Ölü yaprakların ıssız sokaklarda, henüz kirlenmemiş pardösü eteklerinin, sıska köpek bacaklarının, kırık bankların altında döne döne uçuştuğu sarı sıcak bir sonbahar günüydü galiba. Yanımda kolumu sıkıca kavramış heyecanla gelecek planlarından bahseden bir arkadaşım vardı. Mahzun yüzlerini solgun vitrin ışıklarında seyre dalan insanların arasına başımı sokunca görmüştüm onu. Salıncaktan kendini dünyanın boşluğuna doğru savuran bir çocuk resminin üstünde “Çiğdem Külahı” yazıyordu. Eski bir dostla karşılaşmışım gibi içeri girip hemen ona sarıldım. Kitabın ismi karnımın altını gıdıklamıştı. Bazen öyle olur, yazarına, ne yazdığına, türüne pek aldırış etmeden sizi çeken o tuhaf ‘varlığa’ sokulmak istersiniz. Kitapçıdan çıkınca arkadaşım, “Ne olduğunu merak etmiyor musun, baksana” dedi. “Boş ver, belli ki iyi ve eğlenceli bir çocuk kitap yazıp adını ‘Çiğdem Külahı’ koymuş. Böyle kırılgan bir mutluluk işaretini hemen silmemek lazım. Bırak biraz tadını çıkarayım” dediğimi hatırlıyorum.
Hikâye kitaplarının ilk sayfasındaki pırıltılı cümleler bazen insanı fettan bir kadın kıvraklığıyla tavlar. Aldanmayacağımı biliyordum ama yine de kitabı sonundan açıp okumaya başladım: “Ay kınalı avuçlarıyla karşı kayalığın ardından çıktı. Dizlerimdeki sızıyı duydum yeniden. Kestaneler mi çizmişti ne. Denizin en ince kabuğu kımıldadı. Belki de gece balıkları uyanmışlardı ve esneyerek dünyanın bu yanına uçmaya hazırlanıyorlardı.” Ahmet Büke’yle böyle tanıştım. Hikâyelerini okudukça unutarak var olma çabasının insana her şeyden çok acı verdiğini söyleyen sert, neşeli, lirik sesine hayran oldum. Elimdeki kitabın ikinci hikâye kitabı olduğunu öğrenince de çok sevindim. Yazdığı her şeyi heyecanla bekleyeceğiniz bir yazar keşfettiğinizde içiniz has edebiyata dokunmanın şehvetiyle kımıldar. O lezzetli yemeğe hiç ara vermeden aynı iştahla devam etmek istersiniz. Gidip hemen 2004’de yayımlanan ilk kitabını aldım; İzmir Postası’nın Adamları. Ve sonra diğerleri geldi; 2008’de Oğuz Atay öykü ödülü alan Alnı Mavide ve birkaç hafta evvel okurla buluşan Kumrunun Gördüğü.
Hikâye olmak istiyormuş meğer
Yazıyı sevenleri buluşturan tesadüfler kitapçı vitrinlerinin önündeki isabetli ‘kazalardan’ ibaret değil. Yıllar sonra “İmzalı bir kitap göndermek istiyorum” notuyla yazarın kendisini de tanıma fırsatım oldu ve itiraf etmeliyim ki pek şaşırmadım. O edebiyatta görünmeyeni görünür kılan anları kelimelerle çoğaltırken, hayatın kuytusunda dolaşan kayıp, yoksul, meczup, kimsesiz, hayalperest kahramanlarına can veren içten sesini hikâyelerinin incelikli diline tercüme edebilen sahici bir yazar. Ve neyse ki hâlâ ‘iyi bir yazar’ olduğunun pek farkında değil. Onu dünyanın en çok kullanılmış elli sözcüğüyle bir odaya kapatsak hayatın bilinen kurallarını büsbütün yıkıp yeni bir dille hiç görmediğimiz suretlerini gösterebilir ve her seferinde yeniden şaşırtabilir gibi geliyor bana.
Böyle düşündüğümü ona söylediğimde biraz utangaç tebessümünden daha önce başkalarının da buna benzer yorumlar yaptığını anladım. Bence o da kökleri insanın çok derinlerinde gizlenen kadim bir sezgiyle ‘kelimelerin zarif efendisi’ olduğunu seziyor ama tam nerede durduğunu bilmiyor. Yazanların bu ‘sarhoşluğunu’ gerçekten önemsiyorum ve seviyorum; çok bilmek sadece yazarı değil insanı da bozuyor çünkü. Yazan hemen herkesin benliğindeki algı ve ifade yeteneğini hissedebilen gizli bir radarı var bence. İnsan birbirine eklediği harflerle sadece dünyanın sevgisizlikle kalınlaşan kabuğuna değil bazen bilmeden kendisine de çok içerden dokunuyor. O da ilk hikâyesinin sonunda edebiyatın içinde nasıl kaybolmak istediğini yazmış zaten: “Ama şunu anladım ki, niyetim sadece hikâye yazmak değil. Ona karışmak ve hikâye olmak da istiyormuşum meğer.” Hakikatle onu hikâye eden anlatıcının arasında sıkışan o bulanık ve kederli ruh haline vaktiyle nasıl tutunduğunu bilmiyorum. Çocukken tanıdığı herkesin gözünün arkasında bir kamera gizlendiğini sanması ve olmadığını çok şaşırarak fark etmesi ona gelecekte hayatın koyu sırlarıyla birlikte dip akıntılara doğru sürükleneceğini gösterdi sanırım.
Köpeğin ağzındaki sevişme...
