Bembeyaz bir masa örtüsünün üzerinde minyatür bir bahçe gibi parlayan meze tabaklarının üzerinde dolaşıyor bakışlarım. Nar pembesi lakerdalar, çöl sarısı fava, koyu çam yeşili börülceler, kan kırmızısı biberler, kurumuş ağaç iskeletleri gibi can çekişen sıska balıklar, kenarları buğulanmış kadehlerin üstünde tüten mavi dumanların altında öylece duruyorlar. Anason kokusuyla başı dönen çocuklar gibi sessizce yatıyorlar masanın üstünde, kimse dokunmuyor onlara...
Arkadaşım, altın şerbeti rengindeki rakıyı kadehime doldururken hafif çakır keyif bir tonda, “Biliyor musun, gecenin başından beri konuştuklarımız palavra aslında; hep aynı insanı sevmek istiyoruz. Kim sürekli aynı hayali her defasında farklı yüzlerle sevmek ister ki, ben neyi istediğimi biliyordum ama mecbur bırakıyorlar insanı sürekli kıpırdamaya. Hep o manasız telaş. Bak ne kalıyor geriye. Kocaman bir boşluk” dedi.
“Anlamadım” dedim, elbette anlamıştım sayıklar gibi söylediklerini. Onu o sevimli, çocuksu yüzüyle konuşurken seyretmek hoşuma gidiyordu. “Haklısın, Maurois bile senin kadar net anlatamazdı durumu, bravo” diye takıldım biraz ona. O hakikaten anlamadı neden bahsettiğimi, bıçkın delikanlı sesiyle “buyur kardeş” deyince gülmeye başladık. Niyetim ona Maurois’nın o unutulmaz romanı İklimler’i anlatmaktı ama kitabın keyfini kaçırmadan nasıl anlatacağımı bilemedim. Okumasını istiyordum çünkü. Önce ona aylar evvel kitabı yazmak istediğim gün, usta bir şairi kaybettiğimizi, bu yüzden o yazıyı ertelediğimi anlattım. Haliyle araya başka ‘şair’ sohbetleri girdi. Sonra ona bugünlerde ‘sevgililer günü’ saçmalığı münasebetiyle üzerine yapıştırılan pembe kalplerden bahsettim. Yüzünü buruşturdu. “Yok, öyle bir kitap değil, onu günümüzün tüketim alışkanlıklarına uygun biçimde ‘aşk’ romanı olarak pazarlıyorlar bugünlerde” diye uzatınca meseleyi, “Eee, anlat o vakit ben de anlayayım, hep aynı kadını sevmek isteyen adamı” dedi sabırsızca.
Yakmadığım sigarayı parmaklarımın arasında çevirirken, hâlâ bu kadar katmanlı ve incelikli bir hikâyeyi ona nasıl anlatacağımı tasarlıyordum. Sonra şöyle başladım, “Bak, kitapta bir adam ve bazı kadınlar var” dedim, “hep öyle olur zaten” dedi, boşlukta çınlayan neşeli kahkahasıyla. ‘Mutsuzluğu’ anlatmaktan hoşlanan bir yazarın romanındaki duyguların onun mutsuzluğuyla kesiştiği o tuhaf dönemeci, gürültülü bir meyhane masasında nasıl anlatabilirdim? Yaşadıklarını hiç yaşamamış gibi davranabilenlerin o geniş iç huzuru ve umursamazlığı yoktu onda. Daha fazla hırpalamak istemedim arkadaşımı. “Bir ‘peri kızıyla’ yaşadıklarını hayalleriyle süslediği bir düş bahçesine dönüştürebilen bir adam var. Rüyalarının karanlık labirentlerinde yaşayan hayalperest bir kadın var. Ve eşsiz bir aşkın gölgesinde geçmişi derin bir tevekkülle kabullenirken karşılıksız sevmekten korkmayan başka bir kadın daha var” diye özetleyince kitabı, “Hııı, anladım” diye homurdanıp benimle dalga geçti. Sonra gevşemiş ruh halimize iyi gelen eğlenceli mevzulardan bahsederek bitirdik geceyi.
ODILE OLDUM, ISABELLE OLDUM...
Eve dönünce, kitabın işaretlediğim yerlerini hatırlamak için karıştırırken keşke ona sadece ‘bir ‘hayal’ aşkın sonsuza kadar çoğalabilen masalsı gücünden’ bahsetseydim diye iç geçirdim. Bir sigara daha yaktım. Bir ilişkiden diğerine taşıdığımız ‘yaşlı hayaletlerin’ bizimle birlikte hep var olduklarını ve aslında hiç olmadıklarını düşündüm. Levent’in yazdığı arka kapak yazısını okudum tekrar. Bir süre ben de Odile oldum. Gözlerimi kapadım, sonra biraz İsabelle oldum. İnsanların, hissettikleriyle yetinmek yerine hep aynı ‘sevme’ biçiminin cazibesine kapıldıkları için kendilerini mahkûm ettikleri o kör tutsaklığı gördüm. Bütün anlattıklarında, dinlediklerinde sadece o biricik ‘aşkıyla’ karşılaşmak isteyen ‘saplantılı âşıkların’ dayanılmaz çaresizliğini hissedince Philippe oldum. Birbirimizi tanımadan görmeye çalıştığımız duygu katmanlarında dolaşmak bizi hakiki arzularımızdan uzaklaştırıyordu. Odile’i çok sevdiği için kendine kızan Philippe gibi, bazen gerçekleşmesini istediğimiz ‘aşk’a uygun bir hikâye uyduruyor, onlar o hikâyenin kahramanları gibi davranmayınca önce kendimize sonra bütün dünyaya kızıyorduk.
