Açık görüş var dediler, anneler günü için. On beş gün önceden söylediler ki uzaktan geleceklere haber verilebilsin. O zaman ceza evlerinden evle irtibat kurmanın bir tek yolu vardı: Mektup. Hemen kâğıda kaleme sarıldı bütün koğuş. Herkeste bir heyecan. Az şey miydi? İlk kez bir açık görüş yapılacaktı. Mektuplar yazıldı alel acele. Hiç zaman yitirilmeden askeri postaya verildi.
Sıra anneler gününü beklemeye gelmişti. Ama burası siyasi bir cezaeviydi ve ne zaman ne olacağını kimse bilemezdi. “Şu açık görüş gününe kadar olumsuz bir şeyler olmasa da izin güme gitmeseydi.” Koğuşta hemen her kes böyle düşünüyor olmasına rağmen hiç kimse bunu yüksek sesle dillendirmeye cesaret edemiyordu. Olur muydu hiç, bir açık görüş için, düşman karşısında mücadeleden geri durulur muydu? Devrimci ahlâka sığar mıydı? Elbette sığmazdı. Bağırlarına taş basarlardı da taviz vermezlerdi, yakışmazdı.
Vermediler de. Ne olmuşsa olmuş bir nedenle idareyle yine takışmışlardı. Bunun doğal sonucu elbette cezalandırılmaktı. Ceza olarak da açık görüş izinleri ellerinden alınmıştı. Kabul etmediler verilen bu cezayı tabi. Lâkin etmeseler ne olacaktı ki? Yapabilecekleri fazla bir şey yoktu, ceza evini ayağa kaldırmaktan başka. Çok çok açlık grevi yapabilirlerdi. O eylemden de daha yeni çıkmış oldukları için yıpranmış, örselenmiş bedenlerine bir açlık grevi daha ağır gelirdi.
Üzgündüler. Çaresiz gruplara ayrılıp nöbetleşerek iki gün iki gece boyunca bir an bile susmadan, sloganlar atıp yönetimi diken üstünde tuttular. Onlar için en etkili eylem, karşı tarafı sürekli teyakkuzda tutmaktı. Sinir oluyorlardı buna, sürekli diken üzerinde durmak hiç de kolay değildi. Yukarıdan yedikleri fırça da cabasıydı. "Bir rahat verdikleri yoktu." Böyle söylerdi hep cezaevi müdürü olan binbaşı.
Evlere haber veremediler tabi, zamanları kalmamıştı. Zaten “Gelmeyin,” deseler de aileler nasıl olsa onları dinlemezlerdi. Her hafta hiç yüksünmeden, bıkmadan, usanmadan gelmiyorlar mıydı? Yine geleceklerdi. Açık görüş yapamayacak olmaları onlar için çok da önemli değildi ya, gelenler açık görüş yapamadıkları için çok üzüleceklerdi. İşte onlar da bu yüzden üzülüyorlardı.
gelip çattı. Ama görüşmecileri bir sürpriz bekliyordu. Açık görüş yoktu. Bu kadarla kalsa iyiydi. Dahası vardı. "Sadece açık görüş değil görüş de olmayacak," demiş cezaevi yönetimi.
Yönetimin bu kararı onlara da o sabah söylenmişti. Çünkü karar daha önceden söylenmemesinin nedeni maraza çıkmaması içindi. Malum kıyamet koptu. Cezaevi çınlıyordu. Yalnız ceza evi mi? Bütün Gölcük… Tutuklular susuyor, aşağıda nizamiyeden ziyaretçilerin sloganları başlıyordu. Onlar susuyordu, tutuklular başlıyordu. O arada teğmen geldi koğuş kapısına. Dedi ki, "Hiç değilse biraz ara verin de ailelerin getirdiği çamaşırları falan alıp size ulaştıralım." Evet, hiç değilse...
