Saul Orataryosu’nu... Kimseyi tanımıyorum. Uçuşuyor havada, yırtıcı kuşlar gibi, ‘olağanüstü insanların mutsuzlukları’... Çığlık çığlığa tanrılar... Tanrıların oğulları... Torunları... Kimseyi tanımıyorum. Öyle ya ‘tanımak için bilge olmak gerek’ (Xenophanes) ... Susuyorum... Hüzünlü değil, gerekli bir susuş bu... (En çok sustuğu yerden kanayan ben için zor bşr durum) Cennette kopmuş bir fırtına... Öylesine güçlü... Sırtımı döndüğüm geleceğe doğru sürüklüyor beni, önümdeki yıkıntı ise göğe doğru yükselmekte... İşte ilerleme... İşte fırtına...
Yokuşun tepesindeyim bu firtina sonrasi... “Yeşil pancurlu büyüük, beyaaz bir ev. Renksiz ve boyasiz ahşap barakalarin üstünde, köylüsüyle beraber yaşayan ortaçag asilzadelerinin şatolarini andiracak derecede ihtişamli bir şey! (...) Bir tarafta ben, diger tarafta yanliz camileri camileri ve büyük binalari gözüken Istanbul: Sulardan ufuklara fişkiran bir maketler ve abideler şehri, dalgali beyaz! Bir tarafta ben, diger tarafta çamlar arasindan renk renk çikan köşk çiçekleriyle, kirmizi toprakli oda yamaçlari: Hayalleri sularda titreşen beyaz benekli, nefti kivrimlar yapan koylar! Önünde bulutlarin beyaz izlerini gayet hafifçe çalkalandiran uçuk mavi deniz. Ötesinde ben ve sari topraklar. Kiyilara öbek öbek dagitilmiş yazlik köşkler ile uzak ve tenha ova mesafeleri. (şu an içinde yaşadigim) Ve sonra sirada, sira sira siradaglar ve ben... Nihayetinde Levent; bulutlarin aksiyle parça parça koyulaşmiş toprak şişkinligi! ...
Dar ve uzun bir odadayım. Burada ne varsa son derece lüzumlu olduğu için konmuş: Mesela misafir, yere bağdaş kurmayacağı için, duvar kenarına üç dört sandalye dizivermişler. Kitaplar, tahtalara serili duramaz diye abonoz renkli gayet basit ve uzun raflar koyuvermişler.
Derken Fazıl Ahmet (Aykaç) beliriveriyor. Arkasında gümüşi pardesüsü, başında fesi. Rafların önündeki sandalyeye, ellerini ovuştura ovuştura büzülüyor. Nezleden pürtükleşmiş sesiyle Ruşen Eşref’in hatırını soruyor. “Yüzü zayıf, uzun... kulakları iri, ayrık kaşları ince...” Bir kasılıyorum bir gevşiyorum. Alnımda maşallah irisi ter(ler) ... Damlıyor, bozuk musluk gibi; şıp şıp...
Ruşen Eşref soruyor: “Eski edebiyat hakkindaki fikriniz? ”
Handel sözü viyolaya veriyor. Dünyasal, bedensel, tensel hazlar telkin halinde. Uykuyla uyanıklık arasındayım.
“Eskiler, sarayda padişahla bayramlaşma merasimine gider gibi, yazi yazarlardi, ” diyor Fazil Ahmet, “Üsluplarinin kiligi kiyafeti bir takim terimlerle dolu cümlelerden kaftanlar, agir ve anlaşilmaz kelimelerden meydana gelme süslerle bezensin! Tanzimattan sonraki dil inkilabimizda frakin istanbulin şekline, binişin de sako haline -pardesü degil ama, dikkat ediyor musunuz, sako haline konmasi tarzinda bir fark var.”
Ortalık şenleniyor. Namık Kemal ve Abdülhak Hamit, Şevket (Dağ) Bey’den pastel bir ‘eskiz’in asılı olduğu duvara sırtlarını dayamış, Ruşen Eşref’i dinlemekteler. Biraz huysuzlar sanki...
“Namık Kemal’le Abdülhak Hamit Bey, edebiyatımıza bu yeni elbiseleri biçen ikimakastardır.”
Neler oluyor? Bu bulut, bu taşkin da neyin nesi?
“Gerçi, eskisi gibi, kahveye çıkmak için kürk ve samur giyilmiyordu. Fakat bu sefer de üslupların günlük elbisesi smokin oldu. Uydurma ve yapmacık, şurdan burdan çalınmış, kıymetsiz fikirlerin bu yeni tuvaletler Edebiyat-ı Cedide devrinin birçok yazısına tuhaf bir eda veriyor. Arzedebiliyor muyum? ”
Kuşku mu var?
“Benden bahsederken rahmetli Tevfik Fikret’le Halit Ziya beyefendiyi de hatırımdan bir türlü çıkaramıyorum. Bu iki üstattan birincisinin rübabı bugün bize, paslanmaya başlamış tel sesi veriyor. İkinci de çok düzgünlü birihtiyar çehresi var.”
Paltosundan ‘en ala’ sigara çıkarıyor. Dumanların arasından konuşuyor: “Şimdiye kadar ve hala biz ‘servile’ bir şekilde, bir esir, bir ücretle çalışan kimse halinde kalmışız. Acem Edebiyatı’na karşı da öyle, Fransız Edebiyatı’na karşı da öyle...”
Bir ses... “Nerdesin? ” diyen... Teneffüs zili misali öten... Uğultu... Ya da inilti...
Fazıl Ahmet, sağ avucunun içine sol yumruğunu vuruyor, işitilir işitilmez bir yavaşlıkla, “Halide Hanım’ın kitapları, lezzetli fakat kılçığı bol sardalye gibi.” Diyor. “Çok ve bol yazan nesirci Süleyman Nafiz Bey’in üslubunu ise Mısırçarşısı’na benzetirim: Bin bir korku, bin bir renk, efendim.”
Handel nihayet susuyor. ‘Olağanüstü isanların mutsuzlukları’ geri çekiliyor, yırtıcı kuşlar gibi... Fırtına diniyor... (Zaten hiç olmamıştı ki! ...) Gülüyorum... Bir süredir böyle... ‘Sonluluk içinde sonsuzluk, tamamlanmışlık içinde tamamlanmamışlık’... Eşref havası mı? Soysuz yabancılaşma mı? Uyuyorum uyanıklığımda... Biri “Ders kitaplarını bedeva yapacağım! ” diyor. Esniyorum. Tarihin küçük dili titriyor. İşte diyorum, ‘her ilmin macunundan bir parça ç(alınmış) sohbet yazısı’ bu olmasa gerek...” Evet! Evet! Evet!
(Derkenar: Hasan Fehmi’den sonra öldürülen ikinci gazeteci Ahmet Samim’dir. Hilal Gazetesi’nin yazarı olan Samim,9 Haziran 1910’da Bahçekapı’da saldırıya uğrar. Kendisi ölürken, yanında ki arkadaşı kurtulur..Kurtulan arkadaşı Fazıl Ahmet’tir. O fazıl ki Kulüp Rakısı’nda (kendisi şarapçıdır aslında) fotoğrafı vardır ve genellikle benle karıştırılır.
10 Ekim 2002/Akhisar
(doğum günüm)
Kayıt Tarihi : 23.6.2003 19:41:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!