O akıntılarda nesnelerin, varlıkların, tabiatta gördüğümüz her şeyin bir dili var. Çığlık atan nehirler, deliren bulutlar, konuşan kuşlar, açlıktan hüngür hüngür ağlayan köpekler... Hepsi insanı gerçeklikten koparan ve bir o kadar da gerçek kılan eşsiz bir dille bu dünyanın acılarına, vicdansızlığına, adaletsizliğine karşı birleşmiş gibi birbirlerini müthiş bir uyumla tamamlıyorlar sanki. Son kitaptaki kısa hikâyelerinden birinde eski bir sevişmeyi görüyor yazar: “İğde ağaçlarının birbirine sarıldığı sokağı geçerken taş kakmalı yolun üzerinde tıkırdadı. Yaylanarak yürüdü. Saçlarını yeniden geriye attı. İşte tam da o anda omuzlarına tutunan ve biteli çok olmamış, üstelik hâlâ terle karışık koku ve titremelerle dolu eski sevişmelerden birisi sokağa yuvarlanıverdi. Düşürdüğünün farkına varmadı... Arabayı takip eden köpeklerden birisi durdu önünde. Kokladı uzun uzun.... Kadının omuzlarından düşen eski sevişmeyi ağzına alıp ama dişlerinin arasına âdeta yumurta taşır gibi, nazikçe uzaklaştı.” Yazar bu anlatımı hikâyede fantastik bir hoşluk olsun diye kullanmıyor elbette, puslu bir kurgunun bütünlüğü içinde okuru daha derin kırılmalara hazırlıyor.
Kumrunun Gördüğü ilk kitaplarından biraz daha sert ve bir o kadar da merhametli. Ben bu kitaba giren ve henüz hiçbir kitaba girmemiş hikâyelerin çoğunu tesadüfen hayatımın çok tuhaf bir döneminde okudum aslında. Münasebetsiz bir travma yüzünden tek gözümü hiç kapatamadığım için dünyaya uzaydan fırlatılmışım gibi çaresiz, yalnız ve ‘bitmiş’ hissettiğim aylarda, uzaktan şefkatli bir dost eli birkaç günde bir gönderdiği yeni hikâyelerinin sihriyle bilmeden beni sağalttı. Doğrusu insanı okşayan, öyle kolayca hazmedilecek türden hikâyeler değiller ama tuhaf bir şekilde kahramanlarının o acı ve ironik çığlıkları hayatla arama koyduğum mesafeyi daralttı. Bir kez daha edebiyatın iyileştiren gücüne onlar sayesinde inandım.
‘Derin gözlü adam’ desinler ona...
Açlık grevi yapan Veysel hayatla ölüm arasına sıkışıp kaldığı o ânı hücresinde anlatıyordu: “Bütün bunları torbaya tıkıp makatımda sakladığım küçük kurşun kalemle yazıyorum. Beni bıraktıkları kuru yatağın uzun tahtalarının arkası mükemmel bir defter oldu. Sert ve katı bir defter... Her şeyin bir anlamı var. Öyle mi? Aç kalınca ve açlığı unutunca yani bu dünyadaki kütleni havadan daha hafif bir noktaya getirince bunları görebiliyor insan. Şimdi bütün söylenen sözlerden daha yukarda ve onlara dokunabilecek yükseklikteyim. Bütün sinemalar ve film makaraları, kediler, azgın ablalar, insanoğlunun görebileceği bütün memeler ve isyan ederek dökülen kanların toplamı benim hemen altımda ırmaklaşmış akıyor. Usulca ve burgaçlarıyla. Kalemin ucu kırıldı. Şimdi ölmüyorum. Vazgeçtim sanki...”
Ahmet’in edebiyatını tarif etme çabası en başta buralarda okuduğum hiçbir yazara benzemeyen kırçıllı, özel sesine, hikâyelerinin kapsadığı sınırsız, o çok renkli duygu coğrafyasına haksızlık olur ama yine de biraz çocuksu bir istekle onu bildiği bir dünyayla anlatmak istiyorum; Diyelim ki adı Kumru Ahmet olsun. Tanrının bile unuttuğu arka sokaklarda, yoksulluk kokan atölyelerde, günahların cirit attığı şileplerde, çöplerle yaşayan kimsesizlerin sığınağında, tımarhanelerin ışık geçirmeyen ıssız odalarında, yalnızlığın duvarlarda parçalandığı kahvelerde dolaşıp hikâyeler anlatsın insanlara. Onu dinleyenleri bu dünyanın bütün kötülüklerinden azade bambaşka bir âleme sürüklesin. Kaç kişi varsa onun anlattıklarını hayal eden, o kadar çok farklı resmi olsun bu yoksul hayatın. Kimselerin göremediğine şefkatle, iyilikle dokunabildiği için ‘derin gözlü adam’ desinler ona. Her şeyi gören Kumru Kamil’le birlikte kanatlansın göklere. Oradan seyretsin yeryüzünün çatlak haritasını. ‘Şehirler, bedeviler, aşklar, cinayetler, savaşlar, ip atlayan çocuklar, kırık telgraf direkleri, ışıklı bulvarlar, yaslı kerhaneler, dumansız ocaklarında çorba kaynayan eşkıyalar’, onun sihirli cümleleriyle hayat bulsun. ‘Şimdiki an’a onun kalp gözüyle ve vicdanıyla sahip çıkalım ya da istediğimizde onun gibi zamanı çekip durduralım bir ikindi vaktinde. Yazarı bu hayattan geçip gitmek için köprü gibi kullanan kelimeler bizim de bütün halsizliğimizi, yorgunluğumuzu alsın.
Ahmet Büke’nin yazdığı gibi, bu sonsuzluk bitsin ve saatler akmaya başlasın...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:25:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!