Teğmen de çok iyi biliyordu ki bu cayırtı kolayına bitmezdi. Bu yüzden bu şekilde konuşmuştu. Makul bir öneriydi bu. Kabul ettiler. Öyle ya kirlileri verip temizleri almalıydılar. Çünkü son zamanlarda bitlenmişlerdi ve çamaşırlarını mümkün olduğu kadar evlere gönderip, bitten arındırmaya çabalıyorlardı. Getir götür… Hiç de kolay değildi bu iş.
Ziyaretçisi gelenlerin eşyaları gelmeye başladı. Bir ara onun da adı okundu. Ama ne hikmetse çamaşırlarını getiren asker değil de yedi kazık bir başgedikliydi. Ranzadan inip kapıya gitti. Başgedikli açık kapının önünde durmuş onu bekliyordu. Yanına vardığında sağ elinde tuttuğu poşeti uzattı. Sol elinde de bir kâğıt vardı. Mektup muydu acaba? Ama annesi okuma yazma bilmezdi ki ona nasıl yazsın? “Belki aşağıda birine yazdırmıştır,” diye düşünürken başgedikli kâğıdı da ona uzattı.
”Al bunu, elbiselerinin içinden çıktı. Annen bu mektubu içeri gizli gizli sokmaya çalışırken yakalandı. Oysa bunda gizlenecek bir şey de yazmıyor. Bize verse sana iletirdik. O elbiselerin içine saklamayı tercih etmiş. Yakalandı tabi. Biz de onu nezarete aldık. Kalacak orada biraz."
Bir anda koğuş başına yıkılıyor sandı. Bütün dünya dönmeye başlamıştı sanki. Dönüyor, dönüyor, dönüyordu. Nasıl olduğunu o da anlamamıştı ama şimşek gibi başgediklinin üzerine atılıp boğazından yakaladı. Ve lâkin o da çevik davranıp bir iki hamle yaparak elinden kurtulmayı başardı. Kelli felli, cüsseli birisiydi başgedikli. Açık kapıdan kendisini dışarı atar atmaz gardiyan asker kapıyı üzerine kapattı. Boğuşmaları ancak sekiz on saniye kadar sürmüştü.
Askerin kapıyı kapatmasıyla birlikte koğuş da anında hareketlendi. Yeniden bir cayırtı... Ardından diğer koğuşlar da eşlik etmeye başladılar onlara. Ateşkes çok kısa sürmüştü. Başgediklinin bir gidişi vardı ki değmeyin o kadar olur. Seslerine aşağıdan cevap gelmekte gecikmemişti.
Neden sonra bu sefer ceza evi müdürü binbaşı kapıya geldi. "Astsubayıma saldıran kimse çıksın ortaya! " Diye gürledi tel örgülü koğuş kapısının ardından. O da ileri çıktı. Binbaşı emredici bir ses tonuyla "Yaklaş! " Diye bağırdı. Ses etmeden denileni yaptı. Eh ne de olsa söz konusu olan annesiydi.
"Bak, dedi binbaşı, dışarıda bir tabur asker var. Seni alacağız. Ya kendin gelirsin, paşa paşa ya da biz gireriz içeri, zorla da olsa alırız seni. Tercih senin. Eğer kendin gelirsen anneni bırakırım, evine gider. Yoksa kalır nezarette bu gece. Yarın da savcılığa gönderirim."
Ah şu anneler… Çilekeş, vefakâr… Biliyordu ki annesi kendisi için ölüme bile giderdi. Ama ve lakin o buna razı olmazdı, olamazdı. Ne yapmalıydı? Tereddüt içinde kala kaldı birkaç saniye. Hemen arkasında duran arkadaşlarından biri onun bu kararsızlığını anlamış olacaktı ki
"Git dedi. Biliyorsun ki seni vermemek için direniriz. Sonunda seni yine alırlar. Üstüne üstlük seninle birlikte bir kaç kişiyi daha götürürler. Olsun götürsünler, önemli değil. Bu bir savaş ve biz bu savaştan geri duracak değiliz. Anneni yarın savcılığa gönderseler de bir şey çıkmaz. Savcı nasıl olsa bırakır onu. Yine de kararı verecek olan sensin.
