HAYATIMDAN BİR KESİT (Düz Yazı)
Bir Varmış Bir Yokmuş Çocukluğum/Gençliğim
Ben çocukken, Bin dokuz yüz altmışlı yılları gösteriyordu takvimler. Uzun değnekten at yapardık kendimize, Bir elimizde de uzun çubuklardan kamçı olurdu. Oyuncaklar yapardık çamurdan. Beton binaların parlak zeminlerinde, yada pürüzsüz büyük taşların yüzeyinde, İyice yoğurduğumuz kil den çamura, şekil vererek yapardık oyuncaklarımızı. Zaten beton bina köyümüzde yoktu, okul, cami ve kullanılmayan sağlık ocağından başka. En çok da traktör tipi oyuncaklar yapar, yumuşak toprak üzerinde de yollarımızı oluşturur, oyunumuzu oynardık.
Beyaz, yahut çizgili Amerikan bezinden idi gömleklerimiz. Basma dan şal-varlarımız vardı, arka yerinde iki büyük yama, ve iki yama da diz yerlerinde olurdu. Uzun süre dayansın diye. Bunlar hep evde dikilirdi, beli de lastikli olurdu, kemere ihtiyaç duyulmazdı.
Yazın hep naylon ayakkabı giyerdik. Kışın da kara lastik. Bu lastikler de ikiye ayrılırdı, gıslavet lastik, Trabzon lastik diye. Amma da kokarlardı haa. Nereden bulmuş isek, kışın kazak türü bir şeyler geçirirdik üstümüze mont niyetine. Kolları uzun olurdu, soğuk havalarda dışarıda oynarken, ellerimizi bu kol yerlerinden sokarak ısıtırdık. Soğuktan akan burnunu dahi, kazağın bu uzun kollarına silenlerimiz vardı. Silindikten sonra da sümük kazağın kolunda donar, kazağın kolu muşamba gibi sert olurdu.
Ceketi, kabanı, montu çok sonra öğrendik. Öğrendikten çoook sonrada ancak giyebildik. Bazen de şehirdeki çocuklara özenir, şal varlarımızın paçasını diz altından keser, kısa pantolon niyetine giyerdik.
Ben çocukken, berbere hiç gitmedim. Koyun kırpma makasıyla kırparlar dı saçlarımızı. Ya da komşunun oğlu babasına Almanya dan, getirdiği tıraş makinesiyle yalvar yakar sıfır numarayla saçlarımız kesilirdi. Okul çantalarımız şeker çuvalından dı, ağzı açıktı, birde ipi olurdu boynumuza asardık çoban çantası gibi. İçinde eskimiş buruşmuş defter ve kitaplarımız olurdu. Kurşun kalemimizi taa dibine kadar kullanırdık. Silgiyi ise ortasından delip boynumuza asardık. Ne zordu kerrat cetvelini ezberlemek. Üç kere dokuzu bilirdik de, dokuz kere üçü bilemezdik. Mahalleler arası savaşlarımız olurdu. Orta mahalle, ganihoppo mahallesi, birde Şavşat mahallesi, daha sonrada futbol maçları yapmaya başladık.
Ahh! ! ....Ahh! ! ...Ben çocukken, tezek yakılırdı sobalarımız da. Hatta tezeğim izin az olduğu zamanlarda saman bile yaktığımız olurdu. Tabiî ki samanın tezek kadar ısıtma gücü yoktu, yanmasıyla sönmesi bir olurdu. O sobanın arkasında minderde oturmak, sıcak vurdukça da uykunun bastırması ve kaçınılmaz olarak da uyumaya çalışmamız, ne güzel olurdu.
Tek sahan konulurdu soframıza. Herkes oradan yerdi tahta kaşıklarla. Bağdaş kurarak otururduk sofranın etrafında. Büyükler başlamadan da başlamazdık. Zaten tek çeşit olurdu yemeğimiz,
Konserve kutusundan da maşrapamız vardı, kovaya daldırır suyumuzu içerdik. Elektrik yoktu ne evimizde ne de köyümüzde. On dört numara, yada yedi numara fitilli gaz lambaları aydınlatırdı odamızı. Zaten evimiz de bir oda birde aşkana ve de ahırdan ibaretti.
Ben çocukken masallar, hikayeler anlatırdı yengem kış gecelerinde. Bazıları korkutucu olurdu, korkar sessizce dinlerdik, ve de en heyecanlı yerinde “bu günlük burada biter, arkası yarın akşama” derdi. Bizde iple çekerdik, yarın akşamın olmasını. Bitmezdi onda masallar ve hikayeler.
