Bir yandan hayat sürüyor, bir yandan ölüm. Ama hangisi tam olması gereken şekliyle yaşamımızda? Varlığımızda, dahası varlığımızı oluşturan mayamızda olduğunu düşündüğümüz değerlerin ne kadarı kalmış bugün elimizde? Ne kadar eksilmiş, ne kadar yoksullaşmışız? Hayatın hangi anı değiyor gerçekten tenimize?
Geçenlerde bir cenazeye gittim. İnsanlar sanki bu bahaneyle eski dostları görme fırsatını yakalamış olmanın tadındaydılar. Konuyla ilgili ne yas tutuyorlar, ne de ölü evine karşı ayıp olmasın kaygısıyla tutar görünüyorlardı. Dünyaya dair hesap kitap ne varsa hepsi oradaydı. Anlaşılan; ölen kişinin intihar etmiş olması bile cenazede başrol oynamasına yetmemişti. Biraz sonra kılınacak olan cenaze namazı, burada toplanmış olma sebebimizi belki insanlara hatırlatır diye umdum. Elbette oraya gelen insanların içinde ateistler vardı ve namaza katılmazlardı. Ancak o gün, o avluda o namazın kılınıyor olması, bir kişinin öldüğünün altını da mı çizemezdi kafalarımızda? Hiç değilse birbirleriyle konuşmayı bırakacak kadar saygılı olacaklarını, yani yaşayan birine gösterilmeyen saygının ölmüş birisine gösterileceğini bekliyor olmam çok mu saflıktı?
İnadına, yarayı kanatası geliyor insanın… Bu tip tavırların ortaya çıkışını doğru anlama adına kum saatini tersine çevirip, yaşamdan bakmayı deniyorum bu kez. Düğünleri, nikâhları düşünüyorum, uç örnek olsun diye. Hafızamdaki resimlerden sevinç kırıntıları arıyor belleğim...Ancak yalan gülümsemeler geliyor hep gözümün önüne. Sevenler bundan böyle bir arada olacak diye sevinilmiyor gerçekten. Gitmek gerekli diyerek gelmişler oraya da insanlar. Altın da takmak gerekir mantığıyla bir şeyler takıştırıyorlar gelinin göğsüne. Objektife poz poz gülümsüyorlar sonra, silüetleri kağıda en hoş nasıl düşecek hesaplarıyla.
Düğünden de vazgeçtim. “Haydi atlayıp pikniğe gidelim” denilse, ona da canları çekmez. Bir üşenme durumu gelmiştir herkese. İş konuşmaya gelince “Çember çevirip ip atlamanın keyfi eskidendi” diyerek süren sohbete dolgu konusu yapmak hoşlarına gider de insanların, “Bugün yaşamdan payıma düşen neyse onu alayım; hüzünse hüzün, acıysa acı, coşkuysa coşku” demeyi akıl edemezler. Hâl böyle olunca yaşamı bizden öğrenen çocuklar da sevinmez olur artık hediyelere…
Düşünüyorum da, beyaz bir camın ardından bakar gibi algılıyoruz çevremizi. İnternette sörf yapar gibi artık konuşmalar. Nerede başlayıp nerede biteceği gizemli aradaki bağın.. Her an bağlantı kopabilir ve bu normaldir. Ancak sıra kendimize gelince, acılarımız paylaşılsın isteriz ve yine paylaşılıp katlansın isteriz ya mutluluklarımız… Korkarım, tadını bilmediği yemeği aşermeyen hamile kadınlar gibi, biz de bir süre sonra bu tatları unutup onu da istemeyeceğiz belki. Hep birlikte aynı lapayı yeyip duracağız, vitamin niyetine…
Buna karşın durum, tamamen ümitsiz de değil bence. Yangında kurtarılacak eşyalarımız henüz var çünkü. Güldün mü ağız dolusu gülmenin coşkusunu, yağmurda iliklerine dek ıslanmanın sarhoşluğunu hatırlıyoruz henüz. Arada derede sevgiliye fırlatılmış kaçamak bakışın tadı göz bebeklerimizden silinmedi. Filmdeki bir sahnede bile göğsümüz yarıla yarıla ağlamanın lezzetini taşıyor hala genlerimizdeki şifre. Tutmaya niyetlenip elimizi uzatsak, orada o canlılık. Düşüncemizin geçemediği eşiğin öbür ucunda...Hem o kadar uzak, hem o kadar yakın aslında…
Aynur UluçKayıt Tarihi : 24.4.2005 17:36:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Aynur Uluç](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/04/24/hayatin-hangi-ani-degiyor-gercekten-tenimize.jpg)
Suna Doğanay
cok haklısın...kımı zaman sonen hayat atesımızı, bu gunlerde yenıden dusunmek olmalıyken, malesef o kadar duyarsız olduk kı ne kendımızı nede etrafımızı goruru olduk...umarım bu atesı yenıden canlandıran dostlarımızı ve sevdıklerımız kaybetmeme dılegı ıle sevgıyle kal...ıyıkı varsın, ıyıkı bır seylerı farkedıp yazıyorsun...
TÜM YORUMLAR (7)