Arabaların çok olmasına rağmen yolu geçtik. Elinden tutup sessizce yürüyordum. Zor duruma o, soru sormaya başladığında düşeceğimi artık biliyordum:
- Heykeller niçin konuşmuyor? , sorusunu ölmüş bebeğini kolları üzerine kaldırmış 20 Ocak anısına yapılmış Bileceri’deki Anne anıtını görür görmez sordu.
- Heykeller insan değiller ki.
- Peki, neden insana benziyorlar?
- Onları yalnızca insanlara benzetmişler, hepsi bu kadar. İnsanlar en değişik halet-i ruhiyede bulunuyorlar. Onların hayatında çok ilginç, çok değişik olaylar gerçekleşebiliyor. Fakat, hepsi anılarda yaşamıyor, beyinlere kazınmıyor. Beyinlere bazı olaylar kazınıyor ki, onlar gerçekten de önemli. Konuşmamı dikkatle dinlediğinin farkına vardıktan sonra hemen peşi sıra ekledim:
- İşte, o olaylardan öyleleri hafızalarda kalıyor ki, o olaylarda senin hayatına, tarihine yazılacak bir şeyler var. Bu gördügün anıt da – Parmağımı ileri uzatıp tüm dikkatini o anıtın üzerine yönelttim. – bir kış gecesinin acıklı masalıdır. Annelerin çocuklarından, çocukların annelerinden ayrı bırakıldığı bu gecede düşmanlarımız şehrimizin caddelerinde insanlarımızın üzerine tanklarla yürüdüler.
- Peki, onlar neden konuşmuyorlar? , sorusunu yineledi.
O, benden yanıt almayınca susmayacak, tatmin olmayacaktı. Sustum. Onu ikna edici bir şeyler düşünmeye başladım.
- Peki, anne neden bağırmıyor? Al sana bir soru daha.
O, yavrusu elinden alınmış anne gibi bağırmaya başlamıştı bile.
Her şeyde paraleller bulmaya çalışan, olayları olaylara benzeten, gördüğü tüm olayları bebek fantazisiyle güzelleştirip anlatmaktan hoşlanan küçük afacanım konuşmasına hâlâ devam ediyordu:
Hatırlıyor musun? Kıştaydı galiba, elim keşilmişti. Ben ağlıyordum, annemse bağırıyordu: “Yavrum kan kaybediyor! ” – diye. Sen bez getirdin, annemse yaramı sarıldı. Yine ağladım, dedemse dışarıdan bana bir sürü şey aldı... Sonra ne anımsadıysa, bir anlığına sustu ve ekledi: Sabahsa...
- Sabahsa kreşe bile gitmedim...
- Evet, hatırlıyorum. O zaman sen çok kan kaybetmiştin. Bu olayın onun hafızasına kazınması yalnız fazla kan kayb etmesiyle alakalı değildi, kreşe gitmediği içindi. Tutsaklar gibi buçocuk zorunlu olarak haftada beş gün kreşe gidiyordu. Yanında kalacak, kendisiyle ilgilenecek bir büyüğü olmadığından. Bense devam ediyordum konuşmama:
- Böyle olaylar her çocuğun başına gelebilir. Bir çocuk ki, annesinden izinsiz bıçakla oynuyor, cam vazolarla oyuncaklarını süslese, o düşüp kırılabilir. Sonra parçaları yerden toparladığımızda kırıklar elimizi kesebilir. Fakat, bir çocuk düşün: Sakin yerinde oturuyor, oyuncaklarıyla oynuyor ve aniden bir tank gelip onu ezip geçiyor. İşte bunu sözle anlatmak imkânsız. Sırf bu yüzden onu böyle anıt hâline getiriyorlar ki, herkes görsün.
- Eve gittiğimde onların resmini çizeceğim. Sonra biran duraksamadıktan sonar:
– Hayır, çizemeyecegim.
- Nedenmiş o?
- Beyaz kurşun kalemim yok ki....
- Şimdi alıp veririm sana kurşun kalem.
- Beyaz kâgıtta o gözükecek mi?
- Hayır, gözükmeyecek, söyledim dedim.
- Peki, ben bunu nasıl çizebilirim?
- Sen bu anıtı çizmek için fazla acele etme. Hayatta öyle sahneler var ki, onu çizmek için beyaz kâgıt, kurşun kalem bulman gerekiyor. Bunun için renkleri birbirine karıştırıp da yeni renkler bulabilmeyi becermelisin. Doğanın verdiği renkler gözümüzün gördüğüdür. İnsana her şey hayatta hazır verilmiyor ki.
22 Kar Ayı,24 - cü il
22. 01.03
Medine HuseynovaKayıt Tarihi : 6.7.2007 13:53:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!