Ben çocukken, toprak damların üstünde, yahut harman yerlerinde, birdir bir, çattı mattı kaç çattı, oynardık.Yahut şimdiki adıyla saklambaç, o zamanki köydeki adıyla hazalo oynardık. Sakızlardan çıkan artist resimlerini biriktirirdik, ayrıca bunlarla da oyunlar oynardık. Hele ki misket yani gülle oynamak, en birinci tercihimizdi. Önceleri midye kabuklarına oynardık, daha sonra düğme çeşitlerine, daha sonra da bozukluk para dikerek güllemizi oynardık.
Gülleyi iyi oynayanlarımız, hatırladığım kadarıyla, Aboşun Hasanı Nısonun oğulları, Zeki ve Sofu ve birde Cıllaz vardı gerçek adıyla Ramazan. Başka iyi oynayanlar da vardı lakin bizim mahallede o zaman en iyiler bunlardı. Ben çocukken Mektuplar yazdırırdı annelerimiz bize sayfa, sayfa gurbetteki yakınlarımıza. şehre giden bir tanıdığa verilerek postaya verilmesi istenirdi, bir mektubun gitmesi ve de gelmesi bir ay gibi bir zamanı bulurdu.
Ben çocukken en zayıf takımıydı ülkemiz. Yabancılara beş sıfırdan aşağı yenilmezdik. Sevinirdik az gollü yenilgilerimize. Muz’u ve de soyularak yenildiğini sonradan öğrendik. Tüm sebzeler bize göre ottu, bizim de eveliğimiz vardı, çorbaya kattın mı ayranla beraber ne güzel olurdu. Yemlik vardı, Kenger vardı, Kuzukulağı vardı. Kengerin iyice büyüdükten sonra, Uç kısımlarında topaç büyüklüğünde tohumlukları olurdu, işte onların içindeki taneye biz gak kıl derdik, ve onları çekirdek gibi ceplerimize doldurarak yerdik.
Murat nehri köyümüzün altından geçerdi. Bir kilometre belki de yoktu uzaklığı. İşte orada Beşer dedenin adası dediğimiz, bir yerdi yazın en sıcak günlerinde, bazen her gün gittiğimiz yer. O bölgede yazın Murat ın suları azaldığından, ortasında bir adacık oluşurdu. Adacığın diğer yanı ise, hızlı akan bir çağlayandı sanki, ve birde, ne anlamı var ise adına GIJGO dediğimiz bir bölüm vardı, işte bu üç bölüm Beşerin adası dediğimiz yeri oluştururdu. Bizde sıcak yaz günlerini, burada yıkanarak, kumlanarak geçirirdik.
Evvel zaman içinde zamanın birinde,Murat düzünde karpuz bostanı ekmiştik. Daha karpuzlar yeni çıkmaya başlamıştı. O gece arkadaşlarla çardakta gülüp konuşup eğlenmiştik, geç vakitte yatmıştım ki, “ Mithaaaaat, Mithaaaaat, Mithaaat” diye bağırılan bir sesle yorganı kafamdan açtım. Sabahın seherinde benim adımı bağırıyorlardı. Aniden bostan geldi aklıma hızla doğrulup çardaktan aşağıya bostana baktım ki bostanın alt başından kuzu sürüsü girmiş. Son hızla çardaktan atladım sürüyü gerisin geri sürerek çıkardım. Sürünün çobanı da meğerse uyuyormuş. Neyse ki bostanı çok az bir zayiatla kurtarmış olduk.
Bunda da, bana köyden sabahın en erken saatinde evlerinin önünden görerek, bir kilometrelik mesafeye bağıran Cezayir (dayı) nın büyük payı oldu. Allah ondan razı olsun, yoksa on beş dönümlük karpuzumuz telef olup gidecekti. Tabi sonradan babam geldi, kuzu sürüsünün hırbeli çobanını Halay dayının çayırında, bir kovalayışı vardı ki, çoban kuzuları bıraktı canının derdine düştü. Tabi bende payıma düşeni almıştım Rahmetli Babam dan.
Dostlar, ben bir masal anlatmadım, yaşadığım bir dönemin resmini yazmaya çalıştım. Düşünüyorum da, bilgisayar kullanmaya harfleri öğrenmeden başlayan şimdiki çocuklar ve gençliğini İnternet cafeler de geçiren gençler yaşadığı çocukluk ve gençlik çağını nasıl anlatacak büyüdüğünde.
Mithat Çöpür (Akçanlı)
! 2/ 12 / 2012
Kayıt Tarihi : 1.9.2013 11:43:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!