Hayatın Nöbetini Tutan Kadınlar, İnanç V ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Hayatın Nöbetini Tutan Kadınlar, İnanç Ve John Fowles...

Sarp, kurşuni kayalıkların üstünde durup doğal bir zümrüt taşı gibi parlayan denize bakarken zihnimizi kamaştıran düşünce parçacıklarının tutsağı olduğumuzu düşünüyordum. Etrafımızda gördüğümüz her yeni görüntü, nesne, ses insan bize diğerlerini hatırlatıyordu. Sadece uzaktan boğuk bir keklik ötüşünü duyabildiğim dik yamacın kenarında durup ıssızlığı dinlediğim o birkaç dakika içinde, geçmişten, gelecekten kopuk ‘özgür’ bir hayat sürdürememenin ne kadar zor olduğunu hissetim. Dünya susmuştu. Böcekler bile çıtırdamıyordu. Fıstık çamlarının, fundalıkların, yabani fıstık ağaçlarının, katırtırnaklarının, vahşi kırmızı gelinciklerin arasından geçip deniz kıyısına yürürken hep o kadının yüzü gözümün önündeydi. Romandan uyarlanan film nedeniyle John Fowles’un gizemli karakteri Sarah Woodruff’u canlandıran Meryl Streep’i uzun, siyah kıyafetiyle, soluk yüzüyle gördüm. Mavimsi kayaların üzerinde, Manş Denizi’nden gelen rüzgârlara karşı durmuş, patlayan dalgaların arasından güneşin erittiği ufka bakıyordu. Hiç gelmeyecek olan bir adamı bekleyen, mutluluğunu kendini anlamamasına bağlayan, utancıyla evlendiğini söyleyen esrarlı bir kadındı o. Fowles’a göre melankolinin kucağında huzur bulabilen Sarah, insanları görünmek istedikleri gibi değil, oldukları gibi görebiliyordu.

Yazarın en çok sevdiği karakterlerinden biri olan o kadını hatırlamak biraz ruhumu sıkıştırdı. Yıllar evvel kitabı okuduğum döneme ait sisli bir geçmişin içinde kayboldum bir süre. Kitabın eski bir baskısını hediye eden arkadaşım benden epeyce büyüktü. O yıllarda bazı kitap kapaklarının fotoroman gibi yapıldığını keşfedince epey gülmüştüm. Okuyunca kitabın edebi ağırlığıyla hiç örtüşmeyen romandan hafızamda kalanların beni değiştirdiğini, ‘inanç’, ‘tutku’, ‘ahlak’ gibi kavramları tekrar sorguladığımı hatırlıyorum. Büyük romanlar, filmler biraz böyle değil midir zaten? O kitabı okuduktan, o filmi izledikten sonra hayatın artık eskisi gibi devam edemeyeceğini içgüdülerinizle anlarsınız. Kitap sizi içine alabilirse etkisinde kaldığınız o ‘hayaletlerden’ ömür boyu kurtulamazsınız. Charles gibi ‘yasak’ bir kadının peşinden giden inançlı bir erkek ya da tutkuları yüzünden günah işlediğini düşünen bir kadın olabilmek, bildiğiniz hayatın dışına çıkmak, sizi tanıyan ‘sıradan’ insanlardan bir süreliğine uzaklaşmak, onlar gibi unutulmayan ihtişamlı kahramanlar olmak istersiniz.

O İRLANDALI KADINI KISKANDIM...

Yazar, kurguyla gerçeğin ahenkli uyumuna inandığı için son yıllarını yaşadığı Lyme Regis’de bu romanı yazarken Sarah’ya benzeyen bir karakter arayıp durmuş. Sonra o aradığı ‘hayaleti’ Essex’te bulmuş. Roman taslağını anlatmak için tanıştığı İrlandalı kadını kıskandım doğrusu. İtiraf etmeliyim ki bazı istisnalar dışında ben yazarlarla tanışmak, biraraya gelmek fikrinden pek hoşlanmam zira tecrübelerim ve hayatlarını okuduklarım sayesinde haklarında epey bir fikrim oldu. Ama o huysuz, yabani adamla edebiyat, hayat, kader, din, kadınlar, erkekler ve her şey hakkında konuşabilmeyi istedim. Onun bu tür ‘okuyucu’ dileklerinden nefret ettiğini, kolay röportaj vermediğini bilmek beni daha çok kışkırtıyordu üstelik. Hayalimde, onun ormandaki loş evine gidip o uzun gümüşi sakallarının arkasına gizlediği ince dudaklarına, derin yüz çizgilerine, küçük, alaycı gözlerine bakarak herkesten çok sevdiği karakterleri hakkında konuşuyordum. Öldüğünü duyduğum günü hatırlıyorum. Sonbahardı. Karnımda tuhaf bir cızırtı olmuştu.