Sevmenin basit içtenliğini kabul etmek yerine, neden sevdiğini kurcalayanların trajik yazgısını da düşündüm biraz. İnsan bir zamanlar gerinde bıraktığı ‘huzursuz ama tanıdık olan mutluluğa’ sığınabilmek için hep aynı insanı sevmek istiyordu sanırım.
MAUROIS YAZARKEN PHILIPPE OLMUŞ MUYDU?
Ve bazen bunu istemek de yetmiyordu. Philippe’in kederli cümleleri arasında dolaşırken İklimler’le dünyanın en meşhur edebiyatçılarından biri olarak kabul edilen yazarın, hangi saikle böylesine ‘çaresiz’ ve incelikli kahramanları yarattığını düşünüyordum. Cevabını, K Dergisi’nde Lemi Özgen’in yazısında buldum. Kendi hayatındaki ilişkilerde de büyük mutsuzluklar yaşayan André Maurois’nın ilk karısı, on iki yol boyunca geçirdiği sinir krizleri ve melankoli nöbetleri sırasında defalarca intihar etmeye kalkmış ve sonunda bir hastalık sebebiyle ölmüş. İkinci evliliğinde hep kaybettiği ilk karısından bahseden saplantılı yazar, tekrar mutlu olamamış. Anatole France’in sevgilisinin büyük kızı olan Simone, kendisinden gizlemeye gerek duymadan hep başka erkeklerle birlikte olarak onu aşağılamış. Bu hakikati öğrenince yazarın başını şefkatle okşamak istedim.“Hayatım uzun bir hata oldu... Yaşama böyle hüzünlü bir oyunu izler gibi yukardan bakmakta gizemli bir haz var, gururun hazzı kuşkusuz” diyen kahramanı gibi bakmıştı muhtemelen yazar kendi hayatına da...
Aşkı mutsuzlukta arayan Philippe, “İnsan, karşısındakinin bütün yaşamını durmamacasına yenilenen bir zenginlikle doldurmasını bilmiyorsa, sevilen bir varlığı kendimize bağlamamız için büyük bir aşk yetmez, Odile ne bulabilirdi bende? Beni aldatan, uzak Odile’i yakın bir sevgi dolu Odile’den daha fazla seviyordum” diyordu. Kendisinde bağışlayamadığı alışkanlığın bu kederden, yenilgiden hoşlanmak olduğunu hikâyelerin arkasına gizlenerek söyleyebilen bir ‘çocuk yazarı’ kim sevmez ki?
AZ SEVİLEN ROLLERİYLE, ÇOK SEVİLEN ROLLERİ...
Bu ‘aşk komedyasında’ onlar, sırayla az sevilen rolüyle, çok sevilen rollerini değiştirerek oynarken, bencilliğimizin ne kadar vahşi olabileceğini ancak sevdiğimiz gibi sevilmediğimiz vakit hissettiğimizi de hatırladım. Isabelle’in ‘aşk siyasetinden’ uzak cümleleri hesapsız yaşamayı sevenlere cesaret verir gibi geldi bana: “Bana öyle geliyor ki, sevgililer arasındaki bu amansız savaştan daha büyük bir şeydir aşk. Sevdiğimiz açıkça söylememiz, yine de sevilmemiz mümkün olmalı.”
Sanırım bu karmaşık duygu çatışmalarını okurken beni en çok etkileyen, ‘sevilmemenin’ zehriyle acı çekenlerin yenilgiyi farklı biçimlerde kabullenmeleriydi. Özellikle Isabelle’inki: “Odile’in o parlayan aklığını ne kadar anlatmıştı bana! Zavallı Odile’ciğin Philippe’in içinden süzülerek başka kadınlarda, Solange’da, bende yaşadığını, her birimizin bu silinmiş güzelliği yeniden ortaya çıkarmaya çalıştığını görmek tuhaf ve acıydı.”
Leylak rengi ipeksi bulutlar, usulca ağaran gökyüzünü ürkek dokunuşlarla boyamaya başladığında yorgun gözlerim ağırlaşıyordu ve ben hâlâ mutluluğu acıda bulan adamı düşünüyordum. Kitaptaki kadınlardan birinin o tiz sesi kulağımdaydı: “Philippe, saçmalık ölçüsünde duygulu olduğu için, sevebileceği tek kadın tipi, onu çok mutsuz ediyor.” Geçici olduğu için çok güzel anların hüzünlü olduğunu bilen Philippe gibi sustum.
Sabah uyanınca kitabı açıp baktım, çoktan gitmişlerdi.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 12:28:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)