"Kalıyorum," dersen bütün koğuş sonuna kadar seninle. Ama kardeş, hiçbir şey annenin bu gece o soğuk nezarette kalmasına değmez. Hiçbir şey! Hem bu koğuşta hiç kimse buna rıza göstermez.
Arkadaşı sözünü bitirdikten sonra onu hafifçe belinden itti. İleri doğru bir adım attı.
"Tamam, dedi binbaşıya. Bırak annemi, gel beni al. Ama önce annemi bırakacaksın gidecek. Sakın beni kandırmaya kalkma. Nasıl olsa öğrenilir. İşte o zaman neler olacağını kimse bilemez."
"Meraklanma, dedi binbaşı. Söz verdim, tutarım."
"İyi o zaman ben de annem gittikten sonra koğuştan çıkarım," diye karşılık verdi.
"Söz isterim," dedi binbaşı.
"Sadece sen mi sözünün erisin? Biz de verdiğimiz sözü tutarız," dedi.
"Anlaştık o zaman," diyerek dönüp gitti. On beş yirmi dakika sonra tekrar geldi.
"Anneni İzmit dolmuşuna kendi elimle bindirdim. Şimdi gidiyor. Haydi, sen de sözünü tut."
Oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru yöneldi. Askerlik mesleğinin icabı olsa gerek cezaevi müdürü binbaşı, sert görünüşlü birisi olmasına rağmen mert bir adamdı. Verdiği sözü tutardı. Bunu bütün cezaevi bilirdi. Çünkü bir kaç kez buna şahit olmuşlardı. Annesinin İzmit dolmuşuna bindiğinden emindi. Beklerken arkadaşlarıyla bir araya gelip kararlaştırmışlardı. O koğuştan çıkana kadar ses etmeyeceklerdi. Sonra yeniden bildiklerini okuyacaklardı.
Asker gardiyan kapıyı açtı, o da dışarı çıktı. İki yanında iki asker hücrelere doğru giderken arkasından cayırtı başlamıştı bile.
*** *** *** ***
On beş gün hücre cezası... Sorgusuz sualsiz... Ama olsun değerdi... Değil on beş gün, hayatına bile değerdi. Annesi için…
O yılın Mayıs ayının ikinci pazar gününü ne kadar da heyecanla beklemişlerdi bütün ceza evi. Bir yıldan fazla bir zamandır ilk kez bir açık görüş yapacaklardı. Annelerine hediyeler vereceklerdi öpücüklerden. Olmadı, veremediler. Onlar için üzüntü vericiydi bu durum ama elden ne gelirdi? Asıl daha da üzücü ne hayallerle gelmiş olan görüşmecilerinin ellerinin boş kalmasıydı. Anaların, babaların, eşlerin, çocukların... Hele çocukların... Ah hele o çocukların...
Recep AkılKayıt Tarihi : 11.5.2009 10:52:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
O yılın Mayıs ayının ikinci pazar gününü ne kadar da heyecanla beklemişlerdi bütün ceza evi. Bir yıldan fazla bir zamandır ilk kez bir açık görüş yapacaklardı. Annelerine hediyeler vereceklerdi öpücüklerden. Olmadı. Hediyelerini veremediler. Onlar için üzüntü vericiydi bu durum ama elden ne gelirdi? Asıl daha da üzücü olan görüşmecilerinin ellerinin boş kalmasıydı. Anaların, babaların, eşlerin, çocukların... Hele çocukların... Ah hele o çocukların...harika bir öykü okudum..
bağrı yanıklar ülkesinin
çok sağol dostum
başarılar diliyorum
ana evladından geçmez ,
ana hakkı ödenmez,
ana gibi yar olmaz,
ana başa taç imiş ,demişler,
yüce Rabbim anaların dualarından mahrum etmesin,,güzel bir deyim,emeğinize sağlık efendim,selam ve dua ile,
HARİKA BİR ANLATIM TAM PUAN ASILDI PANONUZA TEBRİKLER ÜSTAT.
TÜM YORUMLAR (4)