Fowles da kahramanı Charles gibi gerçeğin hiçbir zaman bilinemeyeceğine inandığı için belirsizliğin şehvetini Tanrı’da değil doğada keşfetmişti. “Yazarken tanrıcılık oynuyorum” diye tarif ettiği en esaslı romanı Büyücü’yü yazarken Yunanistan’ı ve Ege’yi anlatan yüzlerce eşsiz tasvir yapabilmesinin sırrı, edebiyatta zengin bir dilin gücüne ve kalıcılığına inanmasında saklıydı sanırım. Biraz küçümsediği ‘insan’ denilen varlıktan uzak, tabiatın içinde münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmesinin sebebi de gerçeğin ötesini görebilmek için ‘gerçeklerden’ kaçma saplantısıyla ilgiliydi belki.

‘FRANSIZ TEĞMEN’İN YOSMASIYIM...’

Benim hüzünlü bir film karesi vesilesiyle hatırladığım Fransız Teğmen’in Kadını’nı sadece ‘aşk’ romanı diye tanımlamak haksızlık olur. Fowles, bu romanda sadece aşkı ve inancı değil Viktorya Çağ’ının ahlak anlayışını, farklı sınıfların yaşam biçimlerini, toplum baskısını, taşra hayatının çiğliklerini ve hala tartışılan Darwin’i de sorguluyor.

Seyahatten dönünce kitabı biraz karıştırdım. Sarah ile ilgili okuduğum bölümler, severken karşılığında ne istediğini bilmeyen, ‘doğuştan suçlu’ hisseden kadınların iç burkan, çaresiz teslimiyetlerini düşündürdü bana. Onlar benim için, insanlar bir yerlere doğru sürüklenirken hep hayatın nöbetini tutan kadınlar oldular: “Ben hiçbir zaman bir koca, çoluk çocuk bilmeyeceğim; başka kadınların yaşamlarındaki masum mutlulukları tadamayacağım. Onlar da benim bu suçu neden işlediğimi hiçbir zaman anlamayacaklar. Bazen onlara acıyorum. Onların anlayamayacağı bir özgürlüğüm varmış gibi geliyor. Hiçbir sövgü, hiçbir sitem bana işleyemez artık. Kendimi bu sınırların ötesine çıkardım çünkü. Ben bir hiçim. İnsan bile sayılmam. Fransız Teğmen’in Yosmasıyım.”

Bu satırları içtenlikle okuyan herkes o kadının gerçekten öyle hissettiğine inanabilir. Ama ne tuhaf ki araya girip okurla konuşmayı seven Fowles, size ilerleyen sayfalarda o esrarengiz kadının bir yosma olmadığını, onun derin karanlık dünyasına ve atmosferin gizemine çok zarar vermeden anlatır. O vakit kendisine ‘neden ben olarak doğmuşum’ diyen o ‘delinin’ ne hissettiğini, dünyanın uçurumundan aşağıya nasıl baktığını daha iyi kavrarsınız. Fowles, gerçekten büyücü gibi bir yazar. Sıradan taşralı bir kadından, edebiyat tarihinin en zeki, gizemli karakterlerinden birisini yaratmak pek kolay değil. İşte o tariflerden birisi: “Kof bir iddiayı, ağızdan dolma bilgiçliği, yanlış bir mantığı hemen seçiverirdi. Daha incelikli, elle tutulmaz yollardan da insanların iç yüzünü görebilir ama bunu nasıl yaptığını sözle anlatamazdı.”

İNANÇ GÖREMEDİKLERİNİZE İNANMAKTIR

Bir gece birlikte olduktan sonra peşine düştüğü kadını sevme hayaline kapılarak kendini unutan Charles’tan daha çok etkilenmiştim sanırım: “Bazen eski bir katedrali ya da sanat galerisini gezerken bir an için Sarah’yı yanında düşünüyordu. Böyle bir dakikadan sonra yanında olsanız onun omuzlarını dikleştirerek derin bir soluk aldığını görebilirdiniz. Genç adam gerçek Sarah ile düşlerindeki Sarah’yı birbirinden ayıran sınırı artık kesinlikle bilemez olmuştu.”

Birkaç gün sonra romanla ilgili başka bir bilgiye ulaşmaya çalışırken benim eski kitabımda olmayan şu cümleyi buldum: “İnanç, göremediklerinize inanmaktır, bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir.” Belli ki benim ‘fotoroman’ kapaklı versiyonda bazı bölümleri atmışlar. Müstehzi bir tebessüm yerleşti yüzüme. Kitabı bana hediye eden ihtiyar, o cümleyi okuyamamıştı. Yıllardır görmediğim o adamla tekrar karşılaşırsam kulağına bu cümleyi fısıldamak isterdim: İnanç, göremediklerimize inanmaktır...

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